Katil gezegen Nibiru, Dünya’nın yanından geçerek dünyanın sonunu engelledi
X gezegeninin var olduğu teorisinin taraftarları geçtiğimiz günlerde, gezegenimizin bu ayın 16’sında yapılması planlanan kıyamet gününden yalnızca Nibiru’nun yörüngesinin yapay olarak değiştirildiği ve gezegenimizle çarpışmadığı için kaçmayı başardığını belirttiler.
Onlarca yıldır gizli katil gezegeni inceleyen uzmanlar, bu Ağustos’ta gezegenin Dünya’yı geride bırakarak küresel bir felakete yol açacağına ikna oldular. Bununla birlikte, onların görüşüne göre, NASA ajansı olayların gelişimine müdahale etti ve iki gök cismi doğrudan yaklaşmadan önce uzaya Nibiru’nun yörüngesini değiştirebilecek birkaç roket gönderdi.
Kaynağa göre, zamanımızın önde gelen güçlerinin hükümetleri sorunu biliyorlardı, ancak panik yaratabilecekleri için ülkelerinin sakinlerine yaklaşan tehdidi söylememeye karar verdiler. Ancak, NASA’nın Amerikan temsilcileriyle aktif olarak işbirliği yaptılar ve bunun sonucunda gezegeni yıkımdan kurtarmayı başardılar.
NASA’nın kendisine gelince, onlar bu bilgiyi reddediyor ve hala X gezegeninin varlığını doğrulayan resmi bir veri olmadığına işaret ediyorlar.
Bir kişi ve onun kaderi hakkındaki tüm bilgiler kendi alanında kodlanırken, alan ve fiziksel yapılar arasında diyalektik bir bağlantı ve bunların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri vardır.
“…. Lanetin gücünü, aileden miras alınabileceğini birçok kez duydum. Kurmacada buna benzer pek çok örnek var.
Ünlü Bilim Kurgu yaarı Blavatsky’nin 70’lerde okunan “Hindustan’ın mağaralarından ve vahşi doğalarından mistik olaylar” kitabında anlattığı olay bende çok güçlü bir izlenim bıraktı. Hindistan’ın köylerinden birinde Blavatsky, bir zamanlar güçlü olan kralın soyundan biriyle konuştu ve o da şunları söyledi. Kral, seyahatlerinden biri sırasında, alışılmış olduğu gibi, bilge adamlara cömertçe bağışta bulundu, ancak aynı zamanda orada bulunanlardan birine hediye getirmeyi unuttu ve ölümcül bir şekilde gücenerek kralı lanetledi.
Dehşete kapılan kral ayaklarına kapandı ve af diledi. Ve burada bence en ilginç şey oldu – Bilge, bunun çok geç olduğunu söyledi: lanet etkisini göstermeye başlamıştı ve onu durdurmak imkansızdı – kral tahtı kaybedecekti, ancak bilge hayatını ve torunlarını kurtarmaya çalışacaktı. Ve böylece daha sonra neler oldu : Kral tahtını kaybetti ve torunları Hindistan’ın her yerine dağıldı.Biyoenerjiye giden yolum, sihir teknikleri, büyücülük, halk şifacıları ve şifacılarının yöntemleriyle tanışmaktan geçti. Onları incelemek için ülke çapında çok seyahat ettim. Her seferinde yeni bilgileri analiz ederken, temel nedeni bulmaya, aile talihsizliklerinin kaynağının ne olduğunu, nesli tükenmekte olan bir aile hakında arıştırmalar yapıldı! Sonuç kalıtsal hastalıklar gibi olayların neden olduğunu anlamaya çalışmıştım.
Genlerin bu bilgi kaynağı ilgisi olamayacağı benim için oldukça açıktı – atalardan gelen sevab ve ya lanet korunmalı ve esas olarak alan yoluyla torunlara aktarılmamalıdır.
Bu inanç belli bir seviyeye ulaştığında, bana bir “önemsiz şey” kaldı – insan alanında bu işi yapan yapıları bulmak: bilgiyi nesilden nesile saklar ve aktarırlar.Varlığına kesin olarak inandığım bu yapılara kararlı bilgi gruplamaları adını verdim ve 1980’lerin ortalarından beri ısrarla insan alanında onları bulmaya çalışıyorum.Bunu 1990 başlarında yapmayı başardım. Bir keresinde, Birinci Tıp Enstitüsünde medyumlardan biri, zor bir vakayla başa çıkmama yardım etme talebiyle bana yaklaştı.Hastanın enerji alanı yırtılmıştı; tedaviden sonra kısa bir süre düzeldi ve ardından tekrar bir boşluk belirdi.Bundan sonra olanlara bir vahiy denilebilir.
Hastanın şimdiye kadar boşluk olarak algıladığım gevşek, “pamuk” alanı aniden elastik hale geldi;
İzinsiz girmeme cevap verdiğini hissettim.
Alanın kırıldığı yerden güçlü yapıların geçtiğini ellerimle hissettim.Anında algım tamamen değişti: Daha önce bir boşluk olarak algılanan şey, benim için kararlı bir yapı haline geldi ve enerjinin kaybolduğu alanın deformasyonuna neden oldu.
Bir insanın fiziksel durumunu belirleyen “hastalık” dediğimiz şeyi sahada bulduğumu fark ettim.
Bu, bilgimdeki niteliksel bir değişiklikti, çünkü artık hastalıkları fiziksel düzeyde somutlaşmadan teşhis etmek, yani sadece tedavi etmek değil, aynı zamanda önleyici çalışmak da mümkün.Herhangi bir ilaç gerektirmeyeceğinden, bir operatör grubu oluşturmanın, onlara yöntemi öğretmenin ve birçok hastalığın önleyici tedavisini yapmanın mümkün olduğuna karar verdim.
Tek ihtiyacınız olan yönteme iyi bir hakimiyet olmalı.
Çaresini bulan İnsan Mutlu olur bir Hayat !Ne mutlu inananlara…
Ancak yavaş yavaş bu görüşe uymayan gerçekler birikmeye başladı. Tedavisürecinde insanlar karakterlerini ve hatta kaderlerini gözle görülür şekilde değiştirdiler.
Bu değişiklikleri incelerken, karakter, kader ve hastalığın bir şekilde birbirine bağlı olduğunu fark ettim, ancak bu bağlantı çok değişkenli.
Alan yapılarında gözlenen deformasyonlar farklı şekillerde gerçekleşir: çeşitli hastalıklar, zihinsel sapmalar, karakterin patolojik deformasyonları, travmalar, yaşam başarısızlıkları olabilir.
Bu gerçekleri daha derinlemesine inceledikten sonra, bir kişinin sağlığının, karakterinin ve hatta kaderinin karmik yapılar tarafından belirlendiği sonucuna vardım.
Bir kişi ve vücudunun durumu hakkındaki tüm bilgiler alanda kodlanırken, alan ve fiziksel yapılar arasında diyalektik bir bağlantı ve bunların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri vardır.
Bir kişinin kaderi ve karakteri de alan yapılarında kodlanmıştır, böylece etkilenirlerse, kademeli olarak çok şey geliştirilebilir.Tüm bunları ne kadar çok araştırırsam, gerçekler o kadar şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıktı.
Çeşitli hastalıkların tedavisi, zor yaşam durumlarının düzeltilmesi örneklerini kullanarak yöntemin olasılık yelpazesini ortaya çıkarmaya çalışacağım, test olayları, cansız doğa nesneleri ve diğer çalışmalardan örnekler kullanarak yöntemin olanaklarını göstereceğim.”
Kişi ve kaderi hakkındaki tüm bilgiler onun alnında kodlanmıştır” Bu sözü kim ve ne zaman ispatlamıştır? Bilimsel yöntemlerle varlığı ispatlanmış bilim dallarından hangisinden bahsediyoruz? Bu soruların kanıta dayalı yanıtları olmadan, makaledeki diğer her şey asılsız metinleri sevenler içindir
Hemen aşağıda 1976’da çekilen bebeklik fotoğrafımı görüyorsunuz. Hepimiz insanız: anne babalarımız insan ve Çanakkale Savaşı’ndan sonra ailede kalan tek erkek olarak dünyaya gelmeme vesile olan büyükbabam da. Ancak, 185 milyonuncu kuşaktan büyük büyükbabam insan değil, bir balıktı. Peki ilk insan ne zaman ortaya çıktı?
ÇOK MANTIKLI BİR SORU DEĞİL Mİ?
Her şeyin bir başlangıcı var: Ne zaman doğduğumuzu genellikle biliyoruz. Anne-babamızın ne zaman doğduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ne zaman kurulduğu ve dinozorların ne zaman soyunun tükendiğini biliyoruz. Öyleyse ilk insanın ne zaman ortaya çıktığını da sorabiliriz.
Şimdi diyeceksiniz “İyi de hocam türümüz Homo sapiens sapiens’in yaklaşık 200 bin yıl önce Doğu Afrika’da ortaya çıktığını biliyoruz. Öyleyse sormaya ne gerek var?”
Aslında çok gerek var; çünkü Dandanakan Savaşı’nın tarihini ve doğum günümüzü kesin olarak bilsek de ilk Homo sapiens sapiens’in 200 bin yıl önce hangi yıl, hangi gün ve hangi saatte doğduğunu bilmiyoruz. Peki gelecekte yeni teknolojilerle bilebilir miyiz?
Örneğin karbon 14 tarihleme yöntemiyle ve genetik analizle bu soruyu cevaplayabilir miyiz? Ancak, bu yanıtı bulmak için asıl sormamız gereken soru başka: İlk insan ne zaman yaşadı sorusu anlamlı bir soru mu? Her şeyden önce böyle bir soru sorabilir miyiz? Hemen görelim.
Bugün hayatta olan bütün insanların ortak atası olan en büyükannemiz (Mitokondri Havvası), kutsal kitaplarda geçen Havva ve biyolojik olarak homo sapiens sapiens alt türüne karşılık gelen ilk insan bireyi birbirinden farklı kişiler. Dilerseniz önce bunları tanımlayalım:
İLK İNSAN VE MİTOKONDRİ HAVVASI
Vücudumuzda üç tür DNA var: Annemizin DNA’sı, babamızın DNA’sı ve sadece kadınlardan kadınlara geçen mitokondri DNA’sı (mitokondriler hücrelerimizin enerji santralleri ve kusursuz çalışmaları için evrim süreci, mitokondri DNA’sının sadece anneden geçmesini desteklemiş bulunuyor).
Kısacası anne tarafından en yeni ortak DNA’yı taşıyan büyükannemize Mitokondri Havvası diyoruz. Öyle ki anne tarafından bütün insanların soyu hiçbir kopukluk olmadan en büyük annemizin doğurduğu çocuklardan geliyor.
Kesinlikle hayır. Mitokondri Havvası’nın da bir annesi vardı; ama sadece Mitokondri Havvası’nın torunları bugüne ulaştı. Ondan önceki kadınların çocuklarının soyu tarih içinde tükendi: tıpkı hiç anne olmadan ölen bir kadın veya çocuklarının hiçbirinin çocuk sahibi olmadığı bir kadın gibi.
2013 yılında yapılan bir araştırmaya göre en büyük annemiz 99-148 bin yıl önce, insan türü Afrika’dan çıkıp Dünya’ya yayılmadan önce ve yaklaşık 50 bin kişilik bir topluluk içinde yaşadı. Nitekim araştırmalara göre insan türünün nüfusu hiçbir zaman 10 binin altına düşmedi.
Hatta atalarımız arasında yer alan Homo Erectus’un tersine, kötü doğa şartlarında soyumuzun tükenmemiş olmasını kısmen hızla artan nüfusumuza borçluyuz.
Bugün yaşayan bütün insanların ortak büyükannesi varsa ortak büyükbabası da var. Ancak, mitokondri DNA’sı sadece kadınlardan geçtiği için en yakın ortak erkek atamız Mitokondri Havvası ile çağdaş olmak zorunda değil; çünkü erkek cinsiyetini belirleyen Y kromozomu hücrelerin çekirdek DNA’sından geçiyor.
Genetik Adem’in 120-156 bin yıl önce yaşadığını tahmin ediyoruz. Buna ek olarak bir de insan türü olarak farklılaşmış ilk erkekle kadın var ki onlar da 195 bin yıl önce yaşadı.
Hepimiz Morgan Frreeman’ız! lk insanlar zenciydi. O zaman beyaz adam ve sarı adam zaten yoktu; çünkü türmüz Afrika’da ortaya çıktı.
KUTSAL KİTAPLARDAKİ ADEM
Bu dinsel bir konu olduğu için blogumuzun konsepti dışında kalıyor. Bildiğiniz gibi dinsel inançlar sadece o inançlara inanan kişiler için genel geçer hakikatlerdir.
Bilimsel gerçekler ise objektif olarak test edilip kanıtlanabilen ve ister inanın ister inanmayın, bütün insanlar arasında objektif olarak paylaşılabilen nesnel gerçeklerdir.
Örneğin, burçlar kuşağına inansanız da inanmasınız da kutup yıldızının konumu değişmez (kutup yıldızının konumu Yeryüzü’nün yalpalaması gibi faktörlere göre değişiyor).
Yine de kendimizi Adem’den bahseden Yahudilik, İslam ve Hıristiyanlıkla sınırlarsak Ademin genellikle yaklaşık 5700 yıl önce yaşamış olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz.
Mitokondri Havvası. Yaşayan tüm insanların ortak büyükannesi de bir zenciydi.
GERÇEK ADEM KÖKENİ
Ancak şuna dikkat edelim: Kutsal kitaplardaki ilk insanın fiziksel olarak ilk insan olduğuna inanarak evrim gerçeğiyle çelişenlerin yanında, Adem’in kutsal kitaptaki dinsel öğretilere inanan ilk insan olarak tanımlayanlar da var.
Bu ikinci yorumu yapanlara göre Adem’in de bir babası vardı. Dinsel Adem konumuz değil ve sadece kafa karışıklığını gidermek için değindik. Geçelim; ama şuna da dikkat edelim:
İlk insanın kesin olarak hangi tarihte doğduğunu bilmiyoruz ve bu yazıda araştırdığımız asıl şey, ilgili sorunun kesin cevabını öğrenmenin mümkün olup olmadığı; çünkü bilmek imkansız olabilir.
En basitinden, bugüne kadar yaşamış olan bütün Homo sapiens sapiens büyükbabalarınızın vesikalık resmini çekip bunları üst üste koysanız Everest dağından iki kat yüksek (17 km) bir kule dikerdiniz. Sanırım en iyisi fotoğrafları yan yana dizmek: Kule devrilmesin ve biz de tonlarca kağıdın altında kalmayalım değil mi?
Şimdi desteden 20 bin yıl önce yaşamış atamızın vesikalığını çekip çıkaralım. Hımm… İnsan. 10 bin kuşak ve 200 bin yıl öncesinden bir fotoğraf çekersek yine insan resmi görüyoruz. Ancak, 1,5 milyon yıl önceki vesikalık insana değil, Homo erectus’a ait (bir zamanlar dik yürüdüğü sanılan ilk insan türüne).
Öyleyse eski insan bilimle ilgili bir efsaneyi daha yıkabiliriz: Homo sapiens sapiens, yani bizler bir canlı türü değil, bir canlı alt türüyüz. Bu açıdan başında Homo olan bütün türlerle genetik akrabayız. Öyle ki 70 bin yıl önce Neandertal insanı ve Homo erectus’la birlikte yaşadık. Sonra onların soyu tükendi ve geriye biz kaldık.
Resimde insanların da dahil olduğu bütün kuyruksuz maymunların (ape) ortak atası olan Proconsul’u görüyorsunuz. Bunu kuyruklu maymunlarla karıştırmayın (monkey). Bu arada insanların maymunlardan veya maymunların insanlardan türemediğini de hatırlatalım.
Bugünkü kuyruksuz maymunlar (şempanzeler, goriller, orangutanlar vb.) kuzenlerimiz olup insan türünden daha sonra ortaya çıkmıştır. Belki de 2 milyon yıl sonra onlar da zeki bir uygarlık kurarlar.
Zamanda 58 milyon yıl geriye gittiğimizde insanlar, goriller, şempanzeler ve kuyruklu makak dahil olmak üzere tüm primatların ortak atasını buluyoruz: Plesiadapis ile tanışın. Bu ağaç canlısı, dinozorların soyu tükendikten sonra ortaya çıktı. Ancak 120 milyon kuşak geriye gidersek:
Geç Jura çağında dinozorlarla birlikte yaşayan Juramaia’yı buluyoruz. Kunduz ile fare arasındaki bu kemirgen plasentalı ilk memelilerden biri olarak kabul ediliyor. Ancak 165 milyon kuşak geriye gidince işin rengi değişiyor:
Bu kez karşımıza geç karbonifer çağında; yani fosilleşmiş kalıntılarının bugünkü kömür yataklarını oluşturduğu karbonifer yağmur ormanları devrinde yaşamış olan bir sürüngen çıkıyor: Hylonomus, yılanlar ve kertenkeleler dahil tüm sürüngenlerin ortak atası. Sürüngenler dinozorlardan önce ortaya çıktı.
Dikkat edersek bütün canlı türlerinin atalarının evrim ağacı üzerindeki dallar halinde birbirine bağlandığını görüyoruz. Tıpkı gerçek bir ağaç gibi genç ve ince dallar milyarlarca yıl önceki kalın ve yaşlı ana dallara bağlanıyor.
Buna filogenetik diyoruz; yani canlıların genetik bilimiyle soy ağacının çıkarılması. Ancak, Dünya’da hayat nasıl oluştu yazımda belirttiğim gibi; ilk canlı DNA, RNA ve hatta genlerden önce oluştu. Bu yüzden filogenetik bize ilk canlıyı vermez.
Daha net bir ifadeyle, paleoantropoloji (eski insan bilim) insanların kökenini, evrim ise canlıların nasıl evrim geçirerek farklılaştığını; yani yeni canlıların nasıl ortaya çıktığını gösterir. İlk canlının nasıl ortaya çıktığı ise biyokimyanın konusudur. Neyse, yaşam ağacında geriye doğru devam edelim:
Şimdi 185 milyon kuşak önce yaşamış olan büyükbabamıza geldik: Tiktaalik. Kendisi kurbağalar ve semenderler gibi bütün amfibilerin ortak atası. Muhtemelen denizlerden karaya çıkan ilk omurgalı kara hayvanı.
Tabii Dünyamız 4,55 milyar yıl yaşında ve bugünkü bütün canlıların son evrensel ortak atası da en az 4 milyar yıl önce yaşadı (gerçi Dünya’daki ilk canlı 4,4 milyar yıl önce yaşamış; ama soyu günümüze kalmamış olabilir. Bu yüzden ilk canlı muhtemelen bize başka yıldızdan gelen bir uzaylı kadar yabancıdır ).
Dolayısıyla bu liste uzar gider; ama biz asıl konumuza dönelim: Dev gibi evrim ağacının içinde yaşayan ilk insan olan büyükbabamızın fotoğrafını nasıl bulacağız?
İnsanlar Avrupa’ya nasıl yayıldı? Afrika ve Arabistan’dan sonra Anadolu ve İspanya’ya yerleştiler. Avrupa’da bir süre Neandertallerle birlikte yaşadılar. Büyütmek için tıklayın.
İLK DİNOZOR VE İLK SÜRÜNGEN
Daha genel bir ifadeyle herhangi bir canlı türünün ilk örneğini, ilk bireyini nasıl bulacağız? Homo erectus ile Homo sapiens sapiens arasında kesin bir geçiş noktası var mı? İşte burada büyük bir sorun çıkıyor: Her kuşak anne babası ve çocuklarıyla aynı türe ait.
Kısacası Homo heidelbergensis akşam yatıp sabah kalktığında Homo sapiens olmadı. Tıpkı bebekken bir gecede delikanlı olmadığınız gibi, canlı türleri de bir anda ortaya çıkmıyor. Mutasyonların birikimi ve evrimin kayırmasıyla yavaş yavaş evrim geçiriyor.
İnsan türü Doğu Afrika’da ortaya çıktı ve oradan Dünya’ya yayıldı. Homo sapiens 90 bin yıl önce Afrika’dan dışarı çıktı. Büyütmek için tıklayın.
HOMO SAPİENS SAPİENS’İN DOĞRUDAN ATASI
Nitekim araştırmacılar daha geçende Fas’ta yaptıkları kazılarda Homo sapiens’e çok benzeyen; ama çene kemiği olarak ondan biraz daha farklı olan ve 315 bin yıl önce yaşamış bir canlı buldular. Bu canlı Homo sapiens ile Home heidelbergensis (?) arasındaki geçiş aşamasıydı.
O yüzden kemikleri ayrı bir canlı türüne sokmak da mümkün olmadı. Öyleyse ilk insan ne zaman yaşadığı sorusunun cevabını verebiliriz: Hiçbir zaman! İnsan türünün yaklaşık 200 bin yıl önce ortaya çıktığını biliyoruz; ama ortaya çıktığı belirli bir gün yok.
Sadece 200 bin yıl önce Homo sapiens’in genetik özellikleri (birkaç yüz bin yılda azar azar ve birikimli olarak değişerek) bizden önceki insan türünden yeterli ölçüde farklılaştı. Böylece ilk insan (!) ortaya çıktı.2
Bu bulgular Homo sapiens’in Kuzey Afrika’da ortaya çıktığını göstermiyor. Bunun yerine Homo sapiens’in atalarının 315 bin yıl önce Kuzey Afrika’ya da yayılmış olduğunu gösteriyor.
236 bin yıl önce soyu tükenen kuzenimiz Homo naledi.
NEDEN İLK İNSAN YOK?
İlk insan olarak tanımlanabilecek bireyi asla bulamayacak olmamızın sebebi canlıların bir gecede evrim geçirmemesi. Bunun olması için Batman ve Superman: Adaletin Şafağı filmindeki Doom canavarı gibi, kolunuz kesilince birkaç saniye içinde yeniden çıkması gerekirdi.
Bu da vücudun çok büyük enerji harcamasını gerektirirdi. Bu kadar büyük enerji de kolunuzu iyileştirmek yerine, sizi yakıp kül ederdi. Kısacası evrim bir gecede gerçekleşmiyor; çünkü canlıların bir gecede değişim geçirecek kadar enerji üretmesi ve kontrollü enerji üretmesi termodinamik yasalarına aykırı.
Ancak, bilim insanlarına göre evrende yaşam en erken 9,7 milyar yıl önce ortaya çıktı. Bu olası canlı elbette bizim atamız olamaz; ama varsa evrendeki ilk canlının fosilini bulmak harika olurdu! İstanbul’un yağmurla serinlediği şu günde hepinize meraklı okumalar!
Renkleri ve aromatik kokuları ile sofralarımızın baş tacı olan baharatlar, besin içerikleri açısından da oldukça kıymetliler. Kullanım tarihi çok eskilere dayanan baharatlar eski çağlarda yalnızca zenginlerin sofralarında kullanılabilen bir statü göstergesiyken, günümüzde çok çeşitli kullanım alanları ile sofralarımızın vazgeçilmezi haline gelmiştir. Özellikle COVID-19 salgını sürecinde adını sıklıkla duyduğumuz zerdeçal, bağışıklık sistemini baskılayıcı hastalıklarda enflamasyonu yok etmek amacıyla kullanılıyor. Güven Çayyolu Sağlıklı Yaşam Kampüsü Beslenme ve Diyet Bölümünden Uzm. Dyt. Melis Bengisu Demirci, zerdeçalın faydaları hakkında bilgi verdi.
Düzenli olarak kullanıldığında zerdeçalın sağlığa 5 faydası:
Bağışıklık sistemini güçlendirir
Kolestrolü düşürür
Eklem ağrılarını ve enflamasyonu azaltır
Parkinson, Alzheimer, MS (Multiple Skleroz) gibi nörolojik hastalıklar açısından umut vadetmektedir.
Kan şekerini dengede tutmayı sağlar
Zerdeçal doğadaki en güçlü antienflamatuar
Tatları ve kokularıyla yiyecek ve içeceklere lezzet katan baharatlar, besin içerikleri açısından pek çok antioksidanı bünyelerinde bulundururken, metabolizmayı da hızlandırıcı etki yapabilmektedirler. Hayatın her döneminde kıymetli olan yeterli ve dengeli beslenme Covid-19 salgınının hayatımıza girmesi ile daha da önem kazanmış durumdadır. Bu dönemde ön plana çıkan zerdeçalın sağlık açısından pek çok faydası bulunmaktadır.
Hint safranı olarak da bilinen zerdeçal tat olarak hafif acımsı ve görüntüde sarı turuncu rengini veren bir baharattır. Zerdeçal, doğadaki en güçlü antienflamatuar yani iltahibi reaksiyonları önleyicidir. Bu nedenle otoimmün hastalıklarda enflamasyonu yok etmek için kullanılmaktadır.
Araştırmalar curcuminin pek çok faydasını ortaya koyuyor
Yapılan araştırmalar, zerdeçalın içerisinde bulunan curcumin adlı maddenin, kireçlenme ve eklem iltihabı gibi hastalıklara karşı faydalı olabileceğini göstermektedir. Bu da içeriğinde curcumin bulunan zerdeçalın da sağlığa faydalı olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca bazı diğer çalışmalar, curcuminin Alzheimer, cilt hastalıkları ve yüksek kolestrole karşı koruyucu etkisi olabileceğini ortaya koymaktadır.
İçinde piperin olan zerdeçal tercih edilmeli
Zerdeçal kullanırken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta; karabiberin de ön maddesi olan piperinli olanının tercih edilmesidir. Çünkü, piperin zerdeçalın emilimini 100 kat artırmaktadır. Bir diğer önemli husus ise pişirme tekniğidir. Zerdeçal ve karabiber baharat olarak kullanılırken curcuminin aktif hale dönüşmesi için harlı ateşte pişirilmelidir. Son olarak her besinde olduğu gibi keskin bir baharat olan zerdeçalın da tüketim miktarı önemlidir. Taze kök şeklindeki hali günde 1.5-3 gram toz hali ise günde bir çay kaşığı tüketilebilir.
2500 yıldan beri Hindistan’da baharatların kraliçesi olarak kabul edilen zerdeçal günümüzde en çok araştırılan bitkilerden biridir. Türk mutfağında yeni yeni tüketilmeye başlayan zerdeçal bitkisi farklı aroması ve keskin tadı ile varlığını hissettirir. Zerdeçal ne işe yarar araştırması yapıldığında da karşımıza sayısız fayda çıkar.
Mutfağınızda var olduğunu bile unuttuğunuz ve hatta kimilerinizin adını ilk defa duyduğu zerdeçalı tanımaya ne dersiniz? Zerdeçalın faydaları ve kullanım alanlarını öğrendiğinizde belki sizin mutfağınızın da kraliçesi olur, kim bilir?
Zencefilin akrabası olan zerdeçal ağacı büyük yapraklı ve sarı çiçeklidir. Diğer adı Hint safranı olan bitkinin kökü tüketilir. Çok yıllık bir bitki olan zerdeçal ağacı boyu 1 metreye ulaşabilir.
Bangladeş, Çin, Hindistan, Pakistan gibi Güney Asya ülkelerinde yetişir.
Sıcağa seven bir bitkidir ve tropikal iklimlerde yetiştirilmeye uygundur.
Ülkemizde yetiştirilmesi oldukça zor olan zerdeçalın acımsı farklı bir tadı vardır.
Genel olarak toz şeklinde ya da bitkinin parmağa benzeyen kök uzantıları şeklinde satışa sunulan zerdeçal kapsül olarak da kullanılabilir.
Zerdeçal özü olarak da bilinen, zerdeçalın etken maddesi kurkumindir.
Uzmanlar bu bitkiyi antiaterojenik ve antikanserojenik olarak tanımlamaktadır.
Kanserden diyabete birçok hastalığın tedavisinde kullanılan bitki ile pilavlarınızı sarartabilir, ana yemeklerinize lezzetli dokunuşlar yapabilirsiniz.
Zerdeçal baharat olarak henüz mutfağınızda yer almadıysa okuduklarınızdan sonra sağlığınız için kullanmaya başlayabilirsiniz.
Aktarlarda ve marketlerde kolayca bulabileceğiniz zerdeçal fiyatı uygun baharatlar arasında yer almaktadır.
Fiyatının uygun olması nedeniyle zaman zaman pahalı bir baharat olan safran yerine de kullanılır.
Zerdeçal b vitamini çeşitleri arasından b6 vitamini, demir lif ve potasyum açısından zengindir.
Zerdeçalın Faydaları: Az Bilinen 11 Şifalı Özelliği
Türk mutfağına yeni yeni adapte olan zerdeçal, aslında şifalı özellikleri bilindiğinde pek çok kişinin evinden eksik etmek istemeyeceği bir baharat. Hint kültüründe köklü bir geçmişi bulunan zerdeçalın faydaları saymakla bitmiyor! Eğer siz de zerdeçal faydaları nelerdir, hangi hastalıklar için bitkisel çözüm olarak kullanılabilir merak ediyorsanız, özel bilgilerden derlediğimiz listemizi mutlaka incelemelisiniz.
İşte, meraklısına özel zerdeçalın faydaları ve herkesin bilmediği şifalı özellikleri:
İltihabı yatıştırır.
Zerdeçalın içeriğinde yer alan antioksidanlar cildin yaşlanma izlerine karşı savaşını destekler.
Zengin vitamin ve mineral kaynağı olan zerdeçal kansere karşı vücudu korur.
İşte merak edilen zerdeçal zayıflatır mı sorusunun cevabı: Zerdeçal kan akışını hızlandıran ve sindirim sistemini düzenleyen bir baharattır. Onun bu özelliği kilo vermeye yardımcı olur. Yeterli ve dengeli beslenmeye ek olarak düzenli kullanımında fazla kilolardan kurtulabilirsiniz.
Balkanlardan gelen meşhur soğuk hava dalgalarına karşı vücut direncini artırır.
Gaz ve idrar söktürücü özelliğe sahip olan zerdeçal ödem attırır.
İçeriğindeki kurkumin maddesi antioksidan özelliği ile kansere karşı vücudun direncini artırır Tümör hücresi oluşumunu önler. Zerdeçal ile kanser tedavisi görenlerin kemoterepi süreci daha rahat geçer ve kemoterapinin yan etkileri azalır.
Diyabet nedeniyle oluşan komplikasyon risklerini engeller. Hafızayı güçlendirir.
Zerdeçal besin değeri açısından incelendiğinde:
1 çorba kaşığının yaklaşık 30 kcal olduğu bilgisine ulaşabilirsiniz.
Kalorisi düşük olan bu baharat metabolizmayı hızlandırarak kilo verilmesine destek olur.
Zerdeçal faydaları ve kullanımı oldukça geniş bir konu. Pek çok insanın sağlığı için faydalı özellikler barındıran zerdeçal neye iyi gelir? Aktarlardan ya da marketlerden kolayca ulaşabileceğiniz zerdeçalın aslında ne kadar marifetli bir baharat olduğunu ispatlayan faydalı bilgileri sizler için derledik:
Zerdeçal faydaları ile bizi şaşırtan baharatlardan biri. Düzenli olarak tüketilen zerdeçal rahim kalınlaşması yaşayan kadınların tedavilerine destek olur.
Çok aşırı kilo alma ya da verme, stres, ağır hastalıklar, ilaç kullanımı, menopoz dönemine yaklaşma, aşırı egzersiz yapma gibi durumlar zaman zaman kadınların adet dönemlerinde gecikme yaşamalarına sebep olabilir. Böyle durumlarda adet söktürücü bitkiler kullanılır. Zerdeçal rahim kasılmalarını artırarak östrojen hormonu salınımını düzenler ve adet siklusunun normal döngüsünü düzenlemeye yardımcı olur.
Güçlü bir antioksidan olan zerdeçal cilt beyazlatma konusunda da iddialıdır. Bir çay kaşığı zerdeçal, bir çay kaşığı bal ile birlikte yüze sürülüp 15 dakika bekletildiğinde cildinizi beyazlatır ve parlak bir görünüm sağlar. 1 çay kaşığı süt, 1 çay kaşığı yoğurt ve 1 çay kaşığı zerdeçal ile hazırlanan cilt maskesi ciltte yer alan morluk ve şişkinlikleri azaltır ve cildi aydınlatır. Zerdeçal yüz maskesi anti-inflamatuar özelliği ile ciltteki sivilce, siyah nokta, akne ve egzamaları tedavi eder. Cilt yüzeyindeki kirlenmeleri ve yağlanmayı önler.
Süt ve şeker ile karıştırılarak hazırlanan zerdeçal maskesi yüzdeki aşırı kıllanmanın önüne geçer. Yaşlanma etkilerini ve kırışıklıkları engeller. Anti-fungal özelliği ile saç derisinde oluşan kepeklenmeyi tedavi eder.
Hem tadın yumuşamasını sağlamak hem de güçleri birleşince iyi bir etki ortaya çıktığı için zerdeçal bal ile sık sık birlikte kullanılmaktadır.
Soğuk ve grip salgınlarının yoğunlaştığı kış aylarında zerdeçal zencefil ve bal ile hazırlanan karışım oldukça etkilidir. Ses kısılması ve öksürüğe iyi gelen bu karışım ayrıca boğaz ağrısını ve bademciğin iltihaplanmasını önler. Doğal bir antiseptik olan zerdeçal solunum yollarını açar.
Zerdeçal ile Diş Beyazlatma: Zerdeçal ve Hindistan cevizi yağı kullanarak sararan dişlerinizi beyazlatabilir, ışıl ışıl gülümseyebilirsiniz.
Zerdeçal anksiyete, depresyon ve alzheimer için nörolojik sağlığı güçlendirdiği için koruyucu niteliği taşımaktadır.
Zerdeçal Nasıl Tüketilmelidir?
Zerdeçal nasıl kullanılır sorusunun cevaplarına geldi sıra!
Zerdeçal tatlı dışında her yemekte baharat olarak kullanılabilir.
Safran ve körinin kullanıldığı birçok yemekte baharat olarak zerdeçalı da deneyebilirsiniz.
Zerdeçallı makarna ve zerdeçallı pilav bu konuda örnek olarak verilebilir.
Kahvaltıda yumurta seviyorsanız zerdeçallı omlet hoşunuza gidebilir.
Etlerinizin marinasyonunda baharat karışımına dahil edebilir ya da pişirme sırasında ekleyebilirsiniz.
Sebze yemeklerinize hem renk hem de lezzet amaçlı katabilirsiniz. Zerdeçalın karnabahar, kabak, brokoli ve Brüksel lahanası ile kullanımı yaygındır.
Çay içmeyi seviyorsanız, 1 çay kaşığı toz zerdeçalı 2 su bardağı sıcak su ile demleyerek zerdeçal çayı hazırlayabilirsiniz. Acı tadından dolayı zerdeçal ve bal birlikte kullanılabilir. İçerisine zencefil ekleyerek daha da lezzetlendirebilirsiniz.
Hintliler zerdeçalı yemeklerinde yağın içerisinde karabiber ile birlikte kullanır. Bu şekilde de deneyebilirsiniz.
Özellikle bahar aylarında vücut direncini arttırmak için çocuklarınıza zerdeçal süt karışımı iyi gelebilir.
Zerdeçallı süt ayrıca kanın temizlenmesine, ağrıların azalmasına, bakteri ve virüslerle vücudun savaşmasına yardımcı olmaktadır.
Peki, birbirinden farklı zerdeçal kürü çeşitleri hazırlayarak bağışıklık sisteminizi güçlendirmeye ne dersiniz?
Zerdeçal ve zencefil ile birlikte biraz da tarçın ve bal kullanarak harika bir kış içeceği hazırlayabilirsiniz.
Sadece zerdeçal limon çayı ile bile soğuk algınlığı ve gribe karşı önlem alarak sağlığınızı koruyabilirsiniz.
Zerdeçal yoğurt ile birlikte mükemmel bir ara öğün oluşturur ve kan şekerinizi düzenlemeye yardımcı olur.
Zerdeçal bozulur mu, bozulduğunu nasıl anlayabiliriz diyorsanız, kokusuna bakarak değişikliği fark edebilirsiniz. Paketli ürünlerde son kullanma tarihi de yardımcı olacaktır.
Zerdeçalın Sağlığa 5 Faydası
Renkleri ve aromatik kokuları ile sofralarımızın baş tacı olan baharatlar, besin içerikleri açısından da oldukça kıymetliler. Kullanım tarihi çok eskilere dayanan baharatlar eski çağlarda yalnızca zenginlerin sofralarında kullanılabilen bir statü göstergesiyken, günümüzde çok çeşitli kullanım alanları ile sofralarımızın vazgeçilmezi haline gelmiştir. Özellikle COVID-19 salgını sürecinde adını sıklıkla duyduğumuz zerdeçal, bağışıklık sistemini baskılayıcı hastalıklarda enflamasyonu yok etmek amacıyla kullanılıyor. Güven Çayyolu Sağlıklı Yaşam Kampüsü Beslenme ve Diyet Bölümünden Uzm. Dyt. Melis Bengisu Demirci, zerdeçalın faydaları hakkında bilgi verdi.
Düzenli olarak kullanıldığında zerdeçalın sağlığa 5 faydası:
Bağışıklık sistemini güçlendirir
Kolestrolü düşürür
Eklem ağrılarını ve enflamasyonu azaltır
Parkinson, Alzheimer, MS (Multiple Skleroz) gibi nörolojik hastalıklar açısından umut vadetmektedir.
Kan şekerini dengede tutmayı sağlar
Zerdeçal doğadaki en güçlü antienflamatuar
Tatları ve kokularıyla yiyecek ve içeceklere lezzet katan baharatlar, besin içerikleri açısından pek çok antioksidanı bünyelerinde bulundururken, metabolizmayı da hızlandırıcı etki yapabilmektedirler. Hayatın her döneminde kıymetli olan yeterli ve dengeli beslenme Covid-19 salgınının hayatımıza girmesi ile daha da önem kazanmış durumdadır. Bu dönemde ön plana çıkan zerdeçalın sağlık açısından pek çok faydası bulunmaktadır.
Hint safranı olarak da bilinen zerdeçal tat olarak hafif acımsı ve görüntüde sarı turuncu rengini veren bir baharattır. Zerdeçal, doğadaki en güçlü antienflamatuar yani iltahibi reaksiyonları önleyicidir. Bu nedenle otoimmün hastalıklarda enflamasyonu yok etmek için kullanılmaktadır.
Araştırmalar curcuminin pek çok faydasını ortaya koyuyor
Yapılan araştırmalar, zerdeçalın içerisinde bulunan curcumin adlı maddenin, kireçlenme ve eklem iltihabı gibi hastalıklara karşı faydalı olabileceğini göstermektedir. Bu da içeriğinde curcumin bulunan zerdeçalın da sağlığa faydalı olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca bazı diğer çalışmalar, curcuminin Alzheimer, cilt hastalıkları ve yüksek kolestrole karşı koruyucu etkisi olabileceğini ortaya koymaktadır.
İçinde piperin olan zerdeçal tercih edilmeli
Zerdeçal kullanırken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta; karabiberin de ön maddesi olan piperinli olanının tercih edilmesidir. Çünkü, piperin zerdeçalın emilimini 100 kat artırmaktadır. Bir diğer önemli husus ise pişirme tekniğidir. Zerdeçal ve karabiber baharat olarak kullanılırken curcuminin aktif hale dönüşmesi için harlı ateşte pişirilmelidir. Son olarak her besinde olduğu gibi keskin bir baharat olan zerdeçalın da tüketim miktarı önemlidir. Taze kök şeklindeki hali günde 1.5-3 gram toz hali ise günde bir çay kaşığı tüketilebilir.
2500 yıldan beri Hindistan’da baharatların kraliçesi olarak kabul edilen zerdeçal günümüzde en çok araştırılan bitkilerden biridir. Türk mutfağında yeni yeni tüketilmeye başlayan zerdeçal bitkisi farklı aroması ve keskin tadı ile varlığını hissettirir. Zerdeçal ne işe yarar araştırması yapıldığında da karşımıza sayısız fayda çıkar.
Mutfağınızda var olduğunu bile unuttuğunuz ve hatta kimilerinizin adını ilk defa duyduğu zerdeçalı tanımaya ne dersiniz? Zerdeçalın faydaları ve kullanım alanlarını öğrendiğinizde belki sizin mutfağınızın da kraliçesi olur, kim bilir?
Zencefilin akrabası olan zerdeçal ağacı büyük yapraklı ve sarı çiçeklidir. Diğer adı Hint safranı olan bitkinin kökü tüketilir. Çok yıllık bir bitki olan zerdeçal ağacı boyu 1 metreye ulaşabilir.
Bangladeş, Çin, Hindistan, Pakistan gibi Güney Asya ülkelerinde yetişir.
Sıcağa seven bir bitkidir ve tropikal iklimlerde yetiştirilmeye uygundur.
Ülkemizde yetiştirilmesi oldukça zor olan zerdeçalın acımsı farklı bir tadı vardır.
Genel olarak toz şeklinde ya da bitkinin parmağa benzeyen kök uzantıları şeklinde satışa sunulan zerdeçal kapsül olarak da kullanılabilir.
Zerdeçal özü olarak da bilinen, zerdeçalın etken maddesi kurkumindir.
Uzmanlar bu bitkiyi antiaterojenik ve antikanserojenik olarak tanımlamaktadır.
Kanserden diyabete birçok hastalığın tedavisinde kullanılan bitki ile pilavlarınızı sarartabilir, ana yemeklerinize lezzetli dokunuşlar yapabilirsiniz.
Zerdeçal baharat olarak henüz mutfağınızda yer almadıysa okuduklarınızdan sonra sağlığınız için kullanmaya başlayabilirsiniz.
Aktarlarda ve marketlerde kolayca bulabileceğiniz zerdeçal fiyatı uygun baharatlar arasında yer almaktadır.
Fiyatının uygun olması nedeniyle zaman zaman pahalı bir baharat olan safran yerine de kullanılır.
Zerdeçal b vitamini çeşitleri arasından b6 vitamini, demir lif ve potasyum açısından zengindir.
Zerdeçalın Faydaları: Az Bilinen 11 Şifalı Özelliği
Türk mutfağına yeni yeni adapte olan zerdeçal, aslında şifalı özellikleri bilindiğinde pek çok kişinin evinden eksik etmek istemeyeceği bir baharat. Hint kültüründe köklü bir geçmişi bulunan zerdeçalın faydaları saymakla bitmiyor! Eğer siz de zerdeçal faydaları nelerdir, hangi hastalıklar için bitkisel çözüm olarak kullanılabilir merak ediyorsanız, özel bilgilerden derlediğimiz listemizi mutlaka incelemelisiniz.
İşte, meraklısına özel zerdeçalın faydaları ve herkesin bilmediği şifalı özellikleri:
İltihabı yatıştırır.
Zerdeçalın içeriğinde yer alan antioksidanlar cildin yaşlanma izlerine karşı savaşını destekler.
Zengin vitamin ve mineral kaynağı olan zerdeçal kansere karşı vücudu korur.
İşte merak edilen zerdeçal zayıflatır mı sorusunun cevabı: Zerdeçal kan akışını hızlandıran ve sindirim sistemini düzenleyen bir baharattır. Onun bu özelliği kilo vermeye yardımcı olur. Yeterli ve dengeli beslenmeye ek olarak düzenli kullanımında fazla kilolardan kurtulabilirsiniz.
Balkanlardan gelen meşhur soğuk hava dalgalarına karşı vücut direncini artırır.
Gaz ve idrar söktürücü özelliğe sahip olan zerdeçal ödem attırır.
İçeriğindeki kurkumin maddesi antioksidan özelliği ile kansere karşı vücudun direncini artırır Tümör hücresi oluşumunu önler. Zerdeçal ile kanser tedavisi görenlerin kemoterepi süreci daha rahat geçer ve kemoterapinin yan etkileri azalır.
Diyabet nedeniyle oluşan komplikasyon risklerini engeller. Hafızayı güçlendirir.
Zerdeçal besin değeri açısından incelendiğinde:
1 çorba kaşığının yaklaşık 30 kcal olduğu bilgisine ulaşabilirsiniz.
Kalorisi düşük olan bu baharat metabolizmayı hızlandırarak kilo verilmesine destek olur.
Zerdeçal faydaları ve kullanımı oldukça geniş bir konu. Pek çok insanın sağlığı için faydalı özellikler barındıran zerdeçal neye iyi gelir? Aktarlardan ya da marketlerden kolayca ulaşabileceğiniz zerdeçalın aslında ne kadar marifetli bir baharat olduğunu ispatlayan faydalı bilgileri sizler için derledik:
Zerdeçal faydaları ile bizi şaşırtan baharatlardan biri. Düzenli olarak tüketilen zerdeçal rahim kalınlaşması yaşayan kadınların tedavilerine destek olur.
Çok aşırı kilo alma ya da verme, stres, ağır hastalıklar, ilaç kullanımı, menopoz dönemine yaklaşma, aşırı egzersiz yapma gibi durumlar zaman zaman kadınların adet dönemlerinde gecikme yaşamalarına sebep olabilir. Böyle durumlarda adet söktürücü bitkiler kullanılır. Zerdeçal rahim kasılmalarını artırarak östrojen hormonu salınımını düzenler ve adet siklusunun normal döngüsünü düzenlemeye yardımcı olur.
Güçlü bir antioksidan olan zerdeçal cilt beyazlatma konusunda da iddialıdır. Bir çay kaşığı zerdeçal, bir çay kaşığı bal ile birlikte yüze sürülüp 15 dakika bekletildiğinde cildinizi beyazlatır ve parlak bir görünüm sağlar. 1 çay kaşığı süt, 1 çay kaşığı yoğurt ve 1 çay kaşığı zerdeçal ile hazırlanan cilt maskesi ciltte yer alan morluk ve şişkinlikleri azaltır ve cildi aydınlatır. Zerdeçal yüz maskesi anti-inflamatuar özelliği ile ciltteki sivilce, siyah nokta, akne ve egzamaları tedavi eder. Cilt yüzeyindeki kirlenmeleri ve yağlanmayı önler.
Süt ve şeker ile karıştırılarak hazırlanan zerdeçal maskesi yüzdeki aşırı kıllanmanın önüne geçer. Yaşlanma etkilerini ve kırışıklıkları engeller. Anti-fungal özelliği ile saç derisinde oluşan kepeklenmeyi tedavi eder.
Hem tadın yumuşamasını sağlamak hem de güçleri birleşince iyi bir etki ortaya çıktığı için zerdeçal bal ile sık sık birlikte kullanılmaktadır.
Soğuk ve grip salgınlarının yoğunlaştığı kış aylarında zerdeçal zencefil ve bal ile hazırlanan karışım oldukça etkilidir. Ses kısılması ve öksürüğe iyi gelen bu karışım ayrıca boğaz ağrısını ve bademciğin iltihaplanmasını önler. Doğal bir antiseptik olan zerdeçal solunum yollarını açar.
Zerdeçal ile Diş Beyazlatma: Zerdeçal ve Hindistan cevizi yağı kullanarak sararan dişlerinizi beyazlatabilir, ışıl ışıl gülümseyebilirsiniz.
Zerdeçal anksiyete, depresyon ve alzheimer için nörolojik sağlığı güçlendirdiği için koruyucu niteliği taşımaktadır.
Zerdeçal Nasıl Tüketilmelidir?
Zerdeçal nasıl kullanılır sorusunun cevaplarına geldi sıra!
Zerdeçal tatlı dışında her yemekte baharat olarak kullanılabilir.
Safran ve körinin kullanıldığı birçok yemekte baharat olarak zerdeçalı da deneyebilirsiniz.
Zerdeçallı makarna ve zerdeçallı pilav bu konuda örnek olarak verilebilir.
Kahvaltıda yumurta seviyorsanız zerdeçallı omlet hoşunuza gidebilir.
Etlerinizin marinasyonunda baharat karışımına dahil edebilir ya da pişirme sırasında ekleyebilirsiniz.
Sebze yemeklerinize hem renk hem de lezzet amaçlı katabilirsiniz. Zerdeçalın karnabahar, kabak, brokoli ve Brüksel lahanası ile kullanımı yaygındır.
Çay içmeyi seviyorsanız, 1 çay kaşığı toz zerdeçalı 2 su bardağı sıcak su ile demleyerek zerdeçal çayı hazırlayabilirsiniz. Acı tadından dolayı zerdeçal ve bal birlikte kullanılabilir. İçerisine zencefil ekleyerek daha da lezzetlendirebilirsiniz.
Hintliler zerdeçalı yemeklerinde yağın içerisinde karabiber ile birlikte kullanır. Bu şekilde de deneyebilirsiniz.
Özellikle bahar aylarında vücut direncini arttırmak için çocuklarınıza zerdeçal süt karışımı iyi gelebilir.
Zerdeçallı süt ayrıca kanın temizlenmesine, ağrıların azalmasına, bakteri ve virüslerle vücudun savaşmasına yardımcı olmaktadır.
Peki, birbirinden farklı zerdeçal kürü çeşitleri hazırlayarak bağışıklık sisteminizi güçlendirmeye ne dersiniz?
Zerdeçal ve zencefil ile birlikte biraz da tarçın ve bal kullanarak harika bir kış içeceği hazırlayabilirsiniz.
Sadece zerdeçal limon çayı ile bile soğuk algınlığı ve gribe karşı önlem alarak sağlığınızı koruyabilirsiniz.
Zerdeçal yoğurt ile birlikte mükemmel bir ara öğün oluşturur ve kan şekerinizi düzenlemeye yardımcı olur.
Zerdeçal bozulur mu, bozulduğunu nasıl anlayabiliriz diyorsanız, kokusuna bakarak değişikliği fark edebilirsiniz. Paketli ürünlerde son kullanma tarihi de yardımcı olacaktır.
Harika Dünyayı keşfedin! Tüm Dünya yolları sizinle birlikte yürümek isterim
1 kişi bu makaleyi beğendi
Nükleer kirlilikten de muzdarip olan yerlerde, Japonya’daki Hiroşima ve Nagasaki’nin yeniden inşasını tamamlamak ve barış ve memnuniyet içinde yaşamak ve çalışmak 10 yıldan az sürdü.26 Nisan 1986’da Çernobil nükleer santralinin patlamasından bu yana, 37 yıl Yıllar sonra, birçok netizen için bir soru haline gelen, hala çorak bir yasak bölge.
Hiroşima ve Nagazaki, insanoğlunun atom bombası patlamasının gücünü gerçekten tattığı ve tamamen yok olduğu tek iki şehirdir. O zamanlar ölü sayısı sırasıyla 80.000 ve 40.000’e ulaştı ve nihai ölü sayısı sırasıyla 140.000 ve 74.000 idi; ancak yalnızca birkaç yıl sonra, 1948 ve 1949’dan başlayarak Hiroşima ve Nagazaki halkı evlerini yeniden inşa etmeye başladı. , Tüm projeleri 1958 yılında tamamlanmış ve o zamandan beri yeniden huzur ve mutluluk içinde yaşama ve çalışma hayatı yaşanmıştır.
Bugünkü Hiroşima ve Nagazaki dünyanın en iyi 500 şehri listesine girmiş, Hiroşima 149. sırada ve Nagazaki 142. sıradadır.
Buna karşılık, eski Sovyetler Birliği’ndeki Çernobil nükleer santrali 1986’da bir patlama kazası geçirdi. Nükleer reaktör havaya uçtu ve büyük miktarda radyoaktif madde açığa çıktı. Ancak olay yerinde ölenlerin sayısı çok değil, sadece 31 kişi ve 200’den fazla kişi ciddi şekilde ışınlandı, ancak sonraki 15 yıl içinde 60.000 ila 80.000 kişi öldü ve 134.000 kişi çeşitli radyasyon hastalıklarından muzdarip oldu. binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Şimdi, Çernobil nükleer santralindeki patlamanın üzerinden 37 yıl geçti ve orası hala çorak bir arazi. Peki Hiroşima ve Nagazaki, bu kadar büyük bir patlama ve yıkımdan sonra neden daha hızlı yeniden inşa edilebilmişken, Çernobil nükleer santralinin görünüşte daha küçük ölçekli patlaması hala korkutucu?
Japonlar ölümden korkmuyor da eski Sovyetler Birliği halkı ve şimdi Çernobil nükleer santralinin sahibi olan Ukraynalılar ölümden korkuyor olabilir mi? Ancak eski Sovyetler Birliği’nin halefi Rusya, savaşan bir ulus olarak biliniyor ve şu anda Ukrayna’yı fethetmek için şehitler gönderiyor.Ukraynalılar hiçbir zayıflık göstermedi, topraklarını etten kemikten savundu.
Bu şekilde yeniden inşa edip etmemek bir ölüm korkusu meselesi değil, daha derin bir sebeptir. Peki, bu iki patlamanın ve nükleer kirliliğin sonuçlarının farklı olmasına ne sebep oluyor?
Önce Hiroşima ve Nagazaki nükleer patlamalarının durumunu ve ayrıca radyoaktif nükleer kirlenme sürecini ve derecesini analiz edelim.
Atom bombası patlamasının insanlara ve çevreye verdiği zarar kabaca dört kategoriye ayrılabilir: birincisi, hasarın yaklaşık %50’sini oluşturan şok dalgası yüksek basınç hasarı; Özel hasar, hasarın bu kısmı yaklaşık %5, dördüncüsü radyoaktif madde kirliliği, bu kısım hasarın yaklaşık %10’unu oluşturuyor.
Atom bombası patlamasının yaralanma sürecine bakıldığında, ilk üç yaralanmanın tümü hızlı ve geçicidir.
İlk olarak, nükleer patlamanın yaydığı ışık küresi birkaç saniye sürer ve çevredeki sıcaklığın hızla milyonlarca dereceye ulaşmasını sağlar ve X-ışınları, ultraviyole ışınları, kızılötesi ışınlar ve görünür ışık dahil olmak üzere ışık radyasyonu çevreye yayılır. ışık hızı, yakın mesafeden nesneleri buharlaştıran, eriten, kavuran, öldüren ve hipoksiye neden olan, uzaktan ışınlanan ve hayatta kalan insanlar da derilerini yakar, gözlerini yok eder ve solunum yollarını yakardı.
İkincisi, alfa, beta, gama ve nötron akımları gibi nüfuz edici radyasyon insan vücudundaki hücrelere çarpar, DNA’yı iyonize eder ve yükler ve yüksek dozda radyasyon anında ölüme neden olur; hücrelerin normal fonksiyonlarını bozan insanlar acı çeker. Akut Radyasyon Hastalığı ve Kısa Sürede Ölüm; Radyasyona maruz kaldıktan sonra birçok insan yavaş yavaş kanserden öldü.
Üçüncüsü, nükleer patlamanın muazzam enerjisi tarafından üretilen ve hava, su, toprak ve diğer ortamlar aracılığıyla şiddetli bir şekilde çevreye iletilen ve benzersiz bir şok dalgası kasırgası oluşturan yüksek sıcaklık ve yüksek basınçlı gazdır. saniyede 440 metreye ulaşabilir, bu da kategori 12 kasırganın 10 katından fazladır. Bu ezici kasırga 2 kilometreyi 5 saniyede vurarak tüm engelleri yok etti ve çok sayıda insan yüksek basınçtan ve dolaylı olarak binaların çökmesi ve gömülmesinden öldü.
Yukarıda belirtilen yaralanmaların hepsi birkaç saniye içinde meydana geldi ve yaralanan kişi zaten yaralandı. Ve korkunç yavaş hasar, uzun vadeli radyoaktif kirlenme olan dördüncü seviyedir. Ama neden Hiroşima ve Nagazaki bu kirliliklerden korkmuyor ve insanlar sadece 13 yıl içinde orijinal topraklarda barış ve memnuniyet içinde yaşadılar ve çalıştılar?
Bu, Hiroşima ve Nagazaki’yi bombalayan iki atom bombasından bahsetmeli.
Lao Mei tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasından birine “Küçük Çocuk”, diğerine “Şişman” takma adı verildi. Bu iki atom bombasının patlama gücü çok büyük değildir ve patlayıcı eşdeğerleri sırasıyla yalnızca 13.000 ton ve 20.000 ton TNT patlayıcıya eşdeğerdir.Günümüzün milyonlarca ton hatta on milyonlarca tonluk nükleer savaş başlıkları ile karşılaştırıldığında, bunlar sadece Hiçbir şey.
“Little Boy”un midesinde bulunan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 toplam 64 kilograma sahiptir. “Little Boy” patlatmak için tabanca tipi bir yapı kullanır.Nükleer yükün yüzdesi fisyona uğramıştır yani yaklaşık 4,5 kg uranyum-235 fisyona uğramıştır.
Nükleer fisyonun kütle-enerji dönüşüm oranı %0,135 yani yaklaşık 0,6 gram kütle enerjiye dönüştürülür.Einstein’ın kütle-enerji denklemi E=MC^2’ye göre bu enerjiler 5,5*10^13 joule ulaşabilir, yaklaşık 13.000 ton TNT eşdeğeridir. Yani nükleer fisyon reaksiyonuna katılan 4,5 kg uranyum-235’e ek olarak, kalan yaklaşık 60 kg uranyum-235 patlayarak toz haline geldi ve mantar bulutu ile gökyüzüne uçtu ve yavaş yavaş dağıldı. ve karaya ve okyanusa düştü.
Doğal uranyum madenlerinde uranyum-238 %99,2, uranyum-235 ise sadece %0,72’dir.Bu nedenle atom bombalarında kullanılan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235, uranyum-238’den yapay olarak çıkarılır.
Uranyum 238’in yarı ömrü 4,5 milyar yıldır, yani doğal enerji salınımı yavaştır ve yarısını serbest bırakıp kaybetmek 4,5 milyar yıl sürer ki bu neredeyse dünyanın yaşına eşdeğerdir. Bu yavaş salınımın hayata verdiği zarar minimumdur; Uranyum-235’in yarılanma ömrü 700 milyon yıldır ve salınan radyoaktivite oranı uranyum-238’in altı katından fazladır, dolayısıyla yaşam için çok daha zararlıdır.
Ancak genel olarak konuşursak, zarar nispeten küçüktür ve avucunuzun içinde tutulan bir parça yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 çok fazla zarar vermez. Atom bombasının prensibi, uranyum-235’in kritik kütlesini kullanır. Kritik kütle denilen, yani belirli bir kütleye kadar üst üste yığılan nükleer fisyon malzemeleri, kendiliğinden bir nükleer fisyon zincir reaksiyonu üretecek ve böylece bir patlamayı tetikleyecektir.
Nükleer fisyon, nötron bombardımanı ile oluşur, bu nedenle kritik kütledeki farkı nötron reflektörü olup olmadığı belirler.
“Little Boy” 64 kilogram yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 ile donatılmıştır. Nükleer fisyon reaksiyonu 5 kilogramdan az tüketir ve kalan 60 kilogram havaya uçurulur. Atom bombası 500 metre yükseklikte patladığı için bu nükleer yakıtlar Yüksek irtifa havasına uçarken ve ardından geniş bir toprak ve deniz suyu alanına düştüğünde, çok az seyreltildi.
Aslında toprakta ve deniz suyunda zaten çok miktarda uranyum vardır.Doğal şartlar altında her 20 kilometreküp deniz suyu zaten “little boy” tarafından sızan uranyumun aynısını içerir ve “little boy” sızıntısı Bu deniz suyunda sürüklenmekten çok daha fazlası.
Atom bombasının yüksek sıcaklığı ve yüksek basıncı altında oldukça radyoaktif bir karışım haline gelen uranyumun bir kısmı da vardır, örneğin niyobyum-95, seryum-141, baryum-140, iyot-131, vb. Bu radyoaktif izotoplar çok zararlıdır, ancak yarı ömürleri çok kısadır, genellikle birkaç gün ila düzinelerce gün içinde hızla bozulur ve yok olur; seryum-141 ve sezyum-137 gibi nispeten uzun ömürlü izotopların bile yarı ömrü yaklaşık 30 yıldır. .
Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarında büyük miktarlarda bulunmayan bu radyoaktif izotoplar çoktan gitti, bu yüzden endişelenmenize gerek yok.
Nagazaki “Şişman Adam”, uranyum-235 ile yüklenen nükleer bombadan farklı malzeme ve yapılara sahip bir atom bombası olan plütonyum-239 yükünü kullanır.Bu atom bombasının patlayıcı gücü yaklaşık 20.000 ton TNT eşdeğeridir, bu da daha fazladır. “Little Boy”dan daha yıkıcı.Hiroshima’daki “little boy”dan daha büyük ama son kayıplar çok daha az.Bunun nüfus yoğunluğu, arazi ve benzeri birçok nedeni olabilir.
Aynı şekilde Nagazaki’nin maruz kaldığı nükleer kirlilik de Hiroşima’dakine benziyor, bu yüzden tek tek ayrıntılara girmeyeceğim.
Ancak Çernobil Nükleer Santrali farklıdır, o zamanki patlama atom bombasından çok daha düşük olmasına rağmen, patlamanın etkisi çok daha geniş kapsamlıydı, bu nedenle hala çorak, kısıtlı bir alandır.
Aslında Çernobil nükleer santralindeki patlama nükleer bir patlama değil, tasarım kusurları ve işletme hatalarından kaynaklanan bir kazan buhar patlamasıydı. Ancak patlamanın güçlü etkisiyle reaktörün üzerindeki 2.000 tonluk kapak uçtu ve büyük miktarda nükleer yakıt da dışarı sızdı.
Nükleer santrallerin elektrik üretimi için kullandıkları nükleer yakıt, atom bombası kadar yüksek saflıkta olmasa da miktar olarak çok büyük.Patlayan 4 Nolu reaktör 180 tona ulaştı ve bunun %2’si saf uranyumdu. zenginleştirilmiş uranyumdan daha radyoaktiftir ve doğrudan patlama sırasında sızmıştır.7-8 ton kadar var ki bu Hiroşima’daki “Little Boy”dan sızan miktarın 400 katıdır.
Ayrıca nükleer bomba patlamaları ve nükleer santral kirlilik yöntemleri de farklıdır.Hiroşima ve Nagasaki atom bombalarının ikisi de beş ila altı yüz metre yükseklikte patlatılmıştır.Kirleticilerin çoğu sıcak hava ile yükselir ve rüzgarla sürüklenir. Yerde kalan kirleticiler son derece yüksekti.Nükleer patlamadan sonra Japonya’da şiddetli bir yağmur oldu ve yerdeki kirleticiler yağmurla yıkanıp seyrelerek nehirlere ve denizlere akarak yerel kirliliği azalttı.
Çernobil nükleer santralinden sızan nükleer yakıt doğrudan toprağa maruz kaldı ve yangına müdahale etmek için yanlışlıkla itfaiye ekiplerine yüksek basınçlı su hortumları gönderildi. -yeraltı sularının ve toprağın kirlenmesi ve ayrıca 31 kişinin ölümüne neden oldu.İtfaiyeciler ve nükleer santral çalışanları radyasyondan öldü ve kalıntıları kalın kurşun tabutlara gömüldü.
Sonraki nükleer kirlilikten ölenlerin sayısı 93.000’e ve kansere neden olan insan sayısı 270.000’e ulaştı.
Daha da ürkütücü olan ise uranyum ve plütonyum gibi 200 tona yakın radyoaktif izotopun bu tahrip olmuş nükleer santralde hala yeraltında gömülü olması ve büyük miktarlarda bir araya toplanmış halde atom bombası gibi patlamayacak olsalar da zincirleme reaksiyona girmesidir. yavaş olmuştur.Toprağa sürekli nüfuz eder ve oluşur.
Kaza, Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya, Türkiye, Yunanistan, Moldova, Romanya, Litvanya, Finlandiya, Danimarka, Norveç, İsveç, Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Polonya, İsviçre, Almanya, İtalya dahil olmak üzere birçok ülkeyi etkiledi. İrlanda, Fransa ve Birleşik Krallık.
Bunların arasında Ukrayna en çok etkilenen ülke oldu. Yaygın nükleer toz Ukrayna’da on binlerce kilometrekarelik verimli araziyi kirletti. 473.000’i çocuk da dahil olmak üzere 2,5 milyondan fazla insan nükleer kirlilik nedeniyle çeşitli hastalıklardan acı çekti.
Kirlilik ayrıca doğada geniş çapta yayılan ve insanların gıda güvenliğini tehlikeye atan geniş bitki örtüsü ve vahşi hayvanlar üzerinde büyük zararlara ve etkilere neden olmuştur. Uzman tahminlerine göre bu felaketin doğal çevre üzerindeki etkisinin tamamen ortadan kalkması en az 800 yıl, kesintisiz nükleer radyasyon tehlikesi ise 100.000 yıl sürecek.
Bugün Çernobil’in etrafındaki hava hala niyobyum-95, seryum-141 ve baryum-140 gibi çok sayıda güçlü radyasyon maddesi ve ayrıca karada ve toprakta büyük miktarda nükleer kirlilikle dolu.Bu nedenle Çernobil 30 kilometre Bailey nükleer santralinin patlamasından çemberin merkezine kadar olan alanlar hala yasak.
Çernobil nükleer santralindeki nükleer kirlilik kazası, insanlık tarihindeki en büyük nükleer kirlilik olayıdır ve tehlikeleri karmaşıktır.Yukarıdaki açıklama yalnızca genel bir fikirdir.Bu felaketin genel zararının ve gelecekteki yönetimin Uluslararası organizasyonlar henüz tamamlanmadı.
Basitçe söylemek gerekirse, Hiroşima ve Nagazaki atom bombası patlamalarından sızan nükleer yakıt ile Çernobil nükleer santral patlamasından sızan nükleer yakıtın büyüklüğü tamamen farklı olduğu gibi, sızıntı kirliliği yöntemleri ve etki alanları da tamamen farklıdır. Bu nedenle Hiroşima ve Nagazaki, nükleer bombalamalardan kısa bir süre sonra evlerini yeniden inşa edebildiler ve insanlar, Çernobil hala korkunç bir yasak bölgeyken, barış ve memnuniyet içinde yaşayıp çalışabildiler.
Time-Space Newsletter’ın orijinal makalesi için lütfen yazarın telif haklarına saygı gösterin, anlayışınız ve desteğiniz için teşekkür ederiz.
Hayvanlar alemindeki bazı türler, ortalama bir insan ömrünün çok ötesinde, inanılmaz derecede uzun bir ömüre sahip. Ve beklediğiniz gibi bu listede kaplumbağalar yok.
İnsanların 150 yıllık bir “mutlak sınırı” olsa da, bu süre bazı hayvanların yaşadığı yüzyıllar ve bin yıllarla karşılaştırıldığında sadece bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen süreye denk gelir. Hatta bunun yanında bazı hayvanlar yaşlanma sürecini tamamen durdurabilir veya tersine çevirebilir.
Çok uzun ömürlü kara hayvanları olmasına rağmen (örneğin en yaşlı kaplumbağa yaklaşık 190 yaşında), hiçbiri bu listeye giremez. Gerçekten yaşam süresi bakımından şampiyonların hepsi suda yaşamını sürüyor. İşte dünyanın en uzun yaşayan 10 hayvanı:
1- Grönland Balinası: Potansiyel Olarak 200+ Yıl
Kuzey Kanada’daki Nunavut’taki Qikiqtaaluk Bölgesi yakınlarındaki sularda bir Grönland balinası.
Grönland balinaları (Balaena mysticetus) en uzun yaşayan memelilerdir. Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne (NOAA) göre, Arktik ve yarı arktik balinaların kesin ömrü bilinmemekte, ancak avlanan bazı bireylerde bulunan taş zıpkın uçları, 100 yıldan fazla yaşadıklarını ve 200 yıldan fazla yaşayabileceklerini kanıtlıyor.
Bu balinalar hasar görmüş DNA’larının onarılmasına olanak tanıyan ERCC1 adlı bir gen mutasyonuna sahipler. Bu mutasyon onları muhtemel bir ölüm sebebi olan kanserden korur. Ayrıca PCNA adı verilen bir genin kopyalanmış bir bölümünün olduğu ve bu genin hücre büyümesi ve hücre yenilenmesi ile ilgili olduğu bilinir. Daha önce belirtildiği gibi bu genin yaşlanmayı yavaşlatabileceği düşünülüyor.
2- Rougheye Kayabalığı: 200+ Yıl
Kayabalığı (Sebastes aleutianus).
Rougheye kayabalığı (Sebastes aleutianus) en uzun yaşayan balıklardan biri ve Washington Balık ve Yaban Hayatı Departmanına göre en az 205 yıllık bir maksimum ömre sahip. Bu pembe veya kahverengimsi balıklar, Kaliforniya’dan Japonya’ya kadar Pasifik Okyanusu’nda yaşar. Kanada’da nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerin durumunu değerlendiren bağımsız bir danışma kurulu olan Kanada’da Nesli Tehlike Altında Olan Yaban Hayatının Statüsü Komitesi’ne (COSEWIC) göre 97 santimetreye kadar büyüyebiliyorlar ve karides ve daha küçük balıklar gibi diğer hayvanları yiyorlar.
3- Tatlı Su İnci Midyesi: 250+ Yıl
Margaritifera cinsinden tatlı su midyeleri.
Tatlı su inci midyeleri (Margaritifera margaritifera), sudaki yiyecek parçacıklarını filtreleyen çift kabuklulardır. Esas olarak nehirlerde ve akarsularda yaşarlar ve ABD ve Kanada dahil olmak üzere Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunabilirler. Bilinen en eski tatlı su inci midyesi, Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na (WWF) göre 280 yaşındaydı. Bu omurgasızlar düşük metabolizmaları sayesinde uzun ömürlüler.
Tatlı su inci midyeleri nesli tükenmekte olan bir tür. Uluslararası Doğa Koruma Birliğine (IUCN) göre, bağlı oldukları nehir habitatlarındaki bozulma ve değişiklikler de dahil olmak üzere insan kaynaklı çeşitli faktörler nedeniyle nüfusları azalıyor.
4- Grönland Köpekbalığı: 272+ Yıl
Grönland köpekbalığı.
Grönland köpekbalıkları (Somniosus microcephalus) Arktik ve Kuzey Atlantik okyanuslarının derinliklerinde yaşıyor. Kanada’daki St. Lawrence Köpekbalığı Gözlemevi’ne göre, 7,3 metre uzunluğa kadar büyüyebilirler ve balık ve foklar gibi deniz memelileri de dahil olmak üzere çeşitli diğer hayvanları içeren bir diyete sahipler.
Science dergisinde yayınlanan 2016 Grönland köpekbalığı göz dokusu araştırması, bu köpekbalıklarının en az 272 yıllık maksimum ömre sahip olabileceğini tahmin ediyor. Bu çalışmadaki en büyük köpekbalığının yaklaşık 392 yaşında olduğu tahmin edildi ve araştırmacılar, köpekbalıklarının muhtemelen 512 yaşında olabileceğini öne sürdüler. Yaş tahminleri bir dereceye kadar belirsizlikle süregeldi ancak 272 yıllık en düşük tahmin bile bu köpekbalıklarını hala Dünya’daki en uzun yaşayan omurgalılar olduğunu ortaya çıkarıyor.
5- Tüp Solucanı: 300+ Yıl
Okyanus tabanındaki tüp solucanları.
Tüp solucanları, derin denizlerin soğuk ve istikrarlı ortamında yaşayan uzun ömürlü omurgasızlardır. The Science of Nature dergisinde 2017 yılında yayınlanan bir araştırma, Meksika Körfezi’ndeki okyanus tabanında yaşayan bir tüp solucanı türü olan Escarpia laminata’nın ortalama olarak 200 yıla kadar yaşadığını ve bazı örneklerin 300 yıldan fazla hayatta kaldığını buldu. Tüp solucanları, onları avlayan avcıların eksikliği gibi birkaç doğal nedenden dolayı düşük bir ölüm oranına sahip ve bu da onların bu kadar uzun ömürlere sahip olmalarına yardımcı oluyor.
6- Quahog İstiridyeleri: 500+ Yıl
Massachusetts, Cape Cod’da bir kumsalda bir quahog istiridyesi.
Okyanus quahog istiridyeleri (Arctica islandica) Kuzey Atlantik Okyanusu’nda yaşıyor. Bu tuzlu su türü, bu listedeki diğer çift kabuklulardan, tatlı su inci midyelerinden bile daha uzun yaşayabilir. Birleşik Krallık’taki Galler Ulusal Müzesi’ne göre 2006 yılında İzlanda kıyılarında bulunan bir okyanus quahog istiridyesi 507 yaşındaydı. Eski istiridye, Ming Hanedanlığı’nın Çin’i yönettiği 1499’da (1368’den 1644’e kadar) doğduğu için Ming olarak adlandırıldı.
7- Siyah Mercan: 4.000+ Yıl
Bir resif üzerinde siyah mercan çalıları.
Mercanlar renkli, su altı kayaları ve bitkileri gibi görünürler, ancak aslında polip adı verilen omurgasızların dış iskeletlerinden oluşurlar. Bu polipler sürekli olarak çoğalır ve genetik olarak özdeş bir kopya oluşturarak kendilerini değiştirirler, bu da zamanla mercan dış iskelet yapısının daha da büyümesine neden olur. Bu nedenle mercanlar, Grönland köpekbalıkları veya okyanus quahog istiridyeleri gibi tek bir organizma olmaktan ziyade birden fazla özdeş organizmadan oluşur. Dolayısıyla bir mercanın ömrü daha çok bir ekip çalışmasıdır.
Mercanlar yüzlerce yıl veya daha fazla yaşayabilir, ancak derin su siyah mercanları (Leiopathes sp.) en uzun ömürlü mercanlar arasında yer alıyor. Hawaii kıyılarında bulunan siyah mercan örneklerinin 4.265 yaşında olduğu ölçüldü.
8- Cam Sünger: 10.000+ Yıl
Cam süngerleri.
Süngerler, mercanlara benzer hayvan kolonilerinden oluşur ve binlerce yıl yaşayabilir. Cam süngerleri yeryüzündeki en uzun yaşayan süngerler arasında yer alıyor. Bu grubun üyeleri genellikle derin okyanusta bulunuyor ve cama benzeyen iskeletlere sahipler. Chemical Geology dergisinde yayımlanan 2012 tarihli bir araştırma, Monorhaphis chuni türüne ait bir cam süngerin yaklaşık 11.000 yaşında olduğunu tahmin ediyor. Diğer sünger türleri daha da uzun yaşayabilir.
9- Turrıtopsıs Dohrnıı (Ölümsüz denizanası): Potansiyel olarak ölümsüz
Florida’daki Palm Beach kıyılarında bir Turritopsis ölümsüz denizanası.
Turritopsis dohrnii’ye ölümsüz denizanası denir çünkü potansiyel olarak sonsuza kadar yaşayabilirler. Denizanaları, deniz tabanına yerleşip poliplere dönüşmeden önce larva olarak hayata başlarlar. Bu polipler daha sonra serbest yüzen denizanası üretir. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ne göre, yetişkin Turritopsis dohrnii, fiziksel olarak hasar görürse veya açlıktan ölürse poliplere dönüşebilmeleri ve daha sonra denizanası durumlarına geri dönebilmeleri bakımından özeldir.
Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’ne göre, Akdeniz’e özgü olan denizanası, yaşam döngülerini birden çok kez tersine çevirme başarısını tekrarlayabilir ve bu nedenle doğru koşullar altında asla yaşlılıktan ölmeyebilir. Turritopsis dohrnii çok küçük (4,5 milimetreden daha kısa) ve balık gibi diğer hayvanlar tarafından yenir veya başka yollarla ölebilir, bu da onların gerçekten ölümsüzlüğe ulaşmalarını engeller.
10- Hydra (tatlı su polipleri): Potansiyel olarak ölümsüz
Ölümsüz olabilecek küçük omurgasız bir Hydra.
Hydra, biraz denizanası gibi görünen yumuşak gövdeli küçük bir omurgasız grubu. Turritopsis dohrnii gibi Hydra’lar da sonsuza kadar yaşama potansiyeline sahip ve yaşla birlikte bozulma belirtileri göstermez. Bu omurgasızlar büyük ölçüde, çoğaltma veya klonlama yoluyla sürekli olarak yenilenen kök hücrelerden oluşur. Hydra’lar, yırtıcı hayvanlar ve hastalık gibi tehditler nedeniyle doğal koşullar altında sonsuza kadar yaşamazlar, ancak bu dış tehditler olmadan ölümsüz olabilirler.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.