Evrenin Akılalmaz Büyüklüğü!

izleyici yorumları :

bedar bilim

Evrenin çapı değil yarıçapı 46,5 milyar ışık yılı, çapı 93 milyar ışık yılıdır. Çok fazla sayı olunca bir an kafa karışmış 🙂

deprem ve Avcılar

Evrene bakınca evrenin büyüklüğünü değilde Allahın büyüklüğünü görenlere selâm olsun

evren ve uzay

1 ay önce: Allahın merhameti ve büyuklüğü herşeyin üstündedir

Elektrikli Lamba kullanımı örnek tasaruf

https://yandex.ru/video/preview/6390264575793338184

SONSUZA KADAR ÜCRETSİZ ELEKTRİK NASIL ELDE EDİLİR – TESLA’NIN GİZLİ BULUŞU

Herkese bedava elektrik ve Tesla’nın unutulmuş 4 icadı daha

Kaynak: vmirechudes.com 127528

kaynak : https://econet.ru/articles/148027-besplatnoe-elektrichestvo-dlya-vseh-i-esche-4-zabytye-izobreteniya-tesly

Gönderiyi kaydet

Şu anda gerçek dünyamızda var olan her şey bir zamanlar harika bir icattı. Basit bir ampul bile. Ama neden bilim kurgu yazarlarının birkaç on yıl önce hayalini kurduğu o harika, fantastik dünyada yaşamıyoruz?

       

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

Bazı çevrelerde, mevcut sosyal piramidin tepesindeki insanların kasıtlı olarak ilerlemeye müdahale ettikleri ve tüm dünya için bir mucize olabilecek devrimci teknolojileri yok ettikleri ve böylece geleneksel işlerini tehdit ettikleri yönünde popüler bir teori var.

Bu bağlamda en çok Nikola Tesla’nın mühendislik dehası hatırlanır. Olağanüstü bir mucit, medeniyetimizin teknolojik ilerlemesini yüzlerce yıl ilerletebilir, ancak en iddialı projelerinin tümü kaybedildi.

Tesla’nın gerçekten ortaya çıkarabileceği şey buydu , ancak bunların sadece “fantezi” olduğuna inanılıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=neP9jUr5IqA

Ölüm ışını

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

Nikola Tesla, Tele Force adını verdiği “ölüm ışınını” 1930’larda icat ettiğini iddia etti.

Cihaz, yoğun bir enerji ışını üretebilir ve bunu istenen noktaya yönlendirebilir:

Tesla, ”  Bu teknolojiyi düşman savaş uçaklarını, tüm yabancı orduları veya yok etmek istediğiniz herhangi bir şeyi yok etmek için kullanabiliriz” diye yazdı.

Ancak Ölüm Işını asla inşa edilmedi. Belki de Tesla, bu tür silahlarla tek tek ülkelerin birbirini yok etmesinin çok kolay olacağını anladığında, kendisiyle ilgili tüm belgeleri ve eskizleri kendisi yok etti.

Tesla’nın icadı “322 kilometrelik bir yarıçap içindeki her şeyi yok edebilir … Bu, büyük veya küçük herhangi bir ülkeyi ordular, uçaklar ve diğer saldırı araçları için zaptedilemez hale getirecek.”

Tesla, bu icadının defalarca çalınmaya çalışıldığını söyledi. Bilinmeyen kişiler, belgelerini karıştırarak ofisine girdi. Ancak bilim adamı her şeyi o kadar iyi sakladı ki ciddi bir şey bulamadılar.

Tesla Osilatörü

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

1898’de Tesla, ofisini ve etrafındaki her şeyi barındıran tüm binayı neredeyse havaya uçuran küçük bir salınımlı cihaz inşa ettiğini ve yerleştirdiğini iddia etti.

Yani cihaz depremleri simüle edebiliyor. Buluşunun yıkıcı potansiyelinin farkına varan Tesla, osilatörü bir çekiçle yok etti ve çalışanlarına, biri sorulursa depremin nedeni hakkında sessiz kalmaları talimatını verdi.

Bazı bilim adamları, ABD hükümetinin Tesla’nın Alaska’daki HAARP tesisindeki araştırmalarını kullanmaya devam ettiğine inanıyor.

Herkese bedava elektrik

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

Tesla, JP Morgan’ın sağladığı finansmanın yardımıyla 1901-1902’de New York’ta dev bir kablosuz dalga iletim istasyonu olan Wardenclyffe Tower’ı tasarladı ve inşa etti.

Morgan, Wardenclyffe kulesinin tüm dünyada kablosuz iletişim sağlayabileceğini düşündü. Ancak Tesla’nın başka planları vardı. Elektriği ücretsiz olarak iletmek ve dünyaya ücretsiz radyo iletişimi sağlamak istedi.

Tesla, Atlantik Okyanusu’nu aşıp İngiltere’ye ve açık denizlerdeki gemilere mesaj, telefon ve faks görüntüleri göndermek için kullanacaktı. Onlar. aslında on yıllar sonra ortaya çıkmayan tüm teknolojilerde ustalaştığını iddia etti.

Ve bu kule bir şekilde elektriği iletmek zorundaydı. Proje işe yararsa, o zaman herkesin toprağa bir çapa saplayarak elektrik alabileceğini söylüyorlar.

Ne yazık ki, bedava elektrik karlı değil.

Tesla’nın patronları da dahil olmak üzere sanayicilerin ve finansörlerin hiçbiri enerji endüstrisinde devrim niteliğinde değişiklikler istemiyordu. İşlerinin varlığını tehdit eden bir değişiklik.

Toplumun petrole ve kömüre ihtiyacı olmasaydı dünyanın nasıl bir yer olacağını bir düşünün. “Güçlü olanlar” o zaman her şeyi kontrol edebilir mi?

JP Morgan değişiklikleri finanse etmeyi reddetti. Proje 1906’da terk edildi ve asla başlamadı.

Tesla uçan daire

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

1911’de Nikola Tesla, The New York Herald’a “yerçekimine karşı uçan bir makine” üzerinde çalıştığını söyledi:

“Uçağımın kanatları veya pervanesi olmayacak. Yerde gördüğünüzde bunun bir uçak olduğunu asla tahmin edemezsiniz. Ancak, hava koşullarından bağımsız olarak ve “havadaki deliklere” dikkat etmeden, herhangi bir yöne, diğerlerinden daha yüksek bir hızda, tam bir güvenlikle uçabilecektir. Güçlü rüzgarlarda bile uzun süre havada tamamen hareketsiz kalabilecektir. Kaldırma kuvveti, hassas kuş benzeri yapıdan etkilenmeyecektir. Her şey doğru mekanik eylemle ilgili.”

Tesla’nın uçan dairesi, sistemin serbest enerjisinden güç alırken, havacılık ve otomotiv endüstrisindeki diğer her şey petrol ve petrol ürünlerine bağlıydı.

Buluşu, serbest güç aktarım sistemiyle aynı kaderi paylaştı.

Süper Hızlı Hava Gemileri

Herkese bedava elektrik ve Tesla'nın unutulmuş 4 icadı daha

Tesla, elektrikli hava gemilerinin yerden yaklaşık 13 kilometre yükseklikte seyahat ederek yolcuları New York’tan Londra’ya 3 saatte taşıyacağına söz verdi.

Ayrıca, hava gemilerinin doğrudan atmosferden enerji çekebileceğini ve yakıt ikmali yapmak için durması gerekmeyeceğini de öngördü. İnsansız hava gemileri, yolcuları önceden seçilmiş bir varış noktasına taşımak için bile kullanılabilir. Bu buluş için ona asla kredi verilmedi.

Aradan uzun yıllar geçti ve bugün savaş görevlerini yerine getiren dronlarımız, inanılmaz hızlarda uçan süpersonik uçaklarımız ve üst atmosferde Dünya’nın etrafında uçabilen uzay araçlarımız var.

Bu arada, bazı komplo teorisyenleri FBI’ın Tesla’nın ölümünden sonra tüm çalışmalarını, araştırmalarını ve icatlarını çaldığına inanıyor. Evinden ve ofisinden tüm belgeleri çıkardılar. econet.ru tarafından yayınlandı 

PS Ve unutmayın, sadece tüketiminizi değiştirerek dünyayı birlikte değiştiriyoruz! © econetMakaleyi beğendiniz mi? Düşüncelerinizi yorumlara yazın.

Not: Nıkola Tesla Babası Büyük ada Ruhban okulu bitirmiş ve uzun yıllar Büyük adada kaldığı dönem Büyük ada kutubhanesinde vakit geçiyormuş.

Ruhban okulu bitirdikten sonra Osmanlı toprkları Sırbistan dönmüş. Yanında giderken bazı notlar ve eski arşiv yazıları ve tutanakları yanına alarak Sırbistana götürmüş.

Bu yazılar sayesinde çalıştığı Kilise üzerine Paratoner yerleştirmiş. Sağnak Yamur gök gürültülü ve şimşekli havalarda kilise üerine yıldırım düşmelerde Kilise haç üzerinde bulunan paratoner bazı mucizelere yol açmaktaimiş. Örn Yıldırım kilise tepesinde haç üzerinde çarpma durumlarda Kilise çatı kaplaması komple yıldırım yansıması oluşma durumlarda tanrısal söylemlere yol açmaktaimiş.

https://econet.ru/articles/148027-besplatnoe-elektrichestvo-dlya-vseh-i-esche-4-zabytye-izobreteniya-tesly

Audi Volkswagen Škoda  Dijital hizmet yükseltmelerini birlikte zorlayacak

Audi, bu yıl 6 yeni otomobilin lansmanını duyurdu

Volkswagen – Škoda  ve Volkswagen Travel,

Dijital hizmet yükseltmelerini birlikte zorlayacak

toprak altın hattı
Haber altın hattı 2023-03-13 23:00:00

Salgın sonrası toparlanmayla karşı karşıya kalan Volkswagen Group Taiwan (VGT) bünyesindeki Audi, Volkswagen, Škoda ve Fox Business Travel, 2023 yıllık planlarını açıklamak için ilk kez ortaklaşa bir yıllık basın toplantısı düzenledi. Ancak orijinal ürün boşluğundan etkilenen Volkswagen ve Škoda’nın 2023’te ağır yeni otomobilleri tanıtma planları yok.Audi, Tayvan’a arka arkaya 6 yeni otomobilin geleceğini tahmin etti.Volkswagen Business Travel net bir açıklama yapmasa da ancak 2022’de Caddy California’nın bu yıl tanıtılıp satılacağı öngörülüyordu ve bu yıl Volkswagen için çok önemli bir yeni otomobil olması bekleniyor.

Škoda (soldan), Audi, Volkswagen Business Travel ve Volkswagen Tayvan başkanları ortaklaşa yıllık planı açıkladı. (Fotoğraf / Chen Yihong)

Aslında, Volkswagen Grubu Tayvan’ın (VGT) 2023’teki Audi, Volkswagen, Škoda ve Fox Business Travel markalarının ana geliştirme odağı, temel yükseltmeler, hizmet süreci optimizasyonu ve dijital araç ithalatı vb. dahil olmak üzere hizmet odaklı yükseltmeler olacak. Bunlar arasında tüketim alışkanlıklarının değişmesi nedeniyle tüketicilerin online hizmetleri ve online araba satın alımlarını kabulü önemli ölçüde artmıştır.2023 yılında VGT’nin markaları, online araba satın alma, sanal showroomlar, akıllı arabalar dahil olmak üzere dijital hizmet içeriklerini daha da geliştireceklerdir. müşteri nezaket projeleri vb., hatta çevrimiçi bakım randevusu hizmetini daha mükemmel hale getirir. Aynı zamanda, daha sonra Volkswagen, Škoda ve Volkswagen marka elektrikli araçların Tayvan’a tanıtılmasına hazırlanmak için saf elektrikli yaşam döngüsünü daha da devreye alacak.

Škoda, markanın en son kimlik unsurlarını sunma fırsatını değerlendirdi. (Fotoğraf / Chen Yihong)

Ürün planlaması açısından, 2023 yılı VGT’nin 4 marka ürünündeki boşlukla aynı zamana denk geldiğinden, nispeten az sayıda yeni önemli otomobil var, ancak her markanın yıllık model güncellemeleri, donanım yükseltmeleri veya özel modeller ve ürünleri. Ancak bu aşamada hangi modellerin 2023’te rekabet gücünü ne şekilde güçlendireceğini söylemek henüz mümkün değil.

VGT kapsamındaki markaların çoğu, bu yıl ekipman yükseltmeleri ve diğer modlarla savaş güçlerini artırmayı planlıyor. (Fotoğraf / Chen Yihong)

Ancak böyle bir dezavantaj karşısında Audi, yine de 6 yeni eser tanıtacağını öngörüyor. 2021 ile 2022 yılları arasında orijinal Audi fabrikasının piyasaya sürdüğü yeni eserlerden yola çıkarak spekülasyon yaparsak, Q8 e-tron ve Q8 e- tron ​​Sportback’in iki elektrik işi, Tayvan pazarına girmesi en muhtemel işler olacak. 2023 bitmeden. Ayrıca Audi Sport, RS 6 Avant ve RS 7 Sportback’in performansı artırılmış versiyonlarını da geçen yıl Kasım ayında piyasaya sürdü ve bu da tanıtımın hedefi haline gelebilir.

👉 2023 MG HS 2.0T AWD yeni güç 1.069 milyon güçlü çıkış! Sınır ötesi model ZS’nin yılın ikinci yarısında güçlü olacağı tahmin ediliyor!

Q8 e-tron’un Audi Tayvan tarafından tanıtılan altı yeni modelden biri olması bekleniyor. (Resim kaynağı/Audi)

Audi’nin yanı sıra Fox Business Travel, 2023 yılında afet yardım komuta araçları, mobil teşhis ve tedavi araçları, ambulanslar veya yardım araçları gibi özel ihtiyaçları olan araçlara özel özelleştirilmiş çözümler sunarak kişiye özel çözümlerini daha da güçlendireceğini belirtti. özel tüketici ihtiyaçları. Aynı zamanda Fox Business Travel, 2023’te Fox Business Travel’ın öne çıkan özelliği haline gelmesi beklenen “en küçük California” Caddy California’yı 2023’te satışa çıkaracağını da 2022’de duyurdu.

En küçük model olan Caddy California’nın bu yıl Volkswagen Travel’ın öne çıkan modeli olması bekleniyor. (Fotoğraf / Chen Yihong)

Piyasada merakla beklenen elektrikli araçlara gelince, Volkswagen’in bu yıl bitmeden ID.3 ve ID.4 satışlarına başlayabileceği konuşulsa da. Bu bağlamda, VGT ve Volkswagen ortak basın toplantısında doğrulama yapmadılar, sadece Tayvan’ın elektrikli araç pazarı konusunda iyimser olmalarına rağmen, Tayvan’ı ne zaman tanıtabileceklerinin orijinal fabrikanın üretim kapasitesine ve planlamasına bağlı olduğunu ortaya koydular. Audi’nin Q4 e-tron’u da dahil olmak üzere ID.3 ve ID.4 dışında, Fox Business Travel’ın ID.Buzz ve Škoda Enyaq iV’nin bu yıl Tayvan’da satılması pek olası değil. Ancak tüm VGT markalarının elektrikli araçların tanıtımı için değerlendirme ve planlamaya başladığı anlaşılıyor.Eğer objektif durum izin verirse bu yıldan daha fazla haber gelebilir.

Daha fazla okuma:

👉 En yeni araba modelleri raflarda: https://autos.yahoo.com.tw/latest-cars

👉 En yeni motosiklet modelleri raflardaki: https://autos.yahoo.com.tw/latest-bikes

👉 Daha popüler yeni araba sıralamaları: https://autos.yahoo.com.tw/popular-cars/

👉 Daha fazla elektrikli araba ve hibrit araba: https://autos.yahoo.com.tw/car-topics/EV-and-Hybrid

2023 USA Nüfusun Yüzde Kaçı Transseksüel

2023 What Percentage of the Population is Transgender 2023

https://tr.wikipedia.org/wiki/Amerika_Birle%C5%9Fik_Devletleri_demografisi

Transseksüel, cinsiyeti veya kişisel kimlik duygusu doğdukları cinsiyetle uyuşmayan insanları tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Başka bir deyişle, bir trans kişi erkek olarak doğmuş olabilir ama kendini kadın olarak tanımlayabilir veya tam tersi olabilir.

Trans bireyler, LGBTQ+ topluluğunun bir parçasıdır. Williams Enstitüsü’ne göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1,4 milyon yetişkin kendini transseksüel olarak tanımlıyor . 18-24 yaş arası yetişkinlerin yaklaşık %0,5’i kendini transseksüel olarak tanımlıyor ve 65 yaş ve üstü yetişkinlerin %0,3’ü kendini transseksüel olarak tanımlıyor.

Trans Kişileri Koruyan Yasalar

LGBTQ hakları söz konusu olduğunda , Amerika Birleşik Devletleri yıllar içinde önemli adımlar attı. Bazı eyaletlerde trans bireyler için istihdam, toplu barınma, barınma, kredi ve okullar dahil olmak üzere korumalar vardır. Ne yazık ki, birçok eyalette bu korumalar mevcut değil.

Aşağıdaki 13 eyalet, istihdamda trans bireylere karşı ayrımcılığı yasaklamaktadır : California , Colorado , District of Columbia, Illinois , Iowa , Maine , Minnesota , New Jersey , New Mexico , Oregon , Rhode Island , Vermont ve Washington .

Aşağıdaki 14 eyalet, trans bireyleri toplum içinde ayrımcılığa karşı koruyor : California, Colorado, District of Columbia, Hawaii , Illinois, Iowa, Maine, Minnesota, New Jersey, New Mexico , Oregon, Rhode Island, Vermont ve Washington.

Aşağıdaki 13 eyalet, trans bireyleri barınma konusunda ayrımcılığa karşı koruyor : California, Colorado, Hawaii, Illinois, Iowa, Maine, Minnesota, New Jersey, New Mexico, Oregon, Rhode Island, Vermont ve Washington.

Aşağıdaki görülen eyaletler, trans bireyleri kredinin uzatılmasında ayrımcılığa karşı korumaktadır : Illinois, Iowa, Maine, Minnesota, New Mexico, Vermont ve Washington

Aşağıdaki 11 eyalet, devlet okullarında (ve bazı durumlarda devlet fonu alan özel okullarda) cinsiyet kimliği ayrımcılığını yasaklamaktadır: California, Colorado, District of Columbia, Illinois, Iowa, Maine, Minnesota, New Jersey, Oregon, Vermont ve Washington.

Eyaletlere Göre Transseksüel Nüfus

Trans bireylerden oluşan nüfusun yüzdesini hesaplamak zordur, çünkü bu verileri toplamanın tek yolu, yanıt verenlerin gönüllü olarak katıldığı anketlerdir.

2020 verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri’nde yetişkin nüfusun yaklaşık %1,9’u kendini transseksüel olarak tanımlıyor. Transseksüel nüfusun eyaletlere göre dağılımında, Columbia Bölgesi %2,77 ile en yüksek orana sahip. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm eyaletlerde, yetişkin nüfusun% 1’inden daha azını oluşturan trans yetişkinler vardır.

Transseksüel olmanın tanındığı başka ülkeler de var, ancak bu ülkelerde kaç tane trans insan olduğuna dair çok az veri var. Hindistan gibi bazı ülkeler , transseksüeli üçüncü bir cinsiyet olarak tanır. Ancak diğer uluslar bu fikre pek açık değil. Avrupa’daki 36 ülkede , bir trans bireyin yasal olarak tanınması için ruh sağlığı teşhisi konulması gerekmektedir. Hatta yirmi Avrupa ülkesi trans bireylerin kısırlaştırılmasını şart koşuyor.

Hawaii, Kaliforniya, Georgia , New Mexico

Amerika Birleşik Devletleri’nde transseksüel olarak tanımlanan toplam 1,6 milyon insan var. Transseksüel nüfusun çok daha yüksek olduğu eyaletler var. Hawaii, California, Georgia ve New Mexico’da en yüksek transseksüel nüfus var. Bu dört eyalet, toplam nüfusun %0,8’ini oluşturan transseksüel nüfusun çoğunluğuna sahiptir.

Teksas , Florida , Kaliforniya

Bazı eyaletlerde, transseksüel nüfus, toplamda 100.000’den fazla kişiyle önemlidir. Bu çok sayıda trans birey, nüfusun önemli bir yüzdesini oluşturmasa da (genel olarak o eyaletteki yüksek nüfus nedeniyle), yine de önemli bir sayıdır. Kaliforniya’da 218.000 kişi kendini transseksüel olarak tanımlıyor. Florida’da transseksüel olarak tanımlanan 100.300 kişi var. Teksas’ta 125.350 kişi kendini transseksüel olarak tanımlıyor.

Columbia Bölgesi

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en fazla transseksüel nüfusa sahip en yüksek eyalet veya bölge, Columbia Bölgesi’dir. Bu bölgede yaklaşık 14.550 kişi kendini transseksüel olarak tanımlıyor. Bu sayı eyalet nüfusunun yaklaşık %2,77’sini oluşturmaktadır. Öncelikle küçük bir nüfusla, trans bireyler toplam nüfusun en önemli bölümünü oluşturuyor.

Kuzey Dakota , Iowa, Wyoming , Montana , Güney Dakota

ABD’deki bazı eyaletler, transseksüel olarak tanımlanan nüfusun çok daha düşük bir yüzdesine sahiptir. Montana, Kuzey Dakota, Iowa, Wyoming ve Güney Dakota’da en düşük nüfus yüzdesi transseksüeldir. Bu eyaletlerde, nüfusun %0,3’ü transseksüeldir. Bu eyaletler de diğer eyaletlere göre daha düşük bir nüfusa sahip olsa da, bu eyaletlerde yaşayan trans bireylerin sayısı da daha düşüktür.

Kalan Eyaletler

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki geri kalan eyaletlerde de transseksüel bir nüfus var. Transseksüel, doğumda atanan cinsiyetten farklı bir cinsiyetle özdeşleşen kişileri ifade eder. Ya da transseksüel insanlar, ikili erkek ve kadın tanımlarından farklı bir cinsiyet olarak tanımlayabilirler. Bu istatistiklere katkıda bulunan son araştırmalarda bildirilen sayıların tümü, kendi bildirdiği kimliklerdir. Bu durumlar, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, diğer durumların yüksek ve düşük aralığı arasında yer alır. Genel olarak, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki nüfusun yaklaşık %0,6’sı kendini transseksüel olarak tanımlıyor.

Yaş

En şaşırtıcı şekilde, transseksüel nüfusun çoğunluğunun genç demografiden olduğu görülüyor. 18 ila 24 yaşları arasındaki kişilerin kendilerini transseksüel olarak tanımlama olasılığı daha yüksektir. Bu yaş aralığı, nüfusun %0,7’sini oluşturmaktadır. 65 yaş ve üstü daha eski nesiller de çok daha düşük bir yüzde olsa da kendilerini transseksüel olarak tanımlıyor. Toplam nüfusun, kendini trans olarak tanımlayanların %0,5’i 65 yaşın üzerindedir.

Trans bireylerin en yüksek yüzdesine sahip on eyalet şunlardır:

  1. Columbia Bölgesi – %2,03
  2. Havai – %0,57
  3. New Mexico – %0,55
  4. Kaliforniya – %0,54
  5. Gürcistan – %0,51
  6. Vermont – %0,46
  7. Mississippi – %0,46
  8. Oklahoma – %0,46
  9. Oregon – %0,45
  10. Florida – %0,45

Nüfusun Yüzde Kaçı Transseksüel 2023

Transseksüel Nüfus 100.000 Kişi Başına Transseksüel Nüfus CaliforniaTexasFloridaNew YorkGeorgiaIllinoisNorth CarolinaPennsylvaniaOhioVirginiaMichiganWashingtonTennesseeArizonaNew JerseyMassachusettsIndianaMissouriMinnesotaAlabamaMarylandSouth CarolinaLouisianaColoradoOregonWisconsinOklahomaKentuckyDCMississippiArkansasNevadaConnecticutNew MexicoKansasHawaiiIowaUtahWest VirginiaNebraskaMaineIdahoDelawareNew HampshireRhode IslandVermontAlaskaMontanaSouth DakotaNorth DakotaWyoming20,00040,00060,00080,000100,000120,000140,000160,000180,000200,000220,000

Nüfusun Yüzde Kaçı Transseksüel 2023

Kaynağı Göster

CSV’LERJSON

DurumTransseksüel Nüfus100.000 Kişi Başına Transseksüel Nüfus Transseksüel Nüfus Yüzdesi
Columbia Bölgesi14.5502.032%2,03
Hawaii8.450569%0,57
Yeni Meksika11.750550%0,55
Kaliforniya218.400543%0,54
Gürcistan55.650505%0,51
vermont3.000463%0,46
Mississippi13.650461%0,46
oklahoma18.350456%0,46
oregon19.750453%0,45
Florida100.300449%0,45
Delaware4.550447%0,45
Louisiana20.900445%0,45
Alabama22.500441%0,44
Arkansas13.400441%0,44
Tennessee31.200441%0,44
kuzey Carolina44.750418%0,42
Massachusetts29.900417%0,42
Minnesota24.250416%0,42
arizona30.550414%0,41
Teksas125.350413%0,41
Washington32.850411%0,41
Missouri25.050404%0,4
Indiana27.600401%0,4
Güney Carolina21.000399%0,4
nevada12.700394%0,39
Virjinya34.500391%0,39
Maine5.350390%0,39
Kentucky17.700389%0,39
Illinois49.750388%0,39
New York78.600384%0,38
Rhode Adası4.250383%0,38
Alaska2.700365%0,36
Maryland22.300354%0,35
Kolorado20.850348%0,35
Batı Virginia6.100343%0,34
Connecticut12.400343%0,34
Ohio39.950336%0,34
Pensilvanya43.800335%0,33
Michigan32.900325%0,32
New Hampshire4.500322%0,32
Wisconsin19.150322%0,32
New Jersey30.100319%0,32
Kansas9.300314%0,31
Nebraska5.400270%0,27
ıdaho4.750247%0,25
Montana2.700243%0,24
Wyoming1.400241%0,24
Güney Dakota2.150237%0,24
Iowa7.400229%0,23
Utah7.200210%0,21
Kuzey Dakota1.650203%0,2
Amerika Birleşik Devletleri1.397.250413%0,41

USA Nüfusun Yüzde Kaçı Transseksüel 2023

Kaynağı Göster

  1. AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NDE KAÇ YETİŞKİN TANIMLANIR?

kaynak : https://worldpopulationreview.com/state-rankings/transgender-population-by-state

Bilim adamları neden Kırmızı cüce yıldız Yaşamın beşiği olarak kabul edilmiş olabilir ?

Bilim adamları tarafından neden yaşamın beşiği olarak kabul edilen küçük kırmızı cüce yıldız?

uzay-zaman iletişimi

uzay-zaman iletişimiHarika dünyayı keşfedin ve tüm yolu sizinle birlikte yürümek isterim

2 kişi bu gönderiyi beğendi

Yıldızlar, evrendeki görünür maddenin ana gövdesidir ve tüm evrendeki görünür maddenin %99’unu oluşturur. Neden görünür madde denir? Çünkü modern bilimsel araştırmalar, evrene gerçekten hakim olan görünmez maddenin, tüm evrenin kütle-enerjisinin yaklaşık %95’ini oluşturan karanlık enerji ve karanlık madde olduğuna inanmaktadır.

Bugün bu görünmez ve soyut şeylerden bahsetmiyoruz, sadece ufkumuzda aktif olan yıldızlardan bahsediyoruz.

Bir yıldızın yaşamı kabaca doğum dönemi, olgunlaşma ve durağan dönem ve çürüme dönemi olmak üzere üç aşamaya ayrılır. Doğum periyodu ve ölüm periyodu, bir yıldızın toplam ömrünün küçük bir bölümünü, olgunlaşma ve durağan dönem ise yıldızın yaşam döngüsünün %90’ından fazlasını oluşturur. Bu dönemdeki yıldızlara ana dizi yıldız aşaması denir ve kırmızı cüceler, turuncu cüceler, sarı cüceler ve mavi cüceler gibi yıldızlar ağırlıklı olarak aktiftir.

Bazıları kahverengi cücelerin olduğunu düşünür ama bu tür yıldızlara başarısız yıldız denir çünkü çok küçüktür ve çekirdek basıncı ve sıcaklığı hidrojen füzyonunu ateşleyemez.Yıldızlar arasında sayılması gerektiğini düşünmüyorum.

Bu şekilde, gerçekten ısı yayan ve uzayı yayan yıldızlar, esas olarak kırmızı cüceler, turuncu cüceler, sarı cüceler ve mavi cüceler gibi yıldızları ifade eder. Bu yıldız türlerinin sınıflandırılması esas olarak yıldızın kütlesine ve tayfına dayanmaktadır.Genel olarak konuşursak, yıldızın kütlesi ne kadar büyükse parlaklık o kadar fazladır, bu nedenle yıldızın spektral tipi yıldızın kütlesi ile yakından ilişkilidir. .

Gökbilimciler yıldız spektral tiplerini yedi kategoriye ayırırlar: O, B, A, F, G, K, M. Tabii ki, her spektral türün bir genlik aralığı vardır, bu nedenle bilim adamları bu kategorilerin her birini 0-9 Arap rakamlarıyla işaretlenmiş, A1 tipi veya G2 tipi gibi 10 alt tipe ayırırlar.

Bu şekilde, yıldız kütlesi ile güneş kütlesinin bir katı olan ve küçükten büyüğe sıralanan spektrum arasındaki ilişki oluşturulur: M-tipi spektrum yıldızları, en küçük kütleye sahip kırmızı cüceleri ifade eder ve kütle açıklıkları şu şekildedir: Güneşin 0,08 ila 0,5 katı arasındadır.Yaklaşık 2000~3500K, renk kırmızıdır ve parlaklık güneşin yaklaşık %4’üdür, K-tipi spektrum yıldızı turuncu bir cüce yıldızdır, kütlesi 0,5 ila 0,8 arasındadır. Güneşinkinin katı, yüzey sıcaklığı yaklaşık 3500~5000K ve rengi turuncu.Güneşin yaklaşık %40’ı kadar parlak.

Daha ileride güneşimizin spektrum tipi, yani G-tipi spektruma sahip sarı bir cüce yıldız, güneşin kütlesinin 0,8 ila 1,7 katı, yüzey sıcaklığı yaklaşık 5000-6000K, açık sarımsı beyaz renklidir. ve güneşin parlaklığının 0,8 katı ile 6 katı arasında bir parlaklık. Güneşimiz G2 tipi spektruma aittir.

Yukarıya çıkan mavi cüce, sarı cüceden daha büyük bir kütleye sahip bir yıldızdır ve F, A, B ve O türleri olmak üzere dört spektral dereceye ayrılmıştır. Bu yıldızlar, güneşin kütlesinin birkaç katı ile güneşin kütlesinin düzinelerce hatta 200 katı arasında değişen, yüzey sıcaklıkları 7500K ile 60000K arasında değişen, renkleri beyazdan mavi-beyaza değişen orta ila büyük kütleli yıldızlardır. ve hatta güneşin parlaklığının on binlerce ila 1,4 milyon katı olan mavi.

Yıldız ne kadar büyükse, sıcaklığın ve parlaklığın o kadar yüksek olduğu görülebilir. Ancak bir yıldızın ömrü kütlesinin tam tersidir ve kütlesi daha büyük olan bir yıldızın ömrü daha kısadır.

Sonuç olarak, yıldızların yaşam süresindeki boşluk büyük ölçüde genişledi, en kısa ömür sadece birkaç milyon yıl ve en uzun ömür trilyonlarca yıl oldu. Bunun nedeni, yıldızın kütlesi ne kadar büyükse, çekirdek basıncı ve sıcaklığı o kadar yüksek, hidrojen füzyon reaksiyonu o kadar yoğun ve vahşi ve yakıt o kadar hızlı tüketiliyor. Bir yıldızın çekirdek yakıtı tükendiğinde, evriminin ve düşüşünün son aşamasına ulaşmıştır.

Yıldızların ölüm yöntemi de kütle ne kadar büyükse o kadar şiddetlidir.Genellikle Güneş’in 0,5 katı veya daha fazla kütlesi olan yıldızlar sonunda helyum füzyonuna neden olabilir ve sonunda karbonun sonuna kadar reaksiyona girer.Bu yıldızın genişleyerek kırmızı dev bir yıldız haline gelmesine ve çevredeki gazın uzaya dağılmasına neden olacaktır.Son olarak çekirdekte minik bir beyaz cüce kalır.

Güneşin kütlesinin 8 katından daha büyük yıldızlar için, evrimin sonunda içeride termonükleer bir kaçış meydana gelecek, bir süpernova patlamasını tetikleyecek ve sonunda parçalara ayrılacak ve uzayda dağılacak veya arkasında bir nötron yıldızı bırakacak; daha büyük yıldızlar Güneş’in kütlesinin 30 ila 40 katından fazla, Bir süpernova patlamasından sonra çekirdekte kalan şey bir kara deliktir.

Bugün yıldızların kahramanca ölümünden bahsetmeyeceğiz, ama esas olarak bilim adamlarının kırmızı cüceler hakkında neden bu kadar iyimser olduklarından, kırmızı cücelerin yaşamın beşiği veya yaşamın nihai varış noktası olduğunu düşündüklerinden bahsedeceğiz.

Aslında, basitçe söylemek gerekirse, üç sebep var.

İlk olarak, kırmızı cüceler en uzun ömre sahiptir.

Yıldızlar, yaşamın enerji elde etmesinin temel şartlarıdır.Yıldızlar olmadan, bırakın aklın ve uygarlığın ortaya çıkmasını, yaşamın olmayacağını söyleyebiliriz. Ve yaşam ve uygarlığın gebe kalması için zamana ihtiyacı vardır, tıpkı güneş ve dünyanın 4,6 milyar yaşında olması gibi.Yaşam milyarlarca yıllık gelişme ve evrim geçirmiş olsa da, bilgelik ve uygarlık hala olgunlaşmamış ve insan faaliyetlerinin kapsamı hala sınırlıdır. Esasen dünyamızı tasavvur etmek ve dünyanın etrafında dolaşmak, güneş sisteminin dışına uçmak daha da bir hayaldir.

Güneşimiz yaklaşık 10 milyar yıllık ömre sahip sarı bir cüce yıldız, şimdi orta yaşlı, 4.6 milyar yaşında ve 5 milyar yıldan fazla bir süre sonra ölecek. O sırada güneş kırmızı bir dev olacak. yıldızın çapı şu anki boyutunun yaklaşık 200 katına kadar genişledi ve kenarı dünyanın yörüngesinin hemen yakınında ve dünya muhtemelen gazlaşacak ve güneşin alevleri tarafından yutulacak.

Şu anda, tüm güneş sistemi kargaşa içinde ve yaşam çoktan sona erdi. Araştırmalara göre güneş bundan sonra en fazla 1 milyar yıl yaşamı destekleyebilir.1 milyar yıl sonra güneşin parlaklığı %10 artacak.

İnsanların yıldızlararası bir uygarlığa dönüşüp gelişemeyeceği, güneş sisteminden kaçıp diğer yıldız sistemlerinde veya yıldızlararası uzayda hayatta kalmaya devam edip edemeyeceğini kimse bilmiyor. Ama çok önemli olan bir şey var ki, o da yaşamın oluşumu ve uygarlığın gelişmesi ve gelişmesi istikrarlı bir uzay ortamı gerektirir, bu nedenle yıldızların yaşam süresi ve kararlı dönemleri yaşamın ve uygarlığın gelişmesi için gerekli koşullardır.

Kırmızı cüceler en düşük kütleli yıldızlardır ve yıldız ömürleri yasasına göre en uzun ömre sahiptirler. Kütle ve tayfa göre bölündüğünde, en büyük kırmızı cüce yıldızın kütlesi güneşin 0,5 katıdır ve ömrü 50 milyar yıla ulaşabilir; daha küçük olan kırmızı cüce yıldızın ömrü 100 milyar yıldan fazladır; daha küçük olanın ömrü 50 milyar yıldır. kırmızı cüce yıldız ömrü trilyonlarca yıldan trilyonlarca yıla bile ulaşabilir.

Kırmızı cücelerin ultra uzun ömürleri, yaşam ve bilgeliğin üremesi ve gelişmesi için uzun vadeli bir fırsat sağlar. Yani, gelecekte insanlar güneş sisteminde kalamayacakları zaman, başka yıldızlararası sığınaklar aramak zorundadırlar.En olası şey, bir kırmızı cüce yıldız aramak ve gelişmeye devam etmek için oradaki sabit enerjiye güvenmektir.

Bize en yakın yıldız, kırmızı bir cüce olan Proxima Centauri’dir. Proxima Centauri’nin kütlesi güneşin sekizde biri kadardır ve ömrü 100 milyar yıldan fazla olabilir. Bilimsel araştırmalar, bizden 4.22 ışıkyılı uzaklıkta bulunan bu zayıf yıldıza, ikisi yaşanabilir bölgede bulunan ve yaşamın var olması için gerekli koşullara sahip 3 gezegenin eşlik ettiğini bulmuştur.

İkincisi, kırmızı cüceler evrendeki en çok sayıda yıldızdır.

Galaksimizde yaklaşık 400 milyar yıldız vardır ve bunların yaklaşık %10’unu bizim güneşimiz gibi sarı cüceler, güneşten daha büyük kütleli yıldızların toplam sayısı sadece %3, güneşten daha küçük kütleli turuncu cüceler oluşturur. yıldızların yaklaşık %12’sini oluşturur ve geri kalan %75’i kırmızı cücelerdir.

Gözlemler, güneşe en yakın 10 yıldız grubundan 9’unun kırmızı cüce olduğunu ve güneşe en yakın 50 yıldızın %80’inden fazlasının kırmızı cüce olduğunu bulmuştur.

Daha ileri bilimsel araştırma, güneş merkezli 1500 ışıkyılı içinde, farklı spektral türlerdeki yıldızların sayısının yaklaşık olduğunu buldu: B tipi yıldızlar %1, A tipi yıldızlar %1,5, G tipi yıldızlar %13 ve K-tipi yıldızlar %20, M-tipi yıldızlar %56 ve spektrum ile kütle arasındaki ilişkiye göre kırmızı cüceler büyük çoğunluğu işgal eder ki bu da yukarıdaki tahminle karşılaştırılabilir.

Evrende o kadar çok kırmızı cüce var ki ve ömürleri çok uzun.Böyle bir yerde yaşam ve uygarlığın ürememesi ve gelişmemesi mantıksız görünüyor.

Üçüncüsü, kırmızı cüceler uzun süre kararlıdır.

Yaşamın doğuşu nispeten rahat bir ortam gerektirir, ancak erken bilimsel araştırmalar, kırmızı cücelerin yaşamın doğuşu ve üremesi için uygun olmadığına ve elbette uygarlığın doğuşu ve gelişmesine uygun olmadığına inanmaktadır.

Bunun nedeni ise kırmızı cücelerin kütlelerinin küçük ve sıcaklıklarının düşük olmasıdır.Yaşam üreten bir gezegen bu kadar düşük kütleli bir yıldızın yaşanabilir bölgesinde olacaksa yıldıza çok yakın olması gerekir. Yaşanabilir bölge denilen bölge, yıldızdan gezegene yayılan ısıdır ki bu sadece sıvı haldeki suyun varlığına uygundur, yani gezegenin sıcaklığı 0 derece civarında uygun bir aralıkta olmalıdır.

Örneğin bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri, Proxima Centauri b adlı yaşanabilir bölgede bir gezegene sahiptir ve bu gezegen, dünyaya olan uzaklığın yalnızca yirmi birde biri olan ana yıldızdan yalnızca yaklaşık 7 milyon kilometre uzaklıktadır. güneşe. Bu mesafe nedeniyle, kaçınılmaz olarak iki olguya yol açacaktır: Birincisi, yıldızın yerçekimi tarafından kucaklanmamak için gezegenin dönüş hızının çok hızlı olması gerektiği, diğeri ise gelgitsel olarak kilitleneceği. yıldızın yerçekimi kuvveti ile, yani bir tarafı daima yıldıza bakar.

Devir süresi sadece 11,2 gün olan ve Proxima Centauri tarafından gelgit kilitlenmiş Proxima b için durum böyledir.Bir tarafı yıldızlar tarafından kavrulmuş, diğer tarafı ise her zaman yıldızlardan uzak, karanlığa ve aşırıya batmış durumda. soğuk.

Başka bir sebep daha var: kırmızı cüceler genellikle yaşam döngülerinin ilk aşamalarında parlama yıldızları şeklinde görünürler, yani yüzey son derece dengesizdir ve genellikle devasa enerji patlamaları yayarlar. Güneşte yirmi yıla kadar Sadece bir kez olur, ancak kırmızı cücelerde birkaç haftada bir olur.

Bu şekilde çok büyük bir enerji radyasyonu çok yakın gezegenlere çarpar ve yaşam ve uygarlığın üremesi imkansızdır.

Bununla birlikte, onlarca yıllık takip araştırmasından sonra, bilim adamları yeni keşifler ve bilişler elde ettiler: Kızıl cücenin gezegeni gelgit kilitli olsa bile, gezegenin bir atmosferi olduğu sürece, atmosferin akışı ısıyı aktarabilir ve hatta Karanlık taraf sıcaklık olacaktır; kırmızı cüce yıldız erken vahşi aşamadan geçerken, daha sonra istikrarlı olgun aşamada çok zaman vardır, bu süre güneş benzeri yıldızlardan çok, çok daha uzundur. yaşamın doğuşu ve uygarlığın gelişimi.

Bu nedenle, kıyaslandığında, günümüz bilim camiası, özellikle astronomlar ve astronomlar, evrendeki yaşamın ve uygarlığın doğuşu ve gelişimi için en uygun beşiğin veya evren uygarlığının nihai varış noktasının kızıl cüce olmadığına genel olarak inanırlar. hariç. Bunun hakkında ne düşünüyorsun? tartışmaya hoş geldiniz.

Time-Space Newsletter’ın orijinal makalesi için lütfen yazarın telif haklarına saygı gösterin, anlayışınız ve desteğiniz için teşekkür ederiz.Yayın tarihi 2023-03-03 09:26・IP, Jiangxi’ye aittir

yıldız evrimi

kırmızı cüce

ekosistem

kaynak: https://zhuanlan.zhihu.com/p/611017330

Ding Rongpei: Çinli bilim adamları, Pentagon’un 2020’de üç UFO gizemli uçuş videosunu yayınlamasının ardından gelen UFO anti-yerçekimi teknolojisi ilkesini başarıyla deşifre ettiler

Ding Rongpei: Çinli bilim adamları, Pentagon'un 2020'de üç UFO gizemli uçuş videosunu yayınlamasının ardından gelen UFO anti-yerçekimi teknolojisi ilkesini başarıyla deşifre ettiler

Ding Rongpei: Çinli bilim adamları, Pentagon’un 2020’de üç UFO gizemli uçuş videosunu yayınlamasının ardından gelen UFO anti-yerçekimi teknolojisi ilkesini başarıyla deşifre ettiler

Rongxin

RongxinTeorik fizikçi, mühendis.

2 kişi bu gönderiyi beğendi

* Çinli bilim adamları, UFO anti-yerçekimi teknolojisi ilkesini başarıyla deşifre ettiler – Amerika Birleşik Devletleri Pentagonu, 2020’de UFO’nun gizemli uçuşunun üç takip videosunu yayınladı * Çin, 21. yüzyılda ABD’yi neden yakaladı – Çin
aldı yerçekimine karşı teknoloji ilkesinde atılımlar yapmada lider
* Birleşik alan teorisi ve insanlığın dördüncü bilimsel ve teknolojik devrimi

Çinli bilim adamı Ding Rongpei (solda), dünyadaki anti yerçekimi ve birleşik alan teorisi araştırmalarında öncü ve dünyaca ünlü bilim adamı ve fizikte Nobel Ödülü sahibi Profesör Nakamura Shuji (sağda) Çin Fizik Derneği’nin yıllık toplantısında

İnsanlığın ilk bilimsel ve teknolojik devrimi buhar makinesi teknolojik devrimi, ikinci teknolojik devrim elektrik gücü teknolojik devrimi, üçüncü teknolojik devrim bilgi teknolojisi devrimi ve dördüncü teknolojik devrim yıldızlararası teknolojik (veya anti- yerçekimi teknolojik) devrimi. Yıldızlararası teknoloji (veya yerçekimine karşı teknoloji) devriminin fiziksel temeli, birleşik alan teorisidir.

Uzun bir süre insanlar, Maxwell ve Maxwell denklemlerinin derinlemesine incelenmesini görmezden geldiler, çünkü bu gerçekten de insan düşüncesinin bir hazine evi ve belki bir gün Maxwell’in katkısı Einstein’ı geçecek. Çünkü elektromanyetizmada insanların göz ardı ettiği bir “Tanrı formülü” vardır: E=B*C (burada E elektron ve protonların etrafındaki elektrik alan şiddeti, B manyetik indüksiyon yoğunluğu ve C ışık hızıdır. Maxwell denklemlerinden türetilebilen), bu açık formülden yola çıkarak, elektronların, protonların ve hatta karadeliklerin yarıçapı çıkarılabilir, nükleer kuvvetin formülü çıkarılabilir ve yerçekimine karşı teknolojinin ilkesi çıkarılabilir. 21. yüzyılın en karanlık teknolojisi şüphesiz anti-yerçekimi teknolojisidir, diğer tüm insan siyah teknolojisi, tıpkı Sun Dasheng’in Tathagata Buddha’nın Wuzhi Dağı’ndan kaçmaması gibi, insanları yalnızca dünyanın etrafında zıplatabilir, bu canlandırıcı anti -yerçekimi teknolojisi siyah teknoloji, insanların Samanyolu’nda ve hatta uçsuz bucaksız evrende özgürce uçmasına ve seyahat etmesine olanak sağlayacak. Söylenecek fazla bir şey yok direk yemekleri servis edelim.İlgilenen jüri üyeleri lütfen devam etsin. . . . . .


UFO anti-yerçekimi teknolojisi ilkesi üzerine analiz

——Birleşik alan teorisi, atalet kütlesi ile girdap manyetik alanı arasındaki temel bağlantı

Ding Rongpei

[Özet] Amerika Birleşik Devletleri Pentagon’unun önceki araştırmalara dayanarak 2020’de üç UFO videosu yayınladığı gerçeği göz önüne alındığında, bu makale atalet kütlesinin doğasını yansıtan birleşik bir alan matematiksel modeli türetmekte ve bu modeli pozitif ve negatif elektron çiftlerinin gama fotonlarına dönüşümünü analiz eder Atalet kütlesi ofsetinin temel ilkesine dayanarak, eylemsizlik kütlesinin enerji kütlesine eşit olmadığı ve nesnenin eylemsizlik kütlesinin, yani geri kalanının olduğu sonucuna varılır. kütle, dengelenebilir. Aynı zamanda, uçan daire anti-yerçekimi ilkesi ve teknik gerçekleştirme yolu hakkında daha fazla teorik analiz yapılır.

(Resimler, anlaşılmasını kolaylaştırmak için orijinal kağıda eklenmiştir)

[Anahtar Kelimeler] birleşik alan teorisi; atalet kütlesi; uçan daire; yerçekimi karşıtı

1. giriiş

27 Nisan 2020’de Pentagon üç UFO (Tanımlanamayan Uçan Nesne) videosu yayınladı ve videoların Amerikan pilotları tarafından çekildiğini kabul etti. Çekim zamanı 2004 ve 2015’tir. Görüntüler ve raporlar, UFO’ların şu anda insanlar tarafından bilinen ve anlaşılan veya kopyalanabilen hiçbir şeye benzemeyen gelişmiş teknolojik uçuş özelliklerine sahip olduğunu göstermektedir.

İngiliz bilgisayar korsanı Gary McKinnon, 2001’den 2002’ye kadar ABD ordusu ve Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) dahil olmak üzere birçok hassas departmanın bilgisayar ağlarını hackledi. Bazı araştırma materyalleri elde edildi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin yapmakta olduğu araştırma durumu ve Amerika Birleşik Devletleri’nin geliştirmekte olduğu daire şeklindeki uçan cihazın genel yapısı hakkında bilgi edinildi.

İlgili araştırmalara göre, ABD zaten 1980’lerin ortalarında veya daha önce yerçekimine karşı uçak teknolojisi üretmişti.TR-3B kod adlı bu üçgen havacılık platformu, Birleşik Devletler’in büyük ölçekli “Aurora” gizli planının bir bileşenidir. Devletler. TR-3B kokpitini çevreleyen, “manyetik alan kesici” adı verilen bir plazma hızlandırma halkasıdır. Bu teknoloji, “Sandia ve Livermore Laboratuvarları” tarafından geliştirilmiştir. “Manyetik alan kesici”, manyetik bir girdap alanı üretebilir ve bu, manyetik alanın 89’unu dengeleyebilir. dünyanın yerçekimi kuvveti

%.

2020’de eski Rusya cumhurbaşkanı ve eski başbakan Medvedev, bir TV kanalına verdiği röportajda uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğini itiraf etti.

Yukarıdaki bilgilerin analizinden, ülkemiz bilimsel araştırma çalışanlarının yerçekimine karşı ileriye dönük araştırmalar yürütmesi gerekmektedir.

2. Yabancı yerçekimi karşıtı araştırmaların kısa tanıtımı

2.1 Uçaklar ve roketler gibi geleneksel hava araçlarının tümü, aerodinamik tepki kuvveti ilkesine dayalı olarak kaldırma, itme veya çekme itişi sağlayan hava araçlarıdır. Bu maddede bahsi geçen anti-gravite teknolojisi alışılagelmiş bir isim olup, atalet kütle etkisini kısmen veya tamamen dengeleyerek uçağın yerçekimini kısmen veya tamamen ortadan kaldıran ve uçağın yüksek hızlı uçuşunu gerçekleştiren yeni bir teknik aracı ifade eder. uçak veya ışık hızı.

2.2. Rus malzeme bilimcisi Podkretnov, araştırma yapmak için 20.000-10 milyon voltluk bir güç kaynağı ve yüksek hızlı dönen bir süper iletken kullandı ve yüksek hızda dönen süper iletken seramik diskin üzerine bir nesne yerleştirildiğinde, nesnenin 5 kaybettiğini buldu. ağırlığının %’si. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Alabama Üniversitesi’nde Çinli-Amerikalı bir araştırmacı olan Li Ning de benzer deneyleri bağımsız olarak tamamladı. ” veya “uzaklaştır” nesneleri .

2.3 Dinamik yerçekimi teorisi olarak da bilinen dinamik yerçekimi teorisi, 1936’da Nikola Tesla tarafından tamamlanan teorik bir çerçevedir ve büyük birleşik alan teorisinin öncüsü olarak bilinir. Bu teori Tesla’nın yerçekimi ve elektromanyetik kuvvet arasındaki birleşik ilişkiyi açıklayan teorisidir.Temel kuvvetleri tek bir teorik çerçeve oluşturmak için birleştirmeye çalışan birleşik alan teorisidir.

3. Birleşik Alan Teorisi ve Atalet Kütlesinin Özü

3.1 Birleşik alan teorisinin temeli: ışık hızıyla (C) dönen girdap manyetik alanı (B), kendisine dik senkron bir elektrik alanı (E) üretir.

3.1.1.Elektromanyetizma ilkesine göre, manyetik alan pasif ve spin özelliklerine sahiptir [1] , yani elektronların ve protonların manyetik alanı başka şeylere dayanmadan bağımsız olarak var olabilir.Nihai seviyeden itibaren, dönen manyetik alan, elektrik yükü ve elektrik alanından daha temeldir.Bağımsız manyetik alan ışık hızında döner. “Parçacık Enerjisinin, Kütlesinin ve Yükünün Özü ve Genişletilmiş Anlamları Üzerine” makalesi, Maxwell’in denklemlerinden “elektron gövdesi” ve “proton gövdesi” nin elektrik alanı ile manyetik alanı arasındaki ilişkiyi çıkarır:

(Formül 1, burada E elektron ve proton vücut yarıçapı r’deki elektrik alan yoğunluğu, B karşılık gelen manyetik indüksiyon yoğunluğu ve C ışık hızıdır) [2], formül girdap manyetik alanı B’nin hareket ettiği anlamına gelir ışık hızında, kaçınılmaz olarak bir elektrik alanı E üretecektir ve elektrik alan şiddeti E, manyetik indüksiyon yoğunluğunun B çarpı ışık hızı C’ye eşittir.

Şekil 1: (soldaki şekil) pozitronların ve protonların manyetik alanı ile elektrik alanı arasındaki temel ilişki (sağdaki şekil) elektronların ve antiprotonların manyetik alanı ile elektrik alanı arasındaki temel ilişki

3.1.2.Bu formül sadece aynı şeydeki karşılıklı indüklenen elektrik alan ve manyetik alan için geçerlidir, farklı şeylerle doğrudan ilişkili olmayan elektrik alan ve manyetik alan için geçerli değildir.

3.1.3 Elektrik yükünün özü, ışık hızında dönen manyetik alan tarafından üretilen dikey senkron elektrik alanın kuantizasyon sonucudur ve aşağıdaki formülle ifade edilir:

(Formül 2, burada birim şarj elektrik miktarı

, Vakum geçirgenliği

sabittir, S yükü çevreleyen kapalı bir küre olarak kabul edilebilir) [3] , bu formülün anlamı, yükü çevreleyen herhangi bir yüzeyden geçen elektrik kuvvet çizgilerinin sayısının eşit olmasıdır. Bu formül, elektromanyetizmadaki elektrik alan kuvveti formülü ile aynıdır.

(Formül 3) [4] form olarak farklıdır ve büyük ölçüde eşdeğerdir.

3.1.4 Foton çifti, pozitif ve negatif elektron çifti ile pozitif ve negatif proton çiftinin “önceki yaşamı” olarak kabul edilebilir ve pozitif ve negatif elektron çifti ile pozitif ve negatif proton çifti, pozitif ve negatif proton çifti olarak kabul edilebilir. foton çiftinin “şimdiki yaşamı”.

3.2 Maddenin eylemsiz kütlesinin doğası

3.2.1. “Parçacık Enerjisinin Özü, Kütlesi, Yükü ve Genişletilmiş Önemi Üzerine” makalesi, elektron ve protonların kütle kaynağı için aşağıdaki formülü çıkardı:

(Denklem 4) [5] , bu formülün önemi: Birincisi, formülün sol tarafındaki m parçacığın kütlesine karşılık gelir ve formülün sağ tarafı karşılık gelen parçacığın kütlesinin parçacık gövdesinin girdap manyetik alanı ve parçacık kütlesinin karesi ve parçacık gövdesinin manyetik indüksiyon yoğunluğu B İkincisi, elektronların ve protonların kütlesinin, yükün girdap manyetik alanına karşılık gelmesi veya esasen buradan kaynaklanmasıdır ve Parçacık atalet kütlesinin özü, parçacık gövdesinin yarıçapı etrafındaki girdap manyetik alanının genel özelliğinin bir yansımasıdır.

3.2.2 Topoloji açısından, protonların ve pozitronların elektrik alan çizgileri vücuttan vücudun dışına, antiprotonların ve elektronların elektrik alan çizgileri ise vücudun dışından vücuda işaret eder. . Protonlar, pozitronlar, antiprotonlar ve elektronlardan bağımsız olarak girdap manyetik alan çizgileri elektrik alan çizgilerine diktir ve vücudun dışına işaret eder. Bu, bir yükün yukarıyı gösteren elektrik alan çizgileri ile manyetik alan çizgileri arasındaki önemli bir farktır.

3.2.3.Maddenin atalet kütlesi, maddenin kalan kütlesine eşdeğerdir.Einstein’ın kütle-enerji formül analizine göre, fotonların enerjisi ve kütlesi vardır, ancak fotonların hareketli kütlesi vardır ancak durağan kütlesi yoktur, yani fotonların eylemsizliği yoktur. yığın. Foton çifti, ışık hızında ve sonlu enerjide sonsuz uzaya gider, çünkü fotonun sonlu enerjisinin sonsuz hacme bölünmesinin sonucu sıfırdır, bu nedenle fotonun enerjisi ve hareketli kütlesi vardır, ancak durağan kütlesi yoktur. Bir foton çifti elektron çiftine dönüştüğünde, foton enerji taşır ve sınırlı bir uzayda ve hacimde bulunur ve enerji hala korunur, ancak durağan bir kütle elde eder.

3.3 Mikroskobik dünyada, parçacık kütlesi parçacık yarıçapı ile ilişkilidir ve onunla ters orantılıdır. Yani: parçacığın kütlesi ne kadar büyükse, vücut yarıçapı o kadar küçüktür

3.3.1. “Parçacık Enerjisinin Özü, Kütlesi, Yükü ve Genişletilmiş Anlamları Üzerine” makalesi, “elektron gövdesi” ve “proton gövdesi” [6] yarıçapını hesaplamak için formülleri çıkarır :

(Formül 5) aşağıdaki gibi hesaplanabilir:

Elektronik gövdenin yarıçapı: re=1.406×10-15m (1.406fm)

Elektron gövdesinin yarıçapındaki elektrik alan şiddeti E 7,284×1020V/m ve manyetik alan endüksiyon kuvveti B 2,428×1012T’dir.

Proton gövde yarıçapı: rp=0.765×10-18m (0.765am)

Proton gövdesinin yarıçapındaki elektrik alan şiddeti E 2,46×1027V/m ve manyetik alan endüksiyon kuvveti B 8,2×1018T’dir.

3.3.2.Yukarıdaki formülden görülebileceği gibi, ivmelenme sürecinde elektronların enerjisi vb. vücudun yarıçapı.

3.4. Planck sabiti esas olarak mikroskobik dünyadaki açısal momentumun korunumu yasasını yansıtır: elektronların ve protonların spin açısal momentumu “önceki yaşam” foton çiftinin spin açısal momentumundan gelir ve açısal momentumun korunumu yasasına uyar

Planck sabiti, esasen mikroskobik dünyadaki açısal momentumun korunumu yasasını yansıtır:

3.4.1. Mikroskobik parçacıklar için de Broglie dalga boyu formülü şöyledir:

(Formül 6) [7] (burada λ, mikroskobik parçacıkların De Broglie dalga boyudur, m, parçacığın kütlesidir ve v, parçacığın hızıdır), parçacıklar olarak foton çiftleri de de Broglie dalga boyu formülüne uyar , yani hız Işık hızı olarak değiştirilir, kütle m karşılık gelen frekans foton çiftinin indirgenmiş kütlesidir:

(Denklem 7) Bu, fizikteki ünlü Compton etkisi ile doğrulanmıştır.

3.4.2 Mikroskobik parçacıkların hareketinin bir çift foton gibi ileriye doğru yuvarlandığı kabul edilirse, o zaman bir daireyi yuvarlayan parçacığın çevresi, mikroskobik parçacığın De Broglie dalga boyudur ve önceki formül şu şekilde yeniden yazılabilir:

(Denklem 8, burada rr, parçacığın dönüş gövdesi yarıçapı olarak kabul edilebilir).

3.4.3 Görüldüğü gibi Planck sabiti esas olarak mikroskobik dünyadaki açısal momentumun korunumu yasasını yansıtmaktadır. Yani: birincisi, parçacığın dönüş yarıçapı değişse de açısal momentumu korunur; ikincisi, parçacığın de Broglie dalga boyu aslında parçacığın dönüşünün çevresidir; üçüncüsü, parçacığın dönüş açısal momentumu “dördüncüsü”nden gelir. fotondur, ister foton, ister elektron veya proton olsun, spin açısal momentumu korunan bir niceliktir ve değeri Planck sabitine eşittir; beşincisi, elektron ve protonun kütle, hız ve yarıçaplarıdır. dönme Aralarında ters bir ilişki vardır, yani parçacık kütlesi ne kadar büyük ve hız ne kadar hızlıysa, parçacık dönüş yarıçapı o kadar küçük olur.

3.4.4 Görüldüğü gibi, bir foton çifti bir elektron çifti ve bir proton çiftine dönüştüğünde, açısal momentumu elektron ve proton tarafından miras alınır ve açısal momentumun korunumu yasasına uyar.

3.4.5 Parçacık spin yuvarlanmasının çevre uzunluğu, de Broglie dalgasının dalga boyuna eşittir.

3.5 Protonların vücut yarıçapı (0.765 × 10-18m) ile dönüş yarıçapı farkı vardır ve “proton spin gövdesi” yarıçapı, farklı dönüş hızlarına göre bir dizi ayrık değer alır.

3.5.1 Tanım: Proton, dar anlamda, 0.765×10-18m (0.765am) yarıçapına ve birim pozitif yüke sahip bir “proton gövdesi” anlamına gelir. Geniş anlamda, bir proton bir “proton gövdesi”dir. “1/4’te, Spin gövdesi 1/9, 1/16, 1/25, 1/36, 1/49, 1/64, 1/81 olduğunda oluşan spin gövdesi.

3.5.2 Elektron yörüngesinin bir “elektron bulutu” oluşturması gibi, “önceki” foton ve dönüş açısının kapsamlı etkisi ve kendi güçlü kuvveti altında “proton gövdesi”nin de bir “proton bulutu” oluşturduğu kanıtlanabilir. vücut manyetik alanı. Bir nötronun şekli bir “yumurta” ile karşılaştırılırsa, o zaman nötronun “kabuğu” “elektronik gövde” ve nötronun içindeki “sarısı” (yani “proton bulutu”) ” proton spin gövdesi” (0.84 ×10-15m’lik bir dönüş yarıçapı ile daha kararlıdır), nötronlar olmadan tek başına var olan “proton spin gövdesi” daha çok bir “tohum topağı” gibidir ve “proton gövdesi” “susam” gibidir Bu yoğun “susam tohumları”, birçok “proton gövdesi” olduğu anlamına gelmez, ancak bir “proton gövdesi” (vücut yarıçapı 0.765×) tarafından oluşturulan bir “proton bulutu” anlamına gelir. 10-18m) yüksek hızlı döndürme hareketinde.

4. Yerçekimine karşı teknoloji yaklaşımlarının analizi

4.1 Anti yerçekiminin klasik örneği: pozitif ve negatif elektron çiftleri gama foton çiftlerine dönüştürüldüğünde atalet kütle ofseti ilkesi

4.1.1.Elektromanyetik dalga yayılımının özü, zıt manyetik ve elektrik alanlara sahip iki fotonun bir araya gelerek foton çiftleri oluşturması ve çiftler halinde ışık hızında ilerlemesidir.Foton çiftinin çevresi, ışık dalgasının dalga boyudur Ma Guangzi’nin zamanlamasıyla ilgili durum budur. İnce yapı sabitiyle bağlantılı olarak, foton çiftlerine dönüştürülen hacim genişleyecektir.Bu sırada, foton çiftlerinin yarıçapı, karşılık gelen pozitif ve negatif elektron yarıçaplarının yaklaşık 137 katıdır.

Şekil 2: Pozitif ve negatif elektron çiftleri gama foton çiftlerine dönüştürüldüğünde elektrik alan ve manyetik alanın karşılıklı iptalinin şematik diyagramı

4.1.2 Pozitif ve negatif elektron çiftleri gama fotonlarına dönüştürüldüğünde atalet kütlelerinin karşılıklı iptalinin özü, karşılık gelen foton çiftindeki atalet kütlesinin özelliklerini temsil eden girdap manyetik alanının her yerde senkronize, zıt yönde ve eşit olmasıdır. çiftin atalet kütlesi, yani kalan kütle sıfırdır ve atalet kütlesi sıfır olduğunda, anlık ışık hızında hareket eder.

4.1.3 Uçan dairelerin ve diğer yerçekimini önleyici hava araçlarının çalışma prensibinin anahtarı, atalet kütle etkisinin nasıl kısmen veya tamamen iptal edileceği, böylece uçağın yerçekiminin kısmen veya tamamen iptal edileceği ve yüksek hız veya hafifliğin nasıl gerçekleştirileceğidir. – uçağın hızlı uçuşu.

4.2 Kütle, yerçekimi alanı, ivme, yerçekimi ivmesi

4.2.1 Yük tarafından üretilen elektrik alana karşılık gelen kütle, çekim alanı üretir ve kütle, çekim yükü olarak kabul edilebilir. Yerçekimi ivmesi yerçekimi alan kuvvetine eşdeğerdir ve yerçekimi ivmesi ivmeye eşdeğerdir.

4.2.2.Yani, nesne eylemsizliği açısından, nesnenin ivmesi, yerçekimi ivmesine ve yerçekimi alanının gücüne eşdeğerdir.

4.3 Yük ivmesi, elektrik ve manyetik alanlarda değişikliklere neden olur

Şekil 3: Hızlanan yükler elektrik ve manyetik alanlarda değişikliklere neden olur

4.3.1.Düzgün hızla hareket eden bir yük için, elektromanyetik alanı ve elektromanyetik alanın enerjisini ve momentumunu taşımasına rağmen, yük yönünde net bir enerji akışı olduğu ancak toplam enerji değişmeden kalır, yani herhangi bir kapalı yüzeyin net enerji akışı sıfırdır. Ancak hızlandırılmış bir yük için durum oldukça farklıdır.Hızlandırılmış bir yükün elektrik alanı ve manyetik alanı artık radyal değildir.Elektrik alan çizgileri ve modelleri Şekil 3’te gösterilmiştir ve manyetik alan çizgileri benzerdir. Yük sağa doğru hareket ettikçe soldaki alan azalır ve sağdaki alan artar, ancak ivme nedeniyle alandaki artış (yeni daha büyük ivmenin neden olduğu hıza karşılık gelir) azalmadan daha fazladır. önceden var olan alanda (daha önceki küçük hızlara karşılık gelir). Bu nedenle, net fazla enerji tüm uzaya aktarılmalıdır, yani hızlanan bir yük, kendisine dış enerjiye ihtiyaç duyar, böylece kendi enerjisini ve kütlesini arttırır.

4.3.2 Özetlemek gerekirse, bir cismin ivmesinin özü, yerçekimi ivmesine eşdeğerdir ve yerçekimi alanının gücü: cisim ivme ile hareket ettiğinde, cismin manyetik alanının bükülme etkisine neden olur. ivme yönü a ve ters yönde yerçekimi alanı g nedeniyle nesnenin manyetik alan bükme etkisi aynıdır. Yani a ivmesi, yerçekimi ivmesine veya yerçekimi alanının g gücüne eşdeğerdir ve a ivmesi yerçekimi ivmesine veya yerçekimi alanı g gücüne eşdeğer olduğunda, etki aynıdır. Aradaki fark, cismin taşıdığı a ivmesinin yönünün, cismin taşıdığı yerçekimi alan kuvveti g’nin tersi olmasıdır.

4.3.3 Anti yerçekiminin özü, nesnenin atalet kütlesinin manyetik alan üzerindeki bozulma etkisini dengelemek için elektron veya proton gövdesi belirli bir ultra güçlü manyetik alanda hareket ettiğinde oluşan manyetik alan hareketi etkisini kullanmaktır. a ivmesindeki çizgi, yani indirgenmiş bir reaksiyon oluşturmak için Atalet kütlesi (enerji kütlesinden farklı), eylemsizlik kütlesini dengeleme etkisine ulaşır.

4.4 Elektrik yükü, “bir madeni paranın iki yüzü”ne benzer şekilde, aynı anda manyetik yük olarak kabul edilebilir.

4.4.1 İki yüklü parçacık gövdesi yük olarak kabul edildiğinde, aralarındaki elektrik alan kuvveti, yani Coulomb kuvveti, iki yüklü parçacık olduğunda aralarındaki manyetik etkileşim kuvvetine, yani manyetik kuvvete tamamen eşittir. cisimler manyetik yükler olarak kabul edilir.İşler iki farklı açıdan anlaşılır ve yorumlanır.

4.4.2 Belirli bir manyetik alandaki elektronların ve protonların ultra güçlü manyetik alanı, uçan dairenin atalet kütlesi sabitlenene kadar uçan daire etrafındaki atalet kütlesini dengelemek için pozitif ve yerçekimsiz alanlar oluşturmak üzere belirli bir yönde hareket eder. sıfır.

4.4.3 Bazı yüklü parçacıklar toroidal bölmede yüksek bir hızla dönerek uçan dairenin merkezinde yayılan bir anti-yerçekimi alanı oluşturacaktır.

4.4.4.Uçan dairenin ortasındaki şişkin kısım yolcu bölmesi, çevreleyen halka kenarı ise uçan dairenin güç kısmı olan halka şeklindeki odadır.Uçan daire personelinin giriş çıkış kapısıdır. uçan dairenin alt kısmının ortasından açılır.

4.5 Proton gövdesinin yarıçapındaki manyetik indüksiyon yoğunluğu, elektron gövdesinin yarıçapındaki manyetik indüksiyon yoğunluğundan çok daha büyüktür ve belirli bir yönde yüksek hızda hareket eden proton gövdesi tarafından üretilen anti-yerçekimi etkisi. Spesifik ultra güçlü manyetik alan, elektron gövdesinin aynı ortamdaki yüksek hızlı hareketinin ürettiği yerçekimine karşı etkiden çok daha üstündür.

4.5.1 Aşağıdaki ifadelerin elektron ve proton cisim yarıçaplarında tutulduğu ispatlanabilir.

(Formül 9, burada m elektron veya protonun kütlesi, E elektron veya proton gövdesinin yarıçapındaki elektrik alan yoğunluğu, e birim yük başına elektrik miktarı, r elektron veya proton gövdesinin yarıçapı , ve c ışık hızıdır)

(Formül 10, burada B, elektron ve proton vücut yarıçapındaki manyetik indüksiyon yoğunluğudur)

Yukarıdaki iki formülden, atalet kütle ofsetinin, elektrik alan yoğunluğunun E veya manyetik indüksiyon yoğunluğunun B iki yönünden başlayabileceği görülebilir.

4.5.2 Yukarıdaki iki formülden hareketle şu kanıtlanabilir:

(Formül 11)

Şu anda

Yerleşik (Formül 12, burada mx, elektron veya proton gövdesi belirli bir ultra güçlü manyetik alanda hareket ettiğinde indirgenmiş ters atalet kütlesidir, ε vakum geçirgenliğidir, B, elektron veya proton gövdesinin yarıçapındaki manyetik indüksiyon yoğunluğudur. , r, elektron veya proton gövdesi Yarıçapı, v, uçan daire halka şeklindeki odasında yüksek hızda dönen elektronların veya protonların doğrusal hızıdır, c ışık hızıdır, V, elektron veya proton tarafından oluşturulan azaltılmış manyetik alan hacmidir vücut manyetik alanı, Δ, belirli bir harici manyetik alanın etkisi altında oluşan elektron veya proton vücut manyetik alanıdır (belirli işaret eden toplu manyetik alanın azaltılmış manyetik alan kalınlığı).

4.5.3 Elektron veya proton gövdesinin, uçan daire halka şeklindeki odasında ışık hızının 1/4’ü kadar yüksek bir hızda döndüğü varsayıldığında, belirli bir süper güçlü harici manyetikte elektron veya proton gövdesinin azaltılmış manyetik alan kalınlığı Δ alan ortamı 1mm’dir (formüldeki diğer maddeler belirlenebilir, sadece ΔDeneysel veri eksikliği nedeniyle, elektron veya proton gövdesinin dış manyetik alan ortamında ne kadar kalınlık oluşturabileceğini doğru bir şekilde hesaplamak henüz mümkün değildir. gövde manyetik alanı, bu nedenle kalınlığın 1 mm olduğu varsayılır).

Yukarıdaki koşullara göre sabitleri ve ayar verilerini değiştirerek, 1/4 ışık hızlı elektronik gövde tarafından üretilen anti-atalet kütlesinin yaklaşık 1,013×10-20kg olduğu hesaplanabilir, bu da kütlenin yaklaşık 1,11×1010 katıdır. elektronik gövde. 1/4 ışık hızlı proton gövdesi tarafından üretilen anti-atalet kütlesi yaklaşık 3.421×10-14kg’dir, bu da proton gövdesinin kütlesinin yaklaşık 2.038×1013 katıdır.

4.5.4 Manyetik pompa prensibine göre, belirli bir manyetik alanda enerji verilen cıva, amper kuvvetinin etkisi altında dairesel kapta dairesel hareket yapabilir.Cıvanın dairesel kapta dakikada 4800 devir döndüğünü varsayarsak 5 m yarıçaplı, proton gövdesi Azaltılmış manyetik alanın kalınlığı Δ hala 1 mm ise, cıva çekirdeğindeki tek bir proton gövdesi tarafından üretilen anti-atalet kütlesi yaklaşık 9,729 × 10-25 kg, yani 5,815 × 102’dir. Bu durumda 100 tonluk bir uçan daire için yaklaşık 0,172 Ton veya 172 kg cıva yerçekimine karşı etkili maddeler olarak kullanılmaktadır. Örneğin, proton gövdesinin indirgenmiş manyetik alanının kalınlığı Δ 1 mm’den azsa, yalnızca metrenin milyonda biri olan 1 μm’ye ulaşabilir, o zaman aynı dönme hızı altında üretilen anti-atalet kütlesi Cıva çekirdeğindeki tek bir proton gövdesi tarafından yaklaşık 9.729 × 10-28 kg, protonun kendi atalet kütlesinden daha azdır, daha sonra cıva yüksek hızda dönerek anti-yerçekimi etkisi üretir, bu da beklenene ulaşamaz. etkisi ve uçan daire anti-yerçekimi etkisi malzemesi olarak kullanılamaz.

4.5.5 Belirli bir ultra güçlü manyetik alanda belirli bir yönde yüksek hızda hareket eden protonların yerçekimine karşı etkisinin, aynı ortamdaki yüksek hızlı elektronların yerçekimine karşı etkisinden çok daha fazla olduğu gerçeği göz önüne alındığında. Uçan daire, yerçekimine karşı etkili parçacıklar olarak belirli bir manyetik alanda belirli bir yönde yüksek hızda hareket eden protonları veya plazmayı seçmelidir. Cihazın yapı prensibi, bir parçacık hızlandırıcınınkine benzer.

4.6. Uçan daire sıfır atalet kütlesi veya küçük atalet kütlesi ile uçar. Yolcu üzerindeki kuvvet, atalet kütlesi ile çarpılan ivmedir. Atalet kütlesi sıfırsa, ivme çok büyük olsa bile, yolcu üzerindeki kuvvet hala aynıdır. sıfır veya kuvvet çok küçüktür.

4.6.1 Uçan daire nükleer enerji kullanır Uçan daire uçuşu sırasında enerjiye ihtiyaç duymaz, ancak zaman ve uzayın durumunu değiştirmek için enerjiye ihtiyaç duyar.

4.6.2.Uçan dairenin yerçekimi önleme cihazı proton hızlandırıcıya benzer.Anahtar, elektromanyetik alan ile yerçekimi alanının karşılıklı dönüşümüdür.Zamanla değişen manyetik alan, yüzeye dik pozitif bir yerçekimi alanı üretebilir. manyetik alanı çevreleyen düzlem ve ayrıca yerçekimine karşı bir alan üretebilir.

4.6.3 Evrendeki herhangi bir nesne, eğer eylemsiz kütlesi sıfır olursa, nesne aniden ışık hızında hareket etmelidir.

4.7 Yerçekimi karşıtı etki, eylemsizlik karşıtı kütle ve plazma akımının hesaplama problemleri

4.7.1 M uçan dairenin kütlesi, Q uçan dairenin halka odasındaki protonlar veya diğer plazmalar tarafından üretilen eşdeğer elektrik, e elektronların elektriği ve mx indirgenmiş anti-atalet olsun belirli bir ultra güçlü manyetik alanda hareket eden elektronların veya protonların kütlesi, I, halka şeklindeki bölmedeki protonlar veya diğer plazmalar tarafından üretilen eşdeğer akım yoğunluğu, v, protonların veya diğer plazmaların hızı, t, protonlar için gereken süredir veya diğer plazmalar halka şeklindeki bölmede bir hafta çalışacak ve R, uçan dairenin yerçekimine karşı halka şeklindeki odasıdır, c ışığın hızıdır ve Δ, yönlendirilen spesifik manyetik alanın azaltılmış manyetik alan kalınlığıdır. belirli bir ultra güçlü manyetik alan ortamında proton gövdesi tarafından oluşturulan gövde. Sonra var:

(Formül 13)

kanıtlanabilir:

(Formül 14)

4.7.2 Uçan dairenin kütlesinin 100 ton olduğu varsayıldığında, uçan dairenin normal hareket yönü, uçan daire ekseni boyunca aşağıdan yukarıya doğrudur. Yerçekimine karşı bir cihaz olarak dairesel bölmenin yarıçapının 5 m olduğu varsayıldığında, halka şeklindeki bölme üç katmana ayrılır, üst katman N-kutuplu bir süper iletken halka süper mıknatıs, alt katman bir S-polarite süper iletken halka süper mıknatıs, ve orta katman proton veya diğer bir elektrik alanı tarafından tahrik edilen plazma, belirli bir manyetik alanda yukarıdan aşağıya bakıldığında yüksek bir hızla saat yönünün tersine hareket eder.protonların veya diğer plazmaların hareket hızı ışık hızının 1/4’üdür , ve Δ 1 mm olarak ayarlanır. O halde halka şeklindeki bölmedeki protonlar veya diğer plazmalar tarafından üretilen I eşdeğer akım yoğunluğu yaklaşık 4.471 × 106 amperdir, yani 100 tonluk kütleyi dengeleyen bir anti yerçekimi üretmek için yaklaşık 4.5 milyon amper proton veya plazma akımı gerekir.

4.8 Uçan daire, güç sağlamak için küçük bir nükleer reaktör ile donatılmıştır ve plazma itici, atmosferde uçarken yardımcı itme gücü sağlamak için kullanılabilir.

5. Özet Görünüm

Uzun yıllar teorik fizik eğitimi almış bir yazar olarak, uçan daireler gibi UFO uçaklarının anti yerçekimi teknolojisinin genel ilkelerini uzun yıllar kendi araştırma sonuçlarımdan yola çıkarak inceleyip tartışacağım. Umarım bu, uçan daire araştırmalarının desteklenmesinde ve amacına yardımcı olunmasında ve ülkemizin bu alandaki araştırmalarının derinleştirilmesinde belirli bir rol oynayacağını umuyorum. yıldızlararası keşif için uçak.

Referanslar

[1] Zhang Yumin, Qi Boyun. Elektromanyetizma. Hefei. Çin Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Yayınları. 1997, 01.239-246

[2] Zhang Yumin, Qi Boyun. Elektromanyetizma. Hefei. Çin Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Yayınları. 1997, 01.501-502

[3] Ding Rongpei. Parçacık enerjisinin, kütlenin ve elektrik yükünün temel bağlantısı ve bunların genişletilmiş önemi üzerine . Hunan Endüstri Mesleki ve Teknik Koleji Dergisi , 2017, 17(4):24

[4] Zhang Yumin, Qi Boyun. Elektromanyetizma. Hefei. Çin Bilim ve Teknoloji Üniversitesi Yayınları. 1997, 01.14

[5] Ding Rongpei. Parçacık enerjisinin, kütlenin ve elektrik yükünün temel bağlantısı ve bunların genişletilmiş önemi üzerine . Hunan Endüstri Mesleki ve Teknik Koleji Dergisi, 2017, 17(4):24

[6] Ding Rongpei. Parçacık enerjisinin, kütlenin ve elektrik yükünün temel bağlantısı ve bunların genişletilmiş önemi üzerine . Hunan Endüstri Mesleki ve Teknik Koleji Dergisi, 2017, 17(4):24

[7] Ma Wenwei, Ke Jingfeng, Fizik (aşağıda). Nanjing. Yüksek Öğrenim Basın. Ekim 1992. 2652022-08-17 05:01 tarihinde yayınlandı

Tanımlanamayan uçan cisim (UFO)

yerçekimine karşı

Bilim insanı

kaynak : https://zhuanlan.zhihu.com/p/554643517

Neden bazı insanlar çürütülmüş vıcuda benzetilmiş halleri ile şok edici aldatmacaya hala inanıyor? Şanssız öldürülmüş uzaylı gerçekten var mıydı?

uzay-zaman iletişimi

uzay-zaman iletişimi Harika dünyayı keşfedin ve tüm yolu sizinle birlikte yürümek isterim

Ağustos 1995’te, dünya çapında birçok ünlü televizyon kanalında birdenbire uzaylıların teşrihiyle ilgili bir belgesel yayınlandı.Koca başlı ve göbeği olan cüce benzeri bir uzaylının bedeni ameliyat masasının üzerinde yatıyordu.Başında sadece iki delik olan başlıklar vardı. gözleri, ilkel anatomik aletler aldılar ve uzaylının kalbini, karaciğerini ve iç organlarını çıkardılar, uzaylının kafasını kestiler ve beynini çıkardılar…

Bu siyah beyaz belgeselin yayıncısı Ray Santilli, 82 yaşındaki emekli bir ABD askeri fotoğrafçısından özel olarak gerçek bir belgesel satın almak için 100.000 £ harcadığını iddia etti.Ordu, Roswell Hava Kuvvetlerinde bir uzaylının cesedini inceliyor. Temel.

TV istasyonu, orijinal filmden dublajlı video kaseti yayınladı.Film, 48 yıl saklandıktan sonra hasar görmüş, bazen net, bazen bulanık, bu da hayatın yaşını ve iniş çıkışlarını teyit ediyor. Ancak şimdi 48 yıldır gizlenen bu şok edici sır, nihayet dünya ile buluşmuştur.

Ağustos 1995’te video kaset ilk kez İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’nın da aralarında bulunduğu 44 ülkedeki televizyon kanallarında yayınlandı.Bunu dünya çapında en az 1 milyar kişi “canlı” izledi ve neden oldu? açıklanamaz bir his. Sonuç olarak, uzaylı hikayeleri dünya çapında daha yaygın bir şekilde yayıldı ve o çirkin görünüm, aynı zamanda uzaylıların temel imajı haline geldi.

Kaynağına kadar gidersek, günümüz uzaylı imajı ilk olarak sözde “Roswell Olayı”ndan gelmiştir. Uzun süredir konuşulan “Roswell Olayı” ise şöyle:

5 Temmuz 1947 günü saat 23.30 sıralarında, ABD, New Mexico, Roswell’de, kentsel alandan 120 kilometre uzaktaki bir çiftlikte gök gürültüsünden daha yüksek ani bir patlama oldu. Ertesi gün, çiftçi Mike Bledsoe, çiftlik arazisine dağılmış ve 400 metrelik bir yarıçapı kaplayan birçok özel metal parçası buldu.

Bledsoe, toplanan enkazı yerel şerife teslim etti, o da daha sonra Roswell Hava Kuvvetleri Üssü’ndeki orduya teslim etti ve onlar da Binbaşı Jesse Marsil de dahil olmak üzere memurları Inspect’i araştırmak ve gözden kaçan bazı dağınık öğeleri geri getirmek için olay yerine gönderdi. üsse erken.

Haber hızla medyaya yayıldı ve ordudan teyit istediler.Ardından bazı göstergelere göre yerel medya “Daily News” “Hava Kuvvetleri Roswell’de Düşen Bir UFO Buldu” başlıklı sansasyonel bir haber yayınladı. “New York Times” ve diğer büyük gazeteler tarafından yeniden basıldı ve uçan dairenin keşfi haberi hızla Amerika Birleşik Devletleri ve dünyaya yayıldı.

Olay ve söylentiler eski ABD hükümetinin ve ordunun dikkatini çekti.Konuyla ilgilenmeye yetkili olan ordu komutanı General Roger Remy’nin son açıklaması, düşen cismin radar reaktörlü bir balondan başka bir şey olmadığı yönündeydi. . Ardından bazı medya organları da uçan dairenin keşfedildiğine dair söylentilere açıklık getirdi ve yalanladı.

Ama bu olay bununla bitmedi, birçok kişi bunun ordunun kasten gerçekleri gizlediğini düşünüyor. Bazı medya ve yazarlar sözde “gerçeği” ortaya çıkardılar ve birçok sansasyonel hikaye yazdılar. Ancak bu hikayeler karmaşık ve kafa karıştırıcıdır. Temelde onları destekleyecek kanıt olmaksızın spekülasyonlardır. ABD hükümeti ve ordusu bunları her zaman yalanlamıştır.

Ray Santilli tarafından sağlanan belgeselin yayınlanmasına kadar insanlar şok oldu ve dehşete kapıldı ve rüyalarından yeni uyanmış gibi göründüler: 48 yıldır gizlenen sır tüm dünyaya açıklandı. !

Ray Santilli, orijinal filmin, Roswell olayından sonra olay yerine gizlice getirilen bir hava kuvvetleri fotoğrafçısı tarafından çekildiğini, o sırada beş nüshanın kopyalandığını, dördünün ilgili devlet daireleri tarafından arşivlendiğini, bir nüshanın ise saklanması gerektiğini açıkladı. teslim edildi, ancak organizasyonel yeniden yapılanma ve iptal gibi ani değişiklikler nedeniyle bu nüsha emekli fotoğrafçının elinde unutuldu.

Bu retorik kusursuz görünüyor ve filmdeki doktorların ameliyat önlüklerinden tıbbi ekipmanlara kadar tüm mobilyalar 1940’ların tarzına uyuyor.İnsanları merak ve keşif psikolojisi ile yakaladı, tüm dünyayı şok etti ve sansasyon yarattı.

Çekimde 554 tipi bir telefonun ancak 1949’dan sonra mevcut olması, telefon hattının o dönemin özelliklerine uymaması gibi bazı kişiler de filmde bazı boşluklar bulmuşlardır. Ancak genel olarak konuşursak, yine de herkesin “beklentileri” ile çok uyumludur, bu nedenle insanlar bu boşlukları görmektense bunun doğru olduğuna inanmayı tercih eder.

Ancak bu inanılmaz “beklenti” hakkında derin şüpheleri olan bir kişi vardır: Bu kişi, İngiliz yazar ve UFO araştırmacısı Philip Mantel’dir. Bu sözde “belgesel”in yapay bir şekilde ayrıntılı olduğundan her zaman şüphelenmiştir. dolandırıcılık uydurdu, bu yüzden bu film üzerinde 10 yıllık bir takip araştırması yürüttü ve televizyon camiasında ünlü olan ve İngiliz TV özel teknisyeni John Humphreys’i hedef aldı.

Philip, John’un dolandırıcılığın ana yapımcılarından biri olduğuna inanıyordu, John’u buldu ve ondan gerçeği söylemesini istedi, ancak John o sırada bunu reddetti. Ancak çok geçmeden, John aniden medyaya dolandırıcılardan biri olduğunu itiraf etti.O ve diğer birkaç suç ortağı bu şok edici dolandırıcılığı uydurdu ve kışkırtıcı yayıncı Ray Santilli idi.

John, sahte belgeselin 1995 yılında Kuzey Londra’nın Camden bölgesindeki bir apartman dairesinde çekildiğini de ortaya çıkardı. Şimdiye kadar 11 yıldır dünyayı kandıran bu sarsıcı skandal 2006 yılında ortaya çıktı. Sözde “Diseksiyon of Aliens” filminin birkaç küçük kişinin çıkar sağlamak için uydurduğu şok edici bir aldatmaca olduğu ortaya çıktı.

Ve bu küçük insanlar bu filmin dağıtımı sayesinde zengin oldular, milyonlarca sterlin kâr elde ettiler ve bir gecede “ünlü” oldular.

Bu sarsıcı aldatmacaya göre Amerika Birleşik Devletleri, Almanya ve Birleşik Krallık’taki bazı yapım şirketleri ortaklaşa “Anatomy of Alien” adlı aynı isimli bir film çekmiştir.Filmin yönetmenliğini Jonny Campbell (Jonny Campbell), senaristliğini ise Jonny Campbell yapmaktadır. William · Davis (William Davies). Film, Ağustos 2006’da tüm dünyada gösterime girdi ve dünyayı bir kez daha şok etti.

“Bir Uzaylının Anatomisi” filmi, “Roswell Olayı” dolandırıcılık skandalının tüm hikayesini sahte bir belgesel biçiminde yeniden üretiyor. Arsa aşağıdaki gibidir:

Yönetmen Morgan (Bill Pullman) bir belgesel çekmek üzere Londra’ya davet edilir, ancak onu davet eden film şirketinin patronu gizemli bir şekilde ondan bir gizlilik anlaşması imzalamasını ister. Daha sonra, materyal sağlayıcılar Ray Santilli (Decolan Donnelly) ve Gary Suffield bir röportajda yer aldılar ve “inceleyen uzaylı” aldatmacasını uydurmanın tüm sürecini tanıttılar.

İkili, çekimlerin 1995 yılında İngiltere’nin Bedfordshire kentindeki bir ahırda yapıldığını ve ABD, Roswell ile hiçbir ilgisi olmadığını söyledi. 48 yıl önceki gibi düzenlemişler (1947) Duvarda asılı olan saat, kafatası kesip biçmek için kullanılan bıçaklar, telefon o dönemin modellerine göre yapılmış ve sözde görevli askeri doktor. teşrih sadece yerel bir kasaptı. .

Yatakta yatan “uzaylı”, Santilli’nin büyükannesiyle alacakaranlık ilişkisi yaşamak isteyen yaşlı bir adam tarafından Santilli’nin tarifine ve gereksinimlerine göre özenle yapılmış kauçuk bir modeldir. Yaşlı adam bir manken ailesinde doğdu ve halefi, bu yüzden yaptığı uzaylılar doğal olarak gerçeğe benziyor.

Uzaylı cesedinin bu kauçuk maketinin göbeği ve beyni hayvan iç organları ve marketten alınmış sığır koyun gibi lastik maketlerle doldurulmuştur.Bütün anatomik çekim süreci komik ve biraz gerçekçidir.Kaymaz, tır gibi yere düşer. zıplayan, yuvarlanan top ve karından çıkarılan hayvan sakatatları, yiyecekleri işleyerek lezzetli yemekleri haline geldi.

Çekim tamamlandıktan sonra kurgulayıp düzenlediler ve bazı siyah beyaz alacalı efektler eklediler, bu da insanları bir gerçeklik ve yanılsama duygusuyla onlarca yıllık iniş çıkışlardan geçmiş gibi gösteriyordu.

Filmin emekli eski bir ABD Hava Kuvvetleri fotoğrafçısından 100.000 pound’a satın alındığını iddia ettiler.O zamanlar gerçek bir sahneydi ve çok gizli Roswell olayının hayatta kalan tek meyvesiydi.Dünya dünyayı şok etti.

Sonuç olarak, Santilli ve Suffield gibi uydurma çeteler çok para kazandı. Ancak fikir ayrılıkları ve vicdanen huzursuzluk nedeniyle Suffield, Santilli’nin bazı aşırı uygulamalarından çok memnun kalmadı ve bu da anlaşmazlıklara yol açtı.Tartışmanın sonucu, aldatmacayı dünyaya ifşa etmeye karar vermeleri oldu, bu yüzden bir sır vardı. filmin başındaki röportaj..

Ama sonunda, Santilli yine de orijinal filmi satın aldığında ısrar etti ve uzaylıların canlı teşhirini gördü.Filmin 48 yıl boyunca mühürlü bir kutuda kapalı kalması ve aniden havaya maruz kalması nedeniyle hasar gördü. bu yüzden son çare olarak numara yapmak zorunda kaldı. Mevcut film sahte olsa da, gerçekten de sözde “orijinal film” uzaylıların görünümüne göre yapılmıştır.

Bu iddiaları hiçbir zaman delillerle desteklenmemiştir.Bir yalancı için insanlar ancak alay edebilirler. Ama ilginç olan, dolandırıcının kendisi böyle şok edici bir dolandırıcılığı itiraf etti, ancak hala buna inanan ve hala filmdeki uzaylı görünümüyle insanlara blöf yapan, Roswell olayı ve eski güzel hakkında gizemli bir şekilde konuşan insanlar var. 51. Bölgedeki uzaylı anatomisi.

Şimdi, Roswell olayının üzerinden 70 yıldan fazla zaman geçti.İnsanoğlu gerçekten 1940’larda uzaylılarla temas kurmuş olsaydı, eski ABD hükümeti ve ordusu bunu bir sır olarak saklamış olsa bile, bu hala doğru olur muydu? Başka bir deyişle, mevcut dünyada uzaylıların etkisi yok mu? Bu nedenle, uzaylıların gerçekten dünyaya geldiğine inanmıyorum.

Üstelik dünyadaki hiçbir ulusal hükümet ve resmi bilim kurumu bu uzaylı söylentilerine inanmıyor.

2003 yılında, ABD hükümeti tüm Roswell olayı belgelerinin gizliliğini yönetmeliklere göre kaldırdı ve insanlar uzaylılara dair herhangi bir ipucu bulamadı. Edinilen bilgiler, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin Sovyet nükleer patlama testinin şok dalgasını tespit etmek için çok sayıda yüksek irtifa balonu fırlattığıdır.Bu plan devlet sırrıdır (öncelik-A), kod adı “Mogul Projesi ( Moğol Projesi)”.

Bu materyaller, ordunun o dönemdeki “Roswell olayı” açıklamasını, yüksek irtifa balonunun ve taşıdığı teçhizat ve aletlerin düştüğüne dair açıklamasını doğrular nitelikteydi ve ayrıca olaya karıştığı için ordunun o dönemdeki ketum tavrını açıklıyordu. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği Hassas ilişkiler ve askeri sırların açık bir şekilde açıklanamaması kamuoyunda daha da şüphe uyandırıyor.

Şimdi, bazı Çinli bilim adamları da dahil olmak üzere dünyanın her yerindeki gökbilimciler, yorulmadan “uzaylı” veya dünya dışı uygarlıkları aramak için çeşitli gelişmiş ekipmanlar kullanıyorlar, ancak hiçbir şey bulamadılar. Roswell’de veya eski Amerikan Bölgesi 51’de gerçekten yakalanmış uzaylılar varsa ve hatta onları parçalara ayırmışlarsa, eski Amerikalı bilim adamları da dahil olmak üzere dünyanın her yerindeki bilim adamları onlar hakkında hiçbir şey bilmezler ve onları bulmak için çok uzaklara giderler mi?

Bunun hakkında ne düşünüyorsun? tartışmaya hoş geldiniz.

Zaman-Uzay İletişimi’nin orijinal makalesi için lütfen yazarın telif haklarına saygı gösterin, anlayışınız ve desteğiniz için teşekkür ederiz.Yayın tarihi: 2023-03-11 13:55・IP, Jiangxi’ye aittir

Roswell’deki Uzaylı Olayı (film)

Bir Uzaylının Anatomisi (film)

ufo

kaynak : https://zhuanlan.zhihu.com/p/613195038

Nükleer kirlilik yaşandı Hiroşima ve Nagazaki uzun zaman önce yeniden inşa edildi! Çernobil hala çorak? Neden sorusuna cevabı bilen var mı?

Nükleer kirlilik yaşandı Hiroşima ve Nagazaki uzun zaman önce yeniden inşa edildi, ancak Çernobil hala çorak?

uzay-zaman iletişimi

uzay-zaman iletişimi

Harika Dünyayı keşfedin! Tüm Dünya yolları sizinle birlikte yürümek isterim

1 kişi bu makaleyi beğendi

Nükleer kirlilikten de muzdarip olan yerlerde, Japonya’daki Hiroşima ve Nagasaki’nin yeniden inşasını tamamlamak ve barış ve memnuniyet içinde yaşamak ve çalışmak 10 yıldan az sürdü.26 Nisan 1986’da Çernobil nükleer santralinin patlamasından bu yana, 37 yıl Yıllar sonra, birçok netizen için bir soru haline gelen, hala çorak bir yasak bölge.

Hiroşima ve Nagazaki, insanoğlunun atom bombası patlamasının gücünü gerçekten tattığı ve tamamen yok olduğu tek iki şehirdir. O zamanlar ölü sayısı sırasıyla 80.000 ve 40.000’e ulaştı ve nihai ölü sayısı sırasıyla 140.000 ve 74.000 idi; ancak yalnızca birkaç yıl sonra, 1948 ve 1949’dan başlayarak Hiroşima ve Nagazaki halkı evlerini yeniden inşa etmeye başladı. , Tüm projeleri 1958 yılında tamamlanmış ve o zamandan beri yeniden huzur ve mutluluk içinde yaşama ve çalışma hayatı yaşanmıştır.

Bugünkü Hiroşima ve Nagazaki dünyanın en iyi 500 şehri listesine girmiş, Hiroşima 149. sırada ve Nagazaki 142. sıradadır.

Buna karşılık, eski Sovyetler Birliği’ndeki Çernobil nükleer santrali 1986’da bir patlama kazası geçirdi. Nükleer reaktör havaya uçtu ve büyük miktarda radyoaktif madde açığa çıktı. Ancak olay yerinde ölenlerin sayısı çok değil, sadece 31 kişi ve 200’den fazla kişi ciddi şekilde ışınlandı, ancak sonraki 15 yıl içinde 60.000 ila 80.000 kişi öldü ve 134.000 kişi çeşitli radyasyon hastalıklarından muzdarip oldu. binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı.

Şimdi, Çernobil nükleer santralindeki patlamanın üzerinden 37 yıl geçti ve orası hala çorak bir arazi. Peki Hiroşima ve Nagazaki, bu kadar büyük bir patlama ve yıkımdan sonra neden daha hızlı yeniden inşa edilebilmişken, Çernobil nükleer santralinin görünüşte daha küçük ölçekli patlaması hala korkutucu?

Japonlar ölümden korkmuyor da eski Sovyetler Birliği halkı ve şimdi Çernobil nükleer santralinin sahibi olan Ukraynalılar ölümden korkuyor olabilir mi? Ancak eski Sovyetler Birliği’nin halefi Rusya, savaşan bir ulus olarak biliniyor ve şu anda Ukrayna’yı fethetmek için şehitler gönderiyor.Ukraynalılar hiçbir zayıflık göstermedi, topraklarını etten kemikten savundu.

Bu şekilde yeniden inşa edip etmemek bir ölüm korkusu meselesi değil, daha derin bir sebeptir. Peki, bu iki patlamanın ve nükleer kirliliğin sonuçlarının farklı olmasına ne sebep oluyor?

Önce Hiroşima ve Nagazaki nükleer patlamalarının durumunu ve ayrıca radyoaktif nükleer kirlenme sürecini ve derecesini analiz edelim.

Atom bombası patlamasının insanlara ve çevreye verdiği zarar kabaca dört kategoriye ayrılabilir: birincisi, hasarın yaklaşık %50’sini oluşturan şok dalgası yüksek basınç hasarı; Özel hasar, hasarın bu kısmı yaklaşık %5, dördüncüsü radyoaktif madde kirliliği, bu kısım hasarın yaklaşık %10’unu oluşturuyor.

Atom bombası patlamasının yaralanma sürecine bakıldığında, ilk üç yaralanmanın tümü hızlı ve geçicidir.

İlk olarak, nükleer patlamanın yaydığı ışık küresi birkaç saniye sürer ve çevredeki sıcaklığın hızla milyonlarca dereceye ulaşmasını sağlar ve X-ışınları, ultraviyole ışınları, kızılötesi ışınlar ve görünür ışık dahil olmak üzere ışık radyasyonu çevreye yayılır. ışık hızı, yakın mesafeden nesneleri buharlaştıran, eriten, kavuran, öldüren ve hipoksiye neden olan, uzaktan ışınlanan ve hayatta kalan insanlar da derilerini yakar, gözlerini yok eder ve solunum yollarını yakardı.

İkincisi, alfa, beta, gama ve nötron akımları gibi nüfuz edici radyasyon insan vücudundaki hücrelere çarpar, DNA’yı iyonize eder ve yükler ve yüksek dozda radyasyon anında ölüme neden olur; hücrelerin normal fonksiyonlarını bozan insanlar acı çeker. Akut Radyasyon Hastalığı ve Kısa Sürede Ölüm; Radyasyona maruz kaldıktan sonra birçok insan yavaş yavaş kanserden öldü.

Üçüncüsü, nükleer patlamanın muazzam enerjisi tarafından üretilen ve hava, su, toprak ve diğer ortamlar aracılığıyla şiddetli bir şekilde çevreye iletilen ve benzersiz bir şok dalgası kasırgası oluşturan yüksek sıcaklık ve yüksek basınçlı gazdır. saniyede 440 metreye ulaşabilir, bu da kategori 12 kasırganın 10 katından fazladır. Bu ezici kasırga 2 kilometreyi 5 saniyede vurarak tüm engelleri yok etti ve çok sayıda insan yüksek basınçtan ve dolaylı olarak binaların çökmesi ve gömülmesinden öldü.

Yukarıda belirtilen yaralanmaların hepsi birkaç saniye içinde meydana geldi ve yaralanan kişi zaten yaralandı. Ve korkunç yavaş hasar, uzun vadeli radyoaktif kirlenme olan dördüncü seviyedir. Ama neden Hiroşima ve Nagazaki bu kirliliklerden korkmuyor ve insanlar sadece 13 yıl içinde orijinal topraklarda barış ve memnuniyet içinde yaşadılar ve çalıştılar?

Bu, Hiroşima ve Nagazaki’yi bombalayan iki atom bombasından bahsetmeli.

Lao Mei tarafından Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasından birine “Küçük Çocuk”, diğerine “Şişman” takma adı verildi. Bu iki atom bombasının patlama gücü çok büyük değildir ve patlayıcı eşdeğerleri sırasıyla yalnızca 13.000 ton ve 20.000 ton TNT patlayıcıya eşdeğerdir.Günümüzün milyonlarca ton hatta on milyonlarca tonluk nükleer savaş başlıkları ile karşılaştırıldığında, bunlar sadece Hiçbir şey.

“Little Boy”un midesinde bulunan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 toplam 64 kilograma sahiptir. “Little Boy” patlatmak için tabanca tipi bir yapı kullanır.Nükleer yükün yüzdesi fisyona uğramıştır yani yaklaşık 4,5 kg uranyum-235 fisyona uğramıştır.

Nükleer fisyonun kütle-enerji dönüşüm oranı %0,135 yani yaklaşık 0,6 gram kütle enerjiye dönüştürülür.Einstein’ın kütle-enerji denklemi E=MC^2’ye göre bu enerjiler 5,5*10^13 joule ulaşabilir, yaklaşık 13.000 ton TNT eşdeğeridir. Yani nükleer fisyon reaksiyonuna katılan 4,5 kg uranyum-235’e ek olarak, kalan yaklaşık 60 kg uranyum-235 patlayarak toz haline geldi ve mantar bulutu ile gökyüzüne uçtu ve yavaş yavaş dağıldı. ve karaya ve okyanusa düştü.

Doğal uranyum madenlerinde uranyum-238 %99,2, uranyum-235 ise sadece %0,72’dir.Bu nedenle atom bombalarında kullanılan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235, uranyum-238’den yapay olarak çıkarılır.

Uranyum 238’in yarı ömrü 4,5 milyar yıldır, yani doğal enerji salınımı yavaştır ve yarısını serbest bırakıp kaybetmek 4,5 milyar yıl sürer ki bu neredeyse dünyanın yaşına eşdeğerdir. Bu yavaş salınımın hayata verdiği zarar minimumdur; Uranyum-235’in yarılanma ömrü 700 milyon yıldır ve salınan radyoaktivite oranı uranyum-238’in altı katından fazladır, dolayısıyla yaşam için çok daha zararlıdır.

Ancak genel olarak konuşursak, zarar nispeten küçüktür ve avucunuzun içinde tutulan bir parça yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 çok fazla zarar vermez. Atom bombasının prensibi, uranyum-235’in kritik kütlesini kullanır. Kritik kütle denilen, yani belirli bir kütleye kadar üst üste yığılan nükleer fisyon malzemeleri, kendiliğinden bir nükleer fisyon zincir reaksiyonu üretecek ve böylece bir patlamayı tetikleyecektir.

Nükleer fisyon, nötron bombardımanı ile oluşur, bu nedenle kritik kütledeki farkı nötron reflektörü olup olmadığı belirler.

“Little Boy” 64 kilogram yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum-235 ile donatılmıştır. Nükleer fisyon reaksiyonu 5 kilogramdan az tüketir ve kalan 60 kilogram havaya uçurulur. Atom bombası 500 metre yükseklikte patladığı için bu nükleer yakıtlar Yüksek irtifa havasına uçarken ve ardından geniş bir toprak ve deniz suyu alanına düştüğünde, çok az seyreltildi.

Aslında toprakta ve deniz suyunda zaten çok miktarda uranyum vardır.Doğal şartlar altında her 20 kilometreküp deniz suyu zaten “little boy” tarafından sızan uranyumun aynısını içerir ve “little boy” sızıntısı Bu deniz suyunda sürüklenmekten çok daha fazlası.

Atom bombasının yüksek sıcaklığı ve yüksek basıncı altında oldukça radyoaktif bir karışım haline gelen uranyumun bir kısmı da vardır, örneğin niyobyum-95, seryum-141, baryum-140, iyot-131, vb. Bu radyoaktif izotoplar çok zararlıdır, ancak yarı ömürleri çok kısadır, genellikle birkaç gün ila düzinelerce gün içinde hızla bozulur ve yok olur; seryum-141 ve sezyum-137 gibi nispeten uzun ömürlü izotopların bile yarı ömrü yaklaşık 30 yıldır. .

Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarında büyük miktarlarda bulunmayan bu radyoaktif izotoplar çoktan gitti, bu yüzden endişelenmenize gerek yok.

Nagazaki “Şişman Adam”, uranyum-235 ile yüklenen nükleer bombadan farklı malzeme ve yapılara sahip bir atom bombası olan plütonyum-239 yükünü kullanır.Bu atom bombasının patlayıcı gücü yaklaşık 20.000 ton TNT eşdeğeridir, bu da daha fazladır. “Little Boy”dan daha yıkıcı.Hiroshima’daki “little boy”dan daha büyük ama son kayıplar çok daha az.Bunun nüfus yoğunluğu, arazi ve benzeri birçok nedeni olabilir.

Aynı şekilde Nagazaki’nin maruz kaldığı nükleer kirlilik de Hiroşima’dakine benziyor, bu yüzden tek tek ayrıntılara girmeyeceğim.

Ancak Çernobil Nükleer Santrali farklıdır, o zamanki patlama atom bombasından çok daha düşük olmasına rağmen, patlamanın etkisi çok daha geniş kapsamlıydı, bu nedenle hala çorak, kısıtlı bir alandır.

Aslında Çernobil nükleer santralindeki patlama nükleer bir patlama değil, tasarım kusurları ve işletme hatalarından kaynaklanan bir kazan buhar patlamasıydı. Ancak patlamanın güçlü etkisiyle reaktörün üzerindeki 2.000 tonluk kapak uçtu ve büyük miktarda nükleer yakıt da dışarı sızdı.

Nükleer santrallerin elektrik üretimi için kullandıkları nükleer yakıt, atom bombası kadar yüksek saflıkta olmasa da miktar olarak çok büyük.Patlayan 4 Nolu reaktör 180 tona ulaştı ve bunun %2’si saf uranyumdu. zenginleştirilmiş uranyumdan daha radyoaktiftir ve doğrudan patlama sırasında sızmıştır.7-8 ton kadar var ki bu Hiroşima’daki “Little Boy”dan sızan miktarın 400 katıdır.

Ayrıca nükleer bomba patlamaları ve nükleer santral kirlilik yöntemleri de farklıdır.Hiroşima ve Nagasaki atom bombalarının ikisi de beş ila altı yüz metre yükseklikte patlatılmıştır.Kirleticilerin çoğu sıcak hava ile yükselir ve rüzgarla sürüklenir. Yerde kalan kirleticiler son derece yüksekti.Nükleer patlamadan sonra Japonya’da şiddetli bir yağmur oldu ve yerdeki kirleticiler yağmurla yıkanıp seyrelerek nehirlere ve denizlere akarak yerel kirliliği azalttı.

Çernobil nükleer santralinden sızan nükleer yakıt doğrudan toprağa maruz kaldı ve yangına müdahale etmek için yanlışlıkla itfaiye ekiplerine yüksek basınçlı su hortumları gönderildi. -yeraltı sularının ve toprağın kirlenmesi ve ayrıca 31 kişinin ölümüne neden oldu.İtfaiyeciler ve nükleer santral çalışanları radyasyondan öldü ve kalıntıları kalın kurşun tabutlara gömüldü.

Sonraki nükleer kirlilikten ölenlerin sayısı 93.000’e ve kansere neden olan insan sayısı 270.000’e ulaştı.

Daha da ürkütücü olan ise uranyum ve plütonyum gibi 200 tona yakın radyoaktif izotopun bu tahrip olmuş nükleer santralde hala yeraltında gömülü olması ve büyük miktarlarda bir araya toplanmış halde atom bombası gibi patlamayacak olsalar da zincirleme reaksiyona girmesidir. yavaş olmuştur.Toprağa sürekli nüfuz eder ve oluşur.

Kaza, Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya, Türkiye, Yunanistan, Moldova, Romanya, Litvanya, Finlandiya, Danimarka, Norveç, İsveç, Avusturya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Polonya, İsviçre, Almanya, İtalya dahil olmak üzere birçok ülkeyi etkiledi. İrlanda, Fransa ve Birleşik Krallık.

Bunların arasında Ukrayna en çok etkilenen ülke oldu. Yaygın nükleer toz Ukrayna’da on binlerce kilometrekarelik verimli araziyi kirletti. 473.000’i çocuk da dahil olmak üzere 2,5 milyondan fazla insan nükleer kirlilik nedeniyle çeşitli hastalıklardan acı çekti.

Kirlilik ayrıca doğada geniş çapta yayılan ve insanların gıda güvenliğini tehlikeye atan geniş bitki örtüsü ve vahşi hayvanlar üzerinde büyük zararlara ve etkilere neden olmuştur. Uzman tahminlerine göre bu felaketin doğal çevre üzerindeki etkisinin tamamen ortadan kalkması en az 800 yıl, kesintisiz nükleer radyasyon tehlikesi ise 100.000 yıl sürecek.

Bugün Çernobil’in etrafındaki hava hala niyobyum-95, seryum-141 ve baryum-140 gibi çok sayıda güçlü radyasyon maddesi ve ayrıca karada ve toprakta büyük miktarda nükleer kirlilikle dolu.Bu nedenle Çernobil 30 kilometre Bailey nükleer santralinin patlamasından çemberin merkezine kadar olan alanlar hala yasak.

Çernobil nükleer santralindeki nükleer kirlilik kazası, insanlık tarihindeki en büyük nükleer kirlilik olayıdır ve tehlikeleri karmaşıktır.Yukarıdaki açıklama yalnızca genel bir fikirdir.Bu felaketin genel zararının ve gelecekteki yönetimin Uluslararası organizasyonlar henüz tamamlanmadı.

Basitçe söylemek gerekirse, Hiroşima ve Nagazaki atom bombası patlamalarından sızan nükleer yakıt ile Çernobil nükleer santral patlamasından sızan nükleer yakıtın büyüklüğü tamamen farklı olduğu gibi, sızıntı kirliliği yöntemleri ve etki alanları da tamamen farklıdır. Bu nedenle Hiroşima ve Nagazaki, nükleer bombalamalardan kısa bir süre sonra evlerini yeniden inşa edebildiler ve insanlar, Çernobil hala korkunç bir yasak bölgeyken, barış ve memnuniyet içinde yaşayıp çalışabildiler.

Time-Space Newsletter’ın orijinal makalesi için lütfen yazarın telif haklarına saygı gösterin, anlayışınız ve desteğiniz için teşekkür ederiz.

kaynak : https://zhuanlan.zhihu.com/p/609340242

İnsan beyni parçacıklardan oluşur ve parçacıklar fizik yasalarına uyar.İnsan bilinci hala özgür mü?

Felsefe

doğal bilim

fizik

Sinirbilim

beyin bilimi

1.373 cevap

varsayılan sıralama

Li Ruiqiu Lachel

Li Ruiqiu LachelPsikoloji konusu altında mükemmel cevaplayıcı​odaklanÖzellik koleksiyonu3 ürün dahil

09:22Ve

cevap firmasıortak oluşturma1,42 milyon oynama · 1391 beğeni

54.910 kişi cevaba katıldı

Ah, bu gerçekten iyi bir soru.

Bu konuyla ilgili olarak, bilim ve felsefe çevrelerindeki mevcut genel fikir birliği iki noktada yoğunlaşmaktadır:

1) Bilinci bellidir ve insanın özgür iradesi yoktur .

2) Bilinç belirlidir ve insan (bir dereceye kadar) özgür iradeye sahiptir.

Bekle, görünüşe göre bu iki noktanın öncülü aynı mı?

Evet, bu üzücü bir hikaye: Şu anda akademik camia genel olarak “bilincin belirlendiği”ne inanıyor ve herkesin tartıştığı şey şu: Özgür irade nereye kadar var olabilir? Bunu herkes bilse ne olurdu?

Öncelikle özgür iradeden bahsetmeden önce determinizmden bahsedelim.

Determinizm, Newton mekaniği ile başlar. Newton’un klasik mekaniği, her şeyin kendi durumunu (yani atalet) değişmeden tutma özelliğine sahip olduğuna inanır. Eğer hali değişmişse, mutlaka bir dış kuvvet tarafından etkilenmiş olmalıdır. Ve bu etki fizik kanunları ile hesaplanabilir.

Ardından, Newton mekaniği fikrini izleyerek korkutucu bir sonuç bulacağız:

Tüm evren parçacıklardan oluşur ve her parçacığın durum değişikliği bir önceki andan etkilenir. O halde, tüm evrenin mevcut durumuna Durum 1 ve önceki duruma Durum 2 dersek, o zaman: Durum 1, Durum 2’den evrimleşmiş olmalıdır ve bu evrim doğrudan buradan hesaplanabilir.

Benzer şekilde, 2. durum da 3. durumdan evrimleşir ve 3. durum da 4. durumdan gelişir…

Bu şekilde geriye gitmek, evrenin doğduğu andan itibaren her şeyin önceden belirlenmiş olduğu anlamına gelmez mi? Her şeyin ne olacağı, nereye gideceği çoktan kararlaştırıldı mı?

Bu nedenle matematikçi Laplace, ” Laplace’ın iblisi ” adlı bir düşünce modeli önerdi: Evrende, tüm evrendeki her parçacığın tam durumunu (konum ve momentum dahil) tam olarak bilen Laplace’ın iblisi adında bir yaratık olduğunu varsayalım , o zaman bunu yapabilir mi? tüm evrenin geçmişini anlamak ve tüm evrenin parçacık durumunu hesaplayarak evrenin geleceğini tahmin etmek?

Yüzlerce yıldır bilime egemen olan determinizm budur.

Neyse ki, 20. yüzyılda geliştirilen kuantum mekaniği, determinizm için bir kusur buldu: Kuantum mekaniği, bir parçacığın aynı anda tam konum ve momentum elde etmesinin imkansız olduğuna inanıyor. momentumu daha bulanık olacaktır (Heisenberg’in kuantum mekaniğinin belirsizliği olarak da bilinen belirsizlik ilkesi).

Ayrıca, Kuantum Mekaniğinin Kopenhag Yorumu şunu kabul eder: Dünyanın kökeni, en alt katmandan itibaren, bir “olasılık dalgaları” katmanıdır – uzay ve zamanda olasılık biçiminde var olurlar. Ancak diğer maddelerle etkileşime girdiklerinde belirli bir varlığa çökerler. O zamana kadar “belirsizdirler”.

Görünüşe göre kuantum mekaniği determinizme ölümcül bir darbe indirmiş görünüyor.

Ama durum gerçekten böyle mi?

Bilimin gelişmesiyle birlikte, bilim adamları yavaş yavaş durumun böyle olmadığını anladılar. Determinizm gölgesi bir kez daha fiziği sardı.

Neden? Çünkü kuantum mekaniğinin belirsizliğinin bir özelliği vardır: sadece mikroskobik seviyede çalışır, makroskobik seviyeye ulaştığında, klasik mekaniğin özelliklerini geri kazandırır.

Örneğin: Vücudunuz sayısız parçacıktan oluşur. Her bir parçacığa ayrı ayrı baktığımızda, evrenin herhangi bir yerinde (örneğin Ay’da) ortaya çıkabilecek bir “olasılık dalgası”dır. Ancak bu parçacıklar bir “siz” içinde bir araya geldiklerinde, bu olasılık çöker – bir varlık oluşturan gerçek parçacıklar haline gelirler. Buradasın, onu görebilirsin, ona dokunabilirsin ve aniden ayda görünmeyeceksin.

Mikrodan makroya neden bu kadar fark var? Olasılık dalgaları neden “çöküyor”? Kuantum fizikçisi diyor ki: hiçbir fikrim yok.

Bu mikro seviyedir. Makroskopik düzeyde, Einstein’ın genel görelilik kuramı bir kez daha belirlenimciliğe katkıda bulundu.

Size bir soru sormak istiyorum: Sizce hangisi gerçek, geçmiş mi, şimdi mi yoksa gelecek mi?

Birçoğu şimdi olduğunu düşünürdü. Bunu anlamak kolaydır: geçmiş olmuş, var olmuş ama değiştirilmiş şeylerdir; gelecek ise henüz gerçekleşmemiş, belirsiz ve çeşitli olasılıkları olan şeylerdir. Sadece “şimdi” gerçek ve nesneldir.

Ama Einstein öyle düşünmüyordu.

Einstein, tüm evrenin, tüm olayların belirli bir koordinata sahip olduğu “4 boyutlu” bir uzay-zaman birliği ( Minkowski uzay-zamanı olarak da bilinir , yani 3 boyutlu uzay artı 1 boyutlu zaman) olduğuna inanıyordu. Yani doğumdan ölüme kadar tüm evrende her şey “gerçek”tir. Geçmiş, şimdi ve gelecek diye bir şey yoktur. Sadece zaman çizelgesinde yürüyoruz ve bu olaylara çarpmaya devam ediyoruz.

Bu evren modeline “Blok Evren” adı verilir. Bu zaman ve mekan kavramına “Sonsuzluk” denir. [1]

Tersine, çoğu insanın anladığı şey, gerçekten yalnızca “şimdi”nin var olduğu ve ne geçmişin ne de geleceğin var olmadığı kavramına “Şimdicilik” denildiğidir.

Peki fizik genel olarak hangi görüşe katılıyor?

2016 yılında, bir grup üst düzey fizikçi kozmoloji (TIME IN COSMOLOGY) üzerine bir konferans düzenledi. Fizikçilerin büyük çoğunluğu “bloklu evren” ve “ebedicilik” konusunda hemfikirdir, sadece çok az sayıda bilim adamı aynı fikirde değildir. (Bakış açısına katılmıyorum, daha sonra konuşacağız) [2]

Yani fizikte şu andaki genel fikir birliğimiz temelde şu: her şey zaten belirlenmiş.

Örneğin. Tüm evren bir film makarası gibidir, bir sinemada oturup filmi ekranda izleriz. O an oynanan karenin “şimdi” olduğunu, sadece bu karenin gerçek olduğunu, ne geçmişin ne de geleceğin var olduğunu düşünürüz.

Ama değil. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek ne olursa olsun tüm film, bu tüm filmde yoğunlaşmıştır. Sadece kare kare oynanıyor, sürekli olarak bizim tarafımızdan görülüyor, bilincimiz tarafından “şimdi” olarak tanımlanıyor.

Pekala, sanırım şimdi bir sorunuz olmalı: determinizm “madde”ye, yani tüm parçacıklara dayanır. Peki ya bilincimiz?

Düşüncelerimiz ve eylemlerimiz bilincimizden gelir, peki bilincimiz madde midir? O da determinizmi takip ediyor mu?

Ama gerçekten durum bu mu?

Basit bir örnek vermek gerekirse: Bilgisayar başında oturuyorsunuz ve birden canınız su içmek geliyor, bu yüzden ayağa kalkıp bir bardağa su dolduruyorsunuz.

Burada zihninizdeki “su içmek istiyorum” fikrine “bilinç”, ayağa kalkıp su dökme eylemine ise “davranış” diyoruz. Yani: Ayağa kalkıp su dökme hareketiniz bilinciniz tarafından mı kontrol ediliyor?

Pek çok arkadaşın ilk tepkisi şu olabilir: Tabii bunda bir şüphe var mı? “Su içmek istiyorum” diye ayağa kalkıp su dökmedim mi?

Ama mutlaka değil.

Sinirbilimci Benjamin Libet tarafından yapılan bir dizi deneyde, katılımcıların beyinlerinde, onlar bir “düşünceye” sahip olmadan çok önce, elektrik sinyallerinde bir ani yükselme oluştuğunu buldu. Bu zirve sayesinde, katılımcıların bundan sonra ne yapacaklarını önceden tahmin edebilir. (Libet ve diğerleri, 1983)

Bu elektrik sinyali, katılımcının “fikre” sahip olmasından ne kadar önceydi? Ortalama 0,3 saniye civarındadır.

Psikoloji ve nörobilim topluluklarını şoke eden bir keşifti.

Bu nedenle, bu hipotezi test etmek için bir dizi deney birbiri ardına tekrarlandı.

Örneğin: 2008’de Koreli bilim adamı Chun Siong Soon bir dizi deney yaptı. Katılımcıların beyin aktivitelerini saptamak için fMRI (modern bir yaygın beyin görüntüleme tekniği) kullandılar ve onlardan bir düğmeye basma görevini tamamlamalarını istediler. boşaltmak:

Araştırmacılar, beyin aktivitesini izleyerek, katılımcıların tam olarak ne zaman ve hangi düğmeye basacaklarını tahmin edebildiler. (Chun Siong Soon ve diğerleri, 2008)

Yani, katılımcıların “düğmeye basmaya karar vermesinden” birkaç saniye önce, beyinleri zaten ilgili sinyalleri göndermişti. Düğmeye kendileri basmak yerine, katılımcılar düğmeye basmaları için sinyal tarafından dikte edildi.

(Bu makaleye 2.000’den fazla atıf yapılmıştır, bu da akademik camianın ona büyük önem verdiğini göstermektedir)

Diğer bir deney ise Fried tarafından 2011 yılında modifiye edilen Libet tarzı deneydir. Daha gelişmiş teknikler kullanarak tahmin başarı oranını %80’in üzerine çıkardı. (I Fried ve diğerleri, 2011)

Bazı okuyucular şunu sorabilir: Bu elektrik sinyalinin bir zaman farkı veya bir eyleme hazırlanma sinyali olması mümkün mü? Bu varsayım, Chun Siong Soon tarafından da bozuldu. 2013 deneyinde, aksiyon potansiyelleri olasılığını eledi ve tahmin edilen ilerleme yaklaşık 4 saniye öncesine kadar doğruydu. (Chun Siong Soon ve diğerleri, 2013)

Bu deneyler birlikte aşağıdaki sonuçları desteklemektedir:

Yaptığımız bilinçli eylemler “bilincimizden” çıkmayabilir.

Basitçe söylemek gerekirse: önce “su içmeyi isteme” bilincine sahip olduğumuzu düşüneceğiz, böylece ayağa kalkıp su dökeceğiz. Bilinç, davranışın nedenidir.

Ama aslında durum böyle değil, bilim adamları bu deneyler dizisi sayesinde, biz belirli bir bilinç oluşturmadan önce beynimizin net bir sinyal üreteceğini gözlemlediler. Bu sinyal her zaman bilinçten önce gelir ve davranışlarımızı kesinlikle tahmin edebilir.

Bu neyi gösteriyor? Bu elektrik sinyali, davranışlarımızın gerçek sebebidir. Bilinç, bu elektrik sinyalinin beyne geri bildiriminden başka bir şey değildir.

Bir benzetme kullanmak gerekirse: bilincimiz bir imparator gibidir. Görkemli bir şekilde emir veriyor gibi görünüyor, ama aslında arkasında bir gölge kabine var.Tüm kararları onlar veriyor ve imparatorun elinden çıkıyor.İmparator sadece bir sözcü. onlara.

Bu noktayı açıklığa kavuşturduktan sonra, daha fazla düşünelim.

Bu “su kesintisi” elektrik sinyali nereden geldi? Tüm durumunu izleyen ve “ah, biraz susuz kalmış gibi görünüyor” anlayanın vücut olduğunu ve bu sinyali beyne gönderdiğini hayal etmek zor değil.

Sonra beyin bu sinyali ikiye böler: Bir yol vücudumuzu ayağa kalkıp su dökmeye sevk eder, diğer yol ise bilincimize der ki: vücutta su eksik, biraz su içmem gerekiyor, o yüzden size söyleyeyim.

O zaman bu bizi çok ürkütücü bir sonuca götürür:

Tüm düşünce ve davranışlarımız, vücudumuzun ve beynin iç ve dış uyaranlara dayalı olarak ürettiği elektrik sinyallerinin geri bildiriminden geliyorsa, o zaman tüm düşünce ve davranışlarımızın aslında “belirlenmiş” olduğu söylenebilir mi?

Başka bir deyişle: Bir kişinin (Laplace’ın iblisi) tüm hallerini bilirsem, sonraki düşüncelerini ve davranışlarını tahmin edebilir miyim?

Bazı arkadaşlar şöyle sorabilir: Ama “su içme isteği” bilincine sahip olduğumda bunu yapmak zorunda kalmıyorum. Ayağa kalkıp su dökmekten de kendimi alıkoyabiliyorum, bu benim hür irademle değil mi?

Ama bir düşünün: Karar vermemeye karar verdiğinizde, aslında bu nedir? Eski düşünceyi (su içmek istiyorum) yeni bir düşünceyle (bunu yapma) değiştiriyorsunuz, ki bu esasen aynı: Bu yeni düşünce aynı zamanda etkileyen faktörlerini beynin elektrik sinyallerinde bulmalı. daha yüksek bir “neden” de.

Yani, hala maddi dünyaya ve determinizme geri dönüyoruz.

Ancak determinizm ile aynı fikirde olursak, kaçınılmaz bir sorunla karşılaşırız:

Determinizme göre insanın suç işleyip işleyemeyeceği baştan belli olmuyor mu?

Peki, onu hâlâ sorumlu tutabilir miyiz? “Özgürce karar veremediği” eylemlerden onu sorumlu tutabilir miyiz?

Elbette suç işleyip işlemeyeceğine karar verildi diyebiliriz ama suç işlerse tutuklanmamıza da karar verildi.

Bu mantığa göre, bir insan dünyaya geldiğinde, bir suç işlemeye “karar” verilir ve cezalandırılmaya “karar verilir” ve kendisinin direnme gücü yoktur. Bu … çok acımasız değil mi?

Bu, felsefedeki klasik “özgür irade sorunu”dur.

Özgür iradenin modern toplumun temeli olduğu söylenebilir. Özgür irade sorgulanır veya reddedilirse, hesaplanamaz sonuçlar olacaktır.

Bu nedenle, modern felsefede özgür irade konusunda genel olarak dört görüş vardır:

  • Determinizme katılıyorum ve “özgür iradenin olmadığına” da inanıyorum. Buna güçlü determinizm denir.
  • Determinizmle aynı fikirde olun, ancak “belirli bir derecede özgür iradeye sahip olabileceğimize” inanın. Buna uyumluluk denir.
  • Determinizme katılmamak ve özgür irademiz olduğuna inanmak. Buna özgürlük denir.
  • Determinizm ile aynı fikirde değil ama özgür irademiz olmadığına inanıyor. Buna güçlü uyumsuzluk teorisi denir.

Filozofların büyük çoğunluğu ya birinci ya da ikinci pozisyonu alıyor ve çok azı son ikisini alıyor, bu yüzden onları atlıyoruz.

İlki o kadar açık ki, detaylandırmaya gerek yok.

Bizi daha çok ilgilendiren ikincisi, yani bağdaşırcılık: Determinizmle hemfikir olduğumuza göre, neden özgür irade var? Bilincimiz ve davranışımız tamamen belirlenmiş değil mi?

Bu duruş 18. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu pozisyonu kim alıyor? Hobbes, Hume , Schopenhauer ve diğer büyük filozoflar dahil. Ana fikirleri “klasik uyumluluk” olarak adlandırılır, yani:

İstediğini yapabilirsin, sadece “ne yapmak istediğine” karar veremezsin.

Schopenhauer’ın dediği gibi: Dilediğini yaparsın, istediğini yapmazsın.

Yani klasik bağdaştırıcılar kafanızın içinde ne olduğu umurlarında değil, umursadıkları şey: Dış dünya tarafından engellenmeden istediğinizi yapabiliyor musunuz? Yapabiliyorsanız, o zaman bir dereceye kadar özgür iradeye sahipsiniz.

Elbette, geriye dönüp bakıldığında, bu bakış açısı hiçbir şeyi çözmez: sadece sorunu gözden kaçırır ve sorunu yeniden yazar.

Sonuç olarak, modern filozoflar bazı yeni bağdaştırıcı görüşler ortaya attılar. Örneğin:

  • Frankfurt’un hiyerarşik modeli
  • Susan Wolfe’un rasyonellik modeli
  • Fisher-Ravezza’nın neden-tepki modeli
  • Strawson uyumluluğu

… [3]

vesaire.

Örnek olarak Frankfurt’un hiyerarşik modelini ele alalım. Frankfurt, aynı anda birden çok birinci dereceden arzuya ve bu birinci dereceden arzuyu yansıtan ve yargılayan ikinci dereceden arzulara sahip olabileceğimize inanıyor. İkinci dereceden arzuların varlığı, insanın diğer canlılardan farkı ve aynı zamanda özgür iradenin var olabileceği alandır.

Örneğin: Tembel olmak istiyorum (bu birinci dereceden bir arzu), ama aynı zamanda “tembelliğin iyi olmadığını” hissediyorum (bu ikinci dereceden bir arzu). ikinci dereceden arzunun dürtüsü, Tembelliği bırakın ve makaleyi yazın.

Yani bu örnekte, özgür iradem ikinci dereceden arzulara dayalıdır. Bu birinci dereceden arzunun ve ikinci dereceden arzunun kaynağı belirlenebilse de, belirlenen sonuç benim ikinci dereceden arzumla uyumlu olduğundan, determinizmi bozmadan özgür irademe göre hareket edebiliyorum.

Elbette tüm bağdaşırcıların bir sorundan kaçamayacaklarını göreceksiniz: bu determinizmdir. Sadece determinizm öncülünde özgür irade için alan için çabalayabilirler, böylece görünüşte birbirini dışlayan iki şey aynı anda var olabilir.

Öyleyse determinizmi reddedebilir miyiz? Yani mevcut akademik çevrede bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Daha önce de belirtildiği gibi, toplu evren ve ebediyet ile aynı fikirde olmayan bir avuç bilim adamı var. Örneğin:

Kozmolog Lee Smolin’in görüşü, topaklı evrenin yanlış olduğu yönünde. Gelecek gerçekte yok, evren sürekli gelişiyor, doğuyor ve her an yoktan değişiyor.

Fizikçi George Ellis, bloklu evrenin doğru olduğuna inanıyor Evren gerçekten de 4 boyutlu bir “blok” (uzay-zaman sürekliliği), ancak tam değil, sürekli büyüyor. Bu “bloğun” yüzeyi “şimdi” dir. Bu görüşe “büyüyen bloklu evren” denir.

Diğer görüşler, evreni bilgi açısından açıklar ( kuantum bilgi teorisi ). Örneğin: evrenin toplam kapasitesi sınırlıdır, bu nedenle bilgisi de sınırlıdır, bu nedenle baştan “tüm geleceği belirleyemez” – genişledikçe ve büyüdükçe yeni bilgiler yaratmaya devam etmelidir, vb.

Ancak bunlar determinizmi olumsuzlayabilir veya tersine çevirebilir mi? Kişisel bakış açıma göre zor. Söyleyebileceğim en fazla şey, determinizmin “kapatıldığı” kapakta küçük bir boşluk olduğu.

Aslında, bilimin gelişmesi ve tartışılması ile bilim adamları ve filozoflar temelde bir fikir birliğine varmışlardır: muhtemelen determinizm ile aynı fikirde olmalıyız.

Öyleyse determinizm temelinde özgür irade var olabilir mi? Ahlaki sorumluluklarımız, geleceğe olan güvenimiz vb. özgür iradeye bağlı mı?

Özgür irade reddedilirse sonuçları nelerdir?

London School of Economics’te felsefe profesörü olan Christian List, maddi düzeydeki belirlenimciliğin ruhsal düzeydeki belirlenemezcilikle tutarsız olmadığına inanıyor. Bilincin tamamen maddeye indirgenemeyeceğine inanıyor. Libet gibi bir dizi deney, “elektrik sinyallerinin davranışın nedeni olduğunu” açıklayamaz, bu sadece otonom bilincimizin bir yan ürünü olabilir.

Sinirbilimci Aaron Schurger’in deneyleri bu varsayımı desteklemektedir. Aaron Schurger, Libet ve diğerleri tarafından bir dizi deneyde gözlemlenen elektrik sinyallerinin, bilinci üreten çevresel bir faktör olabileceğine inanıyor – tıpkı her zaman hava güneşli olduğunda dışarı çıktığımız gibi, ama bu “güneşli” anlamına gelmez. Aynı nedenle dışarı çıkıyoruz. (Aaron Schurger ve diğerleri, 2012)

İsrailli felsefe profesörü Saul Smilansky daha karamsar. “İlüzyonizm” görüşüne sahip, yani özgür iradenin bir yanılsama olduğuna inanıyor, ancak insan toplumunun bu yanılsamaya ihtiyacı var.

Özgür iradeye inanmak gerçekten bir yanılsamadır, ancak toplum bu yanılsamayı savunmalıdır. Determinizm fikri ve onu destekleyen gerçekler fildişi bir kuleye kapatılmalıdır. Yalnızca yüksek duvarların ardında 

eğitim görmüş olanlar , bana söylediği gibi, “karanlık gerçekle yüzleşmeye” cesaret 

edebilir . toplumun iyiliği için. 

[4]

Bununla birlikte, Şubat 2021’de Köln Üniversitesi’nden psikolog Oliver Genschow ve ekibi bir çalışma yayınladı: 26.000’den fazla katılımcıyla yaklaşık 150 araştırmayı incelediler ve şunları buldular:

İnsanlar “özgür iradenin bir yanılsama olduğunu” bilseler bile, öyle görünüyor ki, bu pek bir fark yaratmıyor. (Genshow ve diğerleri, 2021)

Katılımcılara özgür iradenin olmadığına dair bir dizi ikna edici kanıt sunarak ve ardından öz bildirimlerini ve davranışlarını gözlemleyerek, katılımcıların başlangıçta bir kafa karışıklığı ve şok halinde olabileceğini, ancak zamanla Nasıl hissettiklerini ve hissettiklerini gördüler. davranış zamanla değişmiyor gibi görünüyor. Ne daha “hoşgörülü” ne de daha “disiplinli” hale geldi.

Araştırmanın nihai sonucu, özgür irade ile ahlak ve davranış arasında net bir ilişki olmadığıdır. Filozoflar endişeleniyorlar, belki de bir tür endişe.

Söylemeye gerek yok, bu çok heyecan verici bir keşif.

Son olarak, bakış açım hakkında kısa bir konuşma.

Demek istediğim aslında çok basit: Determinizm doğru olsa bile her şeye karar verilmiş, bizim için pek bir önemi yok.

Nedeni basit: Her şeye karar verilmiş olsa bile, ama biz bunu bilmiyoruz — öyleyse karar verilmiş olup olmamamızın bizim için ne önemi var?

Bir film izlemek gibi. Elbette bir filmin sonu önceden yapılır, ancak bu yüzden bir filme gitmeyi bırakır mısınız? Tabii ki değil. Bizim için en önemli şey süreçten zevk almak, düşünmeye ve deneyimlemeye devam etmektir.

Determinizm hayatınızın sonucunu etkiler mi? Aslında değil. Yalnızca mevcut deneyiminizi, durumunuzu ve davranışınızı etkileyebilir.

“Hiçbir şeyin kader olmadığını” düşündüğümüz için kötü bir insan olmaktansa iyi bir insan olmayı mı seçiyoruz? HAYIR. Çünkü vicdanımızın acısını ve kınamasını hissetmek istemiyoruz.

Dünyadaki bir insan, büyük ölçüde doğuştan gelen genler ve edinilmiş çevre tarafından şekillendirilir – bunlar birlikte mevcut sizi şekillendirir ve olmak istediğiniz geleceğe rehberlik eder.

Bu temelde, %100 karar vermek ile %80 karar vermek arasında gerçekten büyük bir fark var mı? hiç de bile.

Ek düşünce: Determinizm doğru olsaydı bile üzerimizde hiçbir etkisi olmazdı. Çünkü “neye” karar verildiğini -gerçekten yapmadığımız sürece- asla bilemeyiz.

Örneğin: Bazı arkadaşlar sorabilir: Determinizm doğruysa, bir kişinin kişiliği sabit midir ve değiştirilemez mi?

Aslında değil. Son yıllarda yapılan araştırmalar, kişiliğin yetişkinlikten sonra kademeli olarak dengeleneceğini, ancak değişmez olmadığını bulmuştur. Aslında araştırmacılar, bir insanın istediği gibi yaşamasına izin vermişlerdir ve bir süre sonra kişiliği gerçekten değişecektir.

Yani, eğer bir içedönük dışadönük olmak istiyorsa, gerçekten bir dışadönük gibi davrandığı sürece, o zaman zamanla gerçekten çok daha fazla dışadönük olacaktır.

Peki bu durumda “özgün kişiliğinin içe dönük olduğu” veya “giderek dışa dönük olduğu” tespit edilmiş midir?

Biz bilmiyoruz. Sadece ne zaman yaptığımızı biliyoruz.

Bu nedenle nazik bir insan olmak, kendiniz, başkaları ve dünya için anlamlı ve değerli bir şeyler yapmak ve bu süreçte mutlu, tatmin olmuş ve keyifli hissetmeye devam etmek her zaman yanlış olamayacak bir stratejidir.

Bizi nihai olarak şekillendiren şey, hayali bir dış güç değil, süreçteki sürekli çabalarımız ve uygulamalarımızdır.

Yıldızlı gökyüzüne bakarken her adımı iyi atmalısın.

Bu daha önemli bir şey olabilir.

başvurmak

  1. Bu parça için lütfen “Zamanın Sırası”na bakınız. Ebedicilik hakkında pek bir şey söylemiyor ama bazı temel bilgileri doldurabilir.
  2. Bakınız: https://www.quantamagazine.org/a-debate-over-the-physics-of-time-20160719/
  3. Bu parça şu adreste bulunabilir: https://plato.stanford.edu/entries/compatibilism/#CompTran Stanford Felsefe Ansiklopedisi
  4. Bakınız: https://www.theatlantic.com/magazine/archive/2016/06/theres-no-such-thing-as-free-will/480750/

2021-04-15 17:22 tarihinde yayınlandı

https://haber34tech.wordpress.com/
Otobiyografinizi yazıyorsunuz. İlk cümleniz ne olurdu?

https://haber34tech.wordpress.com

Evrendeki Harika Hikayeler

Bilim adamları tarafından neden yaşamın beşiği olarak kabul edilen küçük kırmızı cüce yıldız?

Bilim adamları tarafından neden yaşamın beşiği olarak kabul edilen küçük kırmızı cüce yıldız?

uzay-zaman iletişimi

uzay-zaman iletişimiHarika dünyayı keşfedin ve tüm yolu sizinle birlikte yürümek isterim

2 kişi bu gönderiyi beğendi

Yıldızlar, evrendeki görünür maddenin ana gövdesidir ve tüm evrendeki görünür maddenin %99’unu oluşturur. Neden görünür madde denir? Çünkü modern bilimsel araştırmalar, evrene gerçekten hakim olan görünmez maddenin, tüm evrenin kütle-enerjisinin yaklaşık %95’ini oluşturan karanlık enerji ve karanlık madde olduğuna inanmaktadır.

Bugün bu görünmez ve soyut şeylerden bahsetmiyoruz, sadece ufkumuzda aktif olan yıldızlardan bahsediyoruz.

Bir yıldızın yaşamı kabaca doğum dönemi, olgunlaşma ve durağan dönem ve çürüme dönemi olmak üzere üç aşamaya ayrılır. Doğum periyodu ve ölüm periyodu, bir yıldızın toplam ömrünün küçük bir bölümünü oluştururken, olgunlaşma ve durağan dönem, yıldızın yaşam döngüsünün %90’ından fazlasını oluşturur. Bu dönemdeki yıldızlara ana dizi yıldız aşaması denir ve kırmızı cüceler, turuncu cüceler, sarı cüceler ve mavi cüceler gibi yıldızlar ağırlıklı olarak aktiftir.

Bazıları kahverengi cücelerin olduğunu düşünür ama bu tür yıldızlara başarısız yıldız denir çünkü çok küçüktür ve çekirdek basıncı ve sıcaklığı hidrojen füzyonunu ateşleyemez.Yıldızlar arasında sayılması gerektiğini düşünmüyorum.

Bu şekilde, gerçekten ısı yayan ve uzayı yayan yıldızlar, esas olarak kırmızı cüceler, turuncu cüceler, sarı cüceler ve mavi cüceler gibi yıldızları ifade eder. Bu yıldız türlerinin sınıflandırılması esas olarak yıldızın kütlesine ve tayfına dayanmaktadır.Genel olarak konuşursak, yıldızın kütlesi ne kadar büyükse parlaklık o kadar fazladır, bu nedenle yıldızın spektral tipi yıldızın kütlesi ile yakından ilişkilidir. .

Gökbilimciler yıldız spektral tiplerini yedi kategoriye ayırırlar: O, B, A, F, G, K, M. Tabii ki, her spektral türün bir genlik aralığı vardır, bu nedenle bilim adamları bu kategorilerin her birini 0-9 Arap rakamlarıyla işaretlenmiş, A1 tipi veya G2 tipi gibi 10 alt tipe ayırırlar.

Bu şekilde, yıldız kütlesi ile güneş kütlesinin bir katı olan ve küçükten büyüğe sıralanan spektrum arasındaki ilişki oluşturulur: M-tipi spektrum yıldızları, en küçük kütleye sahip kırmızı cüceleri ifade eder ve kütle açıklıkları şu şekildedir: Güneşin 0,08 ila 0,5 katı arasındadır.Yaklaşık 2000~3500K, renk kırmızıdır ve parlaklık güneşin yaklaşık %4’üdür, K-tipi spektrum yıldızı turuncu bir cüce yıldızdır, kütlesi 0,5 ila 0,8 arasındadır. Güneşinkinin katı, yüzey sıcaklığı yaklaşık 3500~5000K ve rengi turuncu.Güneşin yaklaşık %40’ı kadar parlak.

Daha ileride güneşimizin spektrum tipi, yani G-tipi spektruma sahip sarı bir cüce yıldız, güneşin kütlesinin 0,8 ila 1,7 katı, yüzey sıcaklığı yaklaşık 5000-6000K, açık sarımsı beyaz renklidir. ve güneşin parlaklığının 0,8 katı ile 6 katı arasında bir parlaklık. Güneşimiz G2 tipi spektruma aittir.

Yukarıya çıkan mavi cüce, sarı cüceden daha büyük bir kütleye sahip bir yıldızdır ve F, A, B ve O türleri olmak üzere dört spektral dereceye ayrılmıştır. Bu yıldızlar, güneşin kütlesinin birkaç katı ile güneşin kütlesinin düzinelerce hatta 200 katı arasında değişen, yüzey sıcaklıkları 7500K ile 60000K arasında değişen, renkleri beyazdan mavi-beyaza değişen orta ila büyük kütleli yıldızlardır. ve hatta güneşin parlaklığının on binlerce ila 1,4 milyon katı olan mavi.

Yıldız ne kadar büyükse, sıcaklığın ve parlaklığın o kadar yüksek olduğu görülebilir. Ancak bir yıldızın ömrü kütlesinin tam tersidir ve kütlesi daha büyük olan bir yıldızın ömrü daha kısadır.

Sonuç olarak, yıldızların yaşam süresindeki boşluk büyük ölçüde genişledi, en kısa yaşam süresi yalnızca birkaç milyon yıl ve en uzun yaşam süresi trilyonlarca yıl oldu. Bunun nedeni, yıldızın kütlesi ne kadar büyükse, çekirdek basıncı ve sıcaklığı o kadar yüksek, hidrojen füzyon reaksiyonu o kadar yoğun ve vahşi ve yakıt o kadar hızlı tüketiliyor. Bir yıldızın çekirdek yakıtı tükendiğinde, evriminin ve düşüşünün son aşamasına ulaşmıştır.

Yıldızların ölüm yöntemi de kütle ne kadar büyükse o kadar şiddetlidir.Genellikle Güneş’in 0,5 katı veya daha fazla kütlesi olan yıldızlar sonunda helyum füzyonuna neden olabilir ve sonunda karbonun sonuna kadar reaksiyona girer.Bu yıldızın genişleyerek kırmızı dev bir yıldız haline gelmesine ve çevredeki gazın uzaya dağılmasına neden olacaktır.Son olarak çekirdekte minik bir beyaz cüce kalır.

Güneşin kütlesinin 8 katından daha büyük yıldızlar için, evrimin sonunda içeride termonükleer bir kaçış meydana gelecek, bir süpernova patlamasını tetikleyecek ve sonunda parçalara ayrılacak ve uzayda dağılacak veya arkasında bir nötron yıldızı bırakacak; daha büyük yıldızlar Güneş’in kütlesinin 30 ila 40 katından fazla, Bir süpernova patlamasından sonra çekirdekte kalan şey bir kara deliktir.

Bugün yıldızların kahramanca ölümünden bahsetmeyeceğiz, ama esas olarak bilim adamlarının kırmızı cüceler hakkında neden bu kadar iyimser olduklarından, kırmızı cücelerin yaşamın beşiği veya yaşamın nihai varış noktası olduğunu düşündüklerinden bahsedeceğiz.

Aslında, basitçe söylemek gerekirse, üç sebep var.

İlk olarak, kırmızı cüceler en uzun ömre sahiptir.

Yıldızlar, yaşamın enerji elde etmesinin temel şartlarıdır.Yıldızlar olmadan, bırakın aklın ve uygarlığın ortaya çıkmasını, yaşamın olmayacağını söyleyebiliriz. Ve yaşam ve uygarlığın gebe kalması için zamana ihtiyacı vardır, tıpkı güneş ve dünyanın 4,6 milyar yaşında olması gibi.Yaşam milyarlarca yıllık gelişme ve evrim geçirmiş olsa da, bilgelik ve uygarlık hala olgunlaşmamış ve insan faaliyetlerinin kapsamı hala sınırlıdır. Esasen dünyamızı tasavvur etmek ve dünyanın etrafında dolaşmak, güneş sisteminin dışına uçmak daha da bir hayaldir.

Güneşimiz yaklaşık 10 milyar yıllık ömre sahip sarı bir cüce yıldız, şimdi orta yaşlı, 4.6 milyar yaşında ve 5 milyar yıldan fazla bir süre sonra ölecek. O sırada güneş kırmızı bir dev olacak. yıldızın çapı şu anki boyutunun yaklaşık 200 katına kadar genişledi ve kenarı dünyanın yörüngesinin hemen yakınında ve dünya muhtemelen gazlaşacak ve güneşin alevleri tarafından yutulacak.

Şu anda, tüm güneş sistemi kargaşa içinde ve yaşam çoktan sona erdi. Araştırmalara göre güneş bundan sonra en fazla 1 milyar yıl yaşamı destekleyebilir.1 milyar yıl sonra güneşin parlaklığı %10 artacak.

İnsanların yıldızlararası bir uygarlığa dönüşüp gelişemeyeceği, güneş sisteminden kaçıp diğer yıldız sistemlerinde veya yıldızlararası uzayda hayatta kalmaya devam edip edemeyeceğini kimse bilmiyor. Ancak bir şey çok önemli, yani yaşamın doğuşu ve uygarlığın gelişmesi ve gelişmesi istikrarlı bir uzay ortamı gerektirir, bu nedenle yıldızların yaşam süresi ve kararlı dönemleri yaşamın ve uygarlığın gelişmesi için gerekli koşullardır.

Kırmızı cüceler en düşük kütleli yıldızlardır ve yıldız ömürleri yasasına göre en uzun ömre sahiptirler. Kütle ve tayfa göre bölündüğünde, en büyük kırmızı cüce yıldızın kütlesi güneşin 0,5 katıdır ve ömrü 50 milyar yıla ulaşabilir; daha küçük olan kırmızı cüce yıldızın ömrü 100 milyar yıldan fazladır; daha küçük olanın ömrü 50 milyar yıldır. kırmızı cüce yıldız ömrü trilyonlarca yıldan trilyonlarca yıla bile ulaşabilir.

Kırmızı cücelerin ultra uzun ömürleri, yaşam ve bilgeliğin üremesi ve gelişmesi için uzun vadeli bir fırsat sağlar. Yani, gelecekte insanlar güneş sisteminde kalamayacakları zaman, başka yıldızlararası sığınaklar aramak zorundadırlar.En olası şey, bir kırmızı cüce yıldız aramak ve gelişmeye devam etmek için oradaki sabit enerjiye güvenmektir.

Bize en yakın yıldız, kırmızı bir cüce olan Proxima Centauri’dir. Proxima Centauri’nin kütlesi güneşin sekizde biri kadardır ve ömrü 100 milyar yıldan fazla olabilir. Bilimsel araştırmalar, bizden 4.22 ışıkyılı uzaklıkta bulunan bu zayıf yıldıza, ikisi yaşanabilir bölgede bulunan ve yaşamın var olması için gerekli koşullara sahip 3 gezegenin eşlik ettiğini bulmuştur.

İkincisi, kırmızı cüceler evrendeki en çok sayıda yıldızdır.

Galaksimizde yaklaşık 400 milyar yıldız vardır ve bunların yaklaşık %10’unu bizim güneşimiz gibi sarı cüceler, güneşten daha büyük kütleli yıldızların toplam sayısı sadece %3, güneşten daha küçük kütleli turuncu cüceler oluşturur. yıldızların yaklaşık %12’sini oluşturur ve geri kalan %75’i kırmızı cücelerdir.

Gözlemler, güneşe en yakın 10 yıldız grubundan 9’unun kırmızı cüce olduğunu ve güneşe en yakın 50 yıldızın %80’inden fazlasının kırmızı cüce olduğunu bulmuştur.

Daha ileri bilimsel araştırma, güneş merkezli 1500 ışıkyılı içinde, farklı spektral türlerdeki yıldızların sayısının yaklaşık olduğunu buldu: B tipi yıldızlar %1, A tipi yıldızlar %1,5, G tipi yıldızlar %13 ve K-tipi yıldızlar %20, M-tipi yıldızlar %56 ve spektrum ile kütle arasındaki ilişkiye göre kırmızı cüceler büyük çoğunluğu işgal eder ki bu da yukarıdaki tahminle karşılaştırılabilir.

Evrende o kadar çok kırmızı cüce var ki ve ömürleri çok uzun.Böyle bir yerde yaşam ve uygarlığın ürememesi ve gelişmemesi mantıksız görünüyor.

Üçüncüsü, kırmızı cüceler uzun süre kararlıdır.

Yaşamın doğuşu nispeten rahat bir ortam gerektirir, ancak erken bilimsel araştırmalar, kırmızı cücelerin yaşamın doğuşu ve üremesi için uygun olmadığına ve elbette uygarlığın doğuşu ve gelişmesine uygun olmadığına inanmaktadır.

Bunun nedeni ise kırmızı cücelerin kütlelerinin küçük ve sıcaklıklarının düşük olmasıdır.Yaşam üreten bir gezegen bu kadar düşük kütleli bir yıldızın yaşanabilir bölgesinde olacaksa yıldıza çok yakın olması gerekir. Yaşanabilir bölge denilen bölge, yıldızdan gezegene yayılan ısıdır ki bu sadece sıvı haldeki suyun varlığına uygundur, yani gezegenin sıcaklığı 0 derece civarında uygun bir aralıkta olmalıdır.

Örneğin bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri, Proxima Centauri b adlı yaşanabilir bölgede bir gezegene sahiptir ve bu gezegen, dünyaya olan uzaklığın yalnızca yirmi birde biri olan ana yıldızdan yalnızca yaklaşık 7 milyon kilometre uzaklıktadır. güneşe. Bu mesafe nedeniyle, kaçınılmaz olarak iki olguya yol açacaktır: Birincisi, yıldızın yerçekimi tarafından kucaklanmamak için gezegenin dönüş hızının çok hızlı olması gerektiği, diğeri ise gelgitsel olarak kilitleneceği. yıldızın yerçekimi kuvveti ile, yani bir tarafı daima yıldıza bakar.

Devir süresi sadece 11,2 gün olan ve Proxima Centauri tarafından gelgit kilitlenmiş Proxima b için durum böyledir.Bir tarafı yıldızlar tarafından kavrulmuş, diğer tarafı ise her zaman yıldızlardan uzak, karanlığa ve aşırıya batmış durumda. soğuk.

Başka bir sebep daha var: kırmızı cüceler genellikle yaşam döngülerinin ilk aşamalarında parlama yıldızları şeklinde görünürler, yani yüzey son derece dengesizdir ve genellikle devasa enerji patlamaları yayarlar. Güneşte yirmi yıla kadar Sadece bir kez olur, ancak kırmızı cücelerde birkaç haftada bir olur.

Bu şekilde çok büyük bir enerji radyasyonu çok yakın gezegenlere çarpar ve yaşam ve uygarlığın üremesi imkansızdır.

Bununla birlikte, onlarca yıllık takip araştırmasından sonra, bilim adamları yeni keşifler ve bilişler elde ettiler: kırmızı cücenin gezegeni gelgit kilitli olsa bile, gezegenin bir atmosferi olduğu sürece, atmosferin akışı ısıyı aktarabilir ve hatta Sonsuz karanlık taraf Sıcaklık var; kırmızı cüce yıldız erken vahşi aşamadan geçerken, daha sonra kararlı ve olgun aşamada çok zaman var, bu süre güneş benzeri yıldızlardan çok, çok daha uzun, yeterince yaşamın doğuşu ve uygarlığın gelişmesi için.

Bu nedenle, kıyaslandığında, günümüz bilim camiası, özellikle astronomlar ve astronomlar, evrendeki yaşamın ve uygarlığın doğuşu ve gelişimi için en uygun beşiğin veya evren uygarlığının nihai varış noktasının kızıl cüce olmadığına genel olarak inanırlar. hariç. Bunun hakkında ne düşünüyorsun? tartışmaya hoş geldiniz.

Kaynak : Time-Space Newsletter’ın orijinal makalesi için lütfen yazarın telif haklarına saygı gösterin, anlayışınız ve desteğiniz için teşekkür ederiz.Yayın tarihi 2023-03-03 09:26・IP, Jiangxi’ye aittir

https://zhuanlan.zhihu.com/p/611017330

Bilimle aydınlatılan Dünya

Bazı insanlar şöyle der: sadece kütle enerjiye dönüştürülür, ancak enerji kütleye dönüştürülmez Kütle-enerji dönüşümü gerçekten eşdeğer midir?

Bazı insanlar şöyle der: sadece kütle enerjiye dönüştürülür, ancak enerji kütleye dönüştürülmez Kütle-enerji dönüşümü gerçekten eşdeğer midir?

uzay-zaman iletişimi

uzay-zaman iletişimiHarika dünyayı keşfedin ve tüm yolu sizinle birlikte yürümek isterim

7 kişi bu yazıyı beğendi

Einstein’ın kütle-enerji denklemi, kütle ve enerji arasında bir pencere kağıdı tabakasını delip geçiyor, maddesel kütle ve enerji arasındaki eşdeğer değişim ilişkisini ortaya koyuyor ve insanın doğa kanunlarını anlamasında bir çığır açıyor, böylece doğuşun kökenini ortaya çıkarıyor. evrendeki her şeyin ve aynı zamanda insanın gelecekteki enerji kullanımı için altın bir anahtar sağladı.

Kütle-enerji denkleminin özü, kütle ve enerjinin eşdeğer olarak değiş tokuş edilebilmesidir. Sözde eşdeğer değişim, her ikisinin de birbirine dönüştürülebileceği anlamına gelir, bu nedenle elbette kütle enerjiye dönüştürülebilir ve enerji de maddeye dönüştürülebilir. Gerekçe ve delillere gelince, lütfen sabırla okuyunuz.

Kütlenin enerjiye dönüşümü hakkında konuşalım

Einstein’ın kütle-enerji denkleminin karmaşık ve eksiksiz bir türetme süreci vardır (aşağıda), bu da sonunda basit bir formüle dönüştürülür: E=MC^2. Burada E enerjiyi, M kütleyi ve C ışık hızını temsil eder. Bu formülden, kütleden dönüştürülen toplam enerjinin inanılmaz olduğunu görebiliriz.

Formül hesabına göre 1 kg kütle (malzeme özellikleri ihmal edilirse) tamamı enerjiye çevrilir ve yaklaşık 9*10^16J (Joule) enerji elde edilebilir.Bu durum ne kadar büyük? Her saniye güneşten dünyaya yayılan enerjinin neredeyse tamamı veya 2500 trilyon kilovat-saat elektriğe veya 21.51 milyon ton TNT patlayıcının patlayıcı gücüne eşdeğerdir (1.000’den fazla Hiroşima atom bombasının eşzamanlı patlamasına eşdeğer). bombalar).

Bu artık sadece teorik bir türetme değil. Einstein bu denklemi yarattığından beri, bilim adamları 100 yılı aşkın bir süredir sayısız deneysel doğrulama yaşadılar ve tüm sonuçlar tam olarak bu teoriyle aynı çizgide. Ancak kütleyi enerjiye dönüştürmenin koşulları çok serttir ve ultra yüksek sıcaklıklar veya muazzam basınçlar gerektirir.

Güneşin çekirdeğindeki nükleer füzyon, 300 milyar atmosfer basıncında ve 15 milyon derece yüksek sıcaklıkta devam ediyor.Hidrojen nükleer füzyonu işlemi sırasında, kütlenin bir kısmı, sürekli olarak uzaya formda salınan büyük enerjiye dönüşür. elektromanyetik radyasyon.

İnsanlar geçmişte kömür yakmak ve yağ yakmak gibi enerji kullandılar, bunlar kütle-enerji dönüşümü değil, esas olarak kimyasal değişimlerdi ve kütle-enerji dönüşüm oranı çok düşüktü. Örneğin, 1 kg kömür yakıldığında sadece 29307000J enerji elde edilebilir.Kütle-enerji denklemine göre hesaplanırsa, kütle-enerji dönüşüm oranı sadece yaklaşık 3*10^-10 yani 30 milyarda birdir.

İnsanların şu anda sahip olduğu en büyük kütle-enerji dönüştürme yetenekleri nükleer fisyon ve nükleer füzyondur.

İnsanlığın hakim olduğu nükleer fisyon teknolojisi, kontrol edilemezden kontrol edilebilir hale geldi, yani nükleer enerji üretimi. Bu tür nükleer fisyon enerji üretiminin dönüşüm oranı, kütle enerji dönüşüm oranının yaklaşık %0,1’ine ulaşabilir, yani 1 kg saf nükleer yakıt, yaklaşık 25 milyon kWh’ye eşdeğer olan yaklaşık 1 gram enerjiyi dönüştürebilir. elektrik enerjisi; nükleer füzyon henüz kontrol edilemez bir aşamadayken, sadece anında hidrojen bombası patlaması şeklinde enerji açığa çıkarabilir ve dönüşüm oranı, nükleer fisyondan yaklaşık 7 kat daha yüksek olan yaklaşık %0,7’ye ulaşır. Bununla birlikte, kontrol edilebilir nükleer füzyon hala deneysel geliştirme sürecindedir ve ilerleme yavaştır.

GIF kapağı

Kütle-enerji dönüşümünün mükemmel yolu, pozitif ve negatif maddenin yok edilmesidir.

Kontrol edilebilir nükleer füzyon gerçekleştirilse bile insanın madde kütlesine dönüşme oranı sadece %0,7’dir. Antimadde pozitif madde ile karşılaştığında, kütlenin %100’ünde bulunan enerjiyi anında yok edecek ve serbest bırakacaktır, bu nedenle en mükemmel kütle-enerji dönüşümü olarak kabul edilir.

Antimadde doğada her yerde bulunur ve bilim tarafından uzun süredir onaylanmıştır. Örneğin insan vücudumuzda ve muzda az miktarda potasyum-40 bulunur Potasyum-40, bozunduğunda pozitron salan doğal bir izotoptur. Dünyamızda maddeyi oluşturan atomların dış kabuklarındaki elektronların hepsi negatif yüklüdür, dolayısıyla pozitronlar antimaddedir. Muz her 75 dakikada bir pozitron salıyor.Bazıları dünyada bu kadar çok muz varsa insanlara ihtiyaç varken diğerleri antimadde salıyor bu dünya nasıl hala var olabilir diyebilir.

Aslında bu pozitron gibi antimaddeler dünyamızda son derece küçüktürler.Onlar sadece atom altı parçacıklar halinde bulunurlar.Bilimsel hesaplamalara göre atmosferde metreküp başına 100 civarında antiparçacık vardır ve bunların milyarlarcası bir yüzey üzerinde dizilebilir. iğne ucu Protonlar veya elektronlar, etrafımızdaki havada santimetreküp başına 270 milyar trilyon atmosferik molekül vardır. Dolayısıyla bu antiparçacıklar ortaya çıkar çıkmaz pozitif parçacıklarla birlikte biz fark etmeden hemen yok olurlar.

İşte tam da bu antimadde doğada bulunması zor olan özelliklere sahiptir ve antimaddeyi yakalama ve depolama koşulları çok yüksek ve çetindir. Bilim adamları, büyük çarpıştırıcıda son derece yüksek bir vakum ve mutlak sıfıra yakın bir sıcaklık oluşturmak ve bunu kontrol etmek için manyetik tuzaklar kullanmak zorundadırlar, böylece antimadde hiçbir yere değmez, böylece antimaddeyi kısa bir süre için zar zor kontrol edebilirler.

Onlarca yıllık sıkı çalışmanın ardından bilim adamları hesaplanamayacak miktarda enerji harcadılar ve tüm dünyada üretilen antimadde bir bardak suyu kaynatmaya yetmiyor. Bu nedenle, antimaddenin insan toplumuna fayda sağlamak için enerji veya güç olarak kullanımını gerçekleştirmek sadece bir hayaldir.

Peki enerjinin maddeye dönüşmesinin delili nedir?

Pek çok insan, kütle-enerji dönüşümü bilimsel bir teoriyse, kütle ve enerjinin eşdeğer olduğunu ve birbirine dönüştürülebileceğini düşünerek bu soruyu sorgular. Neden sadece maddenin enerjiye dönüşümünü görüyoruz da enerjinin maddeye dönüşümünü görmüyoruz? Aslında bunu söyleyenlere ancak cahil ve cahil denilebilir ve görmemiş olmaları görmediklerini kanıtlamaz.

Enerjiyi maddeye dönüştürmek elbette daha zordur.25 milyon kilovatsaat elektriğin eksik olduğunu ve hepsinin maddeye dönüştüğünü bilmek gerekir ki 1g (gram) kütle dönüşebilsin. 25 milyon kWh ne kadar? Bir aile yılda 1.000 kilovat-saat elektrik tüketiyorsa, 25.000 haneye bir yıl boyunca elektrik sağlayabilir. Bu, küçük bir kasabada yaşayanların bir yıllık toplam elektrik tüketimidir ve bu elektrik tüketimlerinin toplamı yalnızca 1 g madde üretmek için dönüştürülebilir.

Üstelik bu yoğunlaşma koşulu çok çetindir, 1.65 Hiroşima atom bombasının patlamasıyla açığa çıkan güce eşdeğer olan bu elektriğin anında salınmasını gerektirir ve bu enerjiler ancak 1g maddeye dönüşebilir.

Aslında, bilim adamları bu tür deneyleri Büyük Hadron Çarpıştırıcısında zaten yapmışlardı.İki kurşun iyon demetini birbirine doğru itmek için büyük bir enerji kullandılar.Işık hızına aşırı yaklaştıklarında çarpıştılar. çarpma, 10 Trilyon derecelik yüksek sıcaklık, saniyenin milyonda biri kadar bir sürede Büyük Patlama sahnesini canlandırır. Bu sırada evren enerjiden madde üretmeye başlamıştır bile.Bu maddeye “kuark-gluon plazması” adı verilir ve atom çekirdeği oluşumunun başlangıcıdır.

Bilim adamları ayrıca, Fil Hadron Çarpıştırıcısında, yeni bir elektron ve yeni bir foton yaratmak için yeterince yüksek enerjiye sahip bir elektron ile yeterince yüksek enerjiye sahip bir fotonu çarpıştırarak aynı zamanda bir çift madde-antimadde parçacığı üretmeyi denediler. , bir proton-antiproton veya elektron çifti gibi. Yukarıdaki deney, insanların yeryüzünde madde yaratmak için enerji kullandıklarının tipik bir kanıtıdır.

Evrenimizdeki tüm maddeler enerjiden dönüşmüştür.

Einstein’ın kütle-enerji denklemi, evrenin doğuşu için maddenin kaynağının gizemini çözmüş ve aynı zamanda büyük patlama evren modeline daha elverişli bir destek sağlamaktadır. Şimdi bu model bilim camiasında ana fikir birliği haline geldi: Evren 13.8 milyar yıl önce belli bir anda oluştu ve sonsuz küçük yoğunluğa, sonsuz eğriliğe ve sonsuz ısıya sahip bir tekillik patladı.Bu bir saf enerji patlaması.

Bununla birlikte, enerjiyi maddeye dönüştürme süreci başlar. Big Bang’in başlangıcında enerji, yüksek enerjili fotonlar şeklinde ortaya çıktı ve bu fotonlar birbirleriyle çarpışarak kuarklar, gluonlar, elektronlar vb. bir tencere ultra yüksek sıcaklıkta parçacıklı macun çorbası .

Big Bang başladıktan saniyenin trilyonda biri kadar sonra sıcaklık yaklaşık 1.000 trilyon dereceye düştü, protonlar ve nötronlar oluşmaya başladı. Şu anda evren, atomları oluşturan çeşitli temel parçacıkları oluşturdu: protonlar, nötronlar ve elektronlar. Bu parçacıklar daha sonra hidrojen, helyum, lityum vb. gibi hafif atomların çekirdeklerinde birleşirler. Ancak bu zamanda, evrenin sıcaklığı son derece yüksektir ve yoğunluk aşırı derecede yüksektir ve ışık bile (elektromanyetik dalgalar) ayrıştırılamaz, bu nedenle o sırada evren opaktır ve nötr atomlar oluşamaz.

Büyük Patlama’dan 380.000 yıl sonra evren 3.000K sıcaklığa kadar soğumuştu.Bu sırada atom çekirdeği ve elektronlar nötr atomlar oluşturmak için birleşecek şartlara sahipti ve elementlerden oluşan maddeler ortaya çıktı. Tüm evren, esas olarak hidrojen ve helyum ile çok az miktarda lityumdan oluşmaktadır ve diğer elementler henüz üretilmemiştir.

Yerçekimi etkisi nedeniyle, hidrojen ve helyumdan oluşan orijinal parçacıklar, orijinal nebulayı oluşturmak için kademeli olarak kümeler halinde toplandı. Bu bulutsular çarpıştı ve küçüldü, yavaş yavaş yıldızları ve galaksileri oluşturdu. Daha sonra, yıldız evrimi ve süpernova patlamaları yoluyla, yüksek sıcaklık ve yüksek basınçlı nükleer füzyon sürecinde kademeli olarak hidrojen, helyum ve lityumdan daha ağır elementler üretildi. Bugün evrende var olan 118 elementin yıldızların evrimi ve büyük patlama ile elde edildiğini biliyoruz.

Artık evrenimizdeki çeşitli maddeler ve dünya üzerindeki milyarlarca ekolojik tür bu elementlerden oluşmaktadır. Bu nedenle, dünyamızdaki tüm madde enerjiden dönüştürülür. Kozmik enerjinin patlaması olmasaydı, bugün madde olmazdı.

Big Bang’den önceki enerji tekilliği nereden geldi?

Bu tür konular söz konusu olduğunda insanlar hep soruyorlar, Big Bang’den önceki tekillik nereden geldi? Peki küçük tekillik bu kadar büyük miktarda enerjiyle nasıl patladı? Bu başka bir konu ve uzun bir hikaye ve bilim camiası bunu henüz çözemedi ve ben istediğim gibi sonuçlar çıkaramam.

Ancak mevcut teoriye dayalı olarak biraz araştırma yapabiliriz. Genel olarak tekilliğin, insan bilişinin bilimsel kısıtlamalarına tabi olmayan dünyamızın zaman ve uzayının birleştiği ve kaybolduğu yer olduğuna veya tüm beşeri bilimsel teorilerin burada geçersiz olduğuna inanılmaktadır. Bu nedenle kozmik tekillik araştırma için yasak bir alandır.

GIF kapağı

Ancak kuantum mekaniğinin, boşluğun sıfır noktası enerjisi olan büyük patlamanın başlangıcı hakkında bir varsayımı var. Bu teori, uzay-zamanın ortaya çıkmasından önce, yani hiçliğin boşluğunda, evrenin arka plan enerjisi olan devasa bir vakum sıfır noktası enerjisi olduğunu savunur. Bu enerjiler kuantum köpüğü halinde rastgele dağılacak, sürekli olarak sanal parçacık çiftleri (pozitif ve negatif sanal parçacıklar) şeklinde ortaya çıkacak ve sonra anında yok olacak. Dünya tamamen simetrik olsaydı, evren asla ortaya çıkmazdı.

Ancak, Yang Zhenning ve Li Zhengdao tarafından oluşturulan “Zayıf Etkileşimde Korunmayan Parite Yasası” bu mükemmelliği ve dengeyi bozdu. Bundan önce, bilim camiası her zaman paritenin korunduğuna inanmıştı ki bu, Big Bang anını açıklayamayan bir çıkmaz sokak gibidir. Artık bu çıkmaza bir kanal açılmış ve Big Bang’in oluşumu haklı çıkarılmıştır.

Kuantum rastlantısallığının bozduğu sanal parçacık çifti, eğer biri seçilip yok edilmezse, o bizim evrenimizin tekilliğidir ve bu tekillik genişlemeye devam ederek günümüz evreni haline gelir. Bu, evrenin büyük patlamasından önceki modern fiziğin varsayımıdır.Bu teori mükemmel olmasa da, evrenin kökeni hakkındaki tüm varsayımlar arasında en inandırıcı ve kanıta dayalı varsayımdır.

Evrenin kökeni hala kesinlik kazanmasa da, kütle-enerji denkleminin doğruluğu ve kesinliği, şu ana kadar bu teoriye meydan okuyabilecek bir çürütme vakası yok. Hepsi bu kadar, tartışmaya hoş geldiniz, okuduğunuz için teşekkürler.

Uzay-Zaman İletişiminin orijinal telif hakkı, ihlal ve intihal ahlaka aykırıdır, lütfen anlayın ve işbirliği yapın.2021-08-06 17:29’da düzenlendi

E=mc^2

antimadde

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı

kaynak : https://zhuanlan.zhihu.com/p/397171692

Bilim Adamları çevremizde havayı enerjiye dönüştürmeyi başardılar

https://zhuanlan.zhihu.com/p/374034504

ZOL Zhongguancun Çevrimiçi

ZOL Zhongguancun Çevrimiçionaylanmış Hesap

Kablosuz şarjın genellikle cep telefonlarının, saatlerin ve diğer cihazların kablosuz şarjı gibi kablosuz güç aktarım teknolojisine, esas olarak elektromanyetik indüksiyon prensibi ile atıfta bulunduğunu söyleriz. Ancak şimdi Singapur Ulusal Üniversitesi ve Japonya’daki Tohoku Üniversitesi’nden bir bilim ekibi, Nature dergisinde Wi-Fi sinyallerini enerjiye dönüştürebildiklerini ve elektronik cihazları şarj edebildiklerini gösteren yeni bir makale yayınladılar.

Araştırma lideri Profesör Yang Hyunsoo (solda) ve makalenin ilk yazarı Dr. Raghav Sharma

Bilim adamları, bir “kendi kendine torklu osilatör” (STO) geliştirdiler. Bu cihazla, bazı küçük elektronik cihazlara güç sağlamak için radyo frekansı toplanabilir ve enerjiye dönüştürülebilir. Spin-tork osilatörleri, mikrodalgalar oluşturmak için manyetik alanın yönündeki değişiklikleri kullanan nano ölçekli cihazlardır, ancak herhangi bir tek cihaz tarafından üretilen mikrodalgalar, pratik uygulamalar için çok zayıftır. Bu nedenle fizikçiler, büyük entegre devreleri birleştirerek güvenilir mikrodalga alanları oluşturmaya çalışırlar. Araştırmacılar, yeterince kullanılmayan bu enerji kaynağından yararlanmak için uzay ve düşük frekans kısıtlamalarının üstesinden geldi ve sekiz spin-tork osilatörünün seri olarak bağlandığı yeni bir dizi kullandı.

Bu dizi aracılığıyla, Wi-Fi tarafından kullanılan 2,4 GHz kablosuz elektromanyetik dalga, daha sonra kapasitöre iletilen ve 1,6 V LED lambayı başarıyla aydınlatan bir DC voltaj sinyaline dönüştürülür. Kondansatör 5 saniye şarj edildiğinde, kablosuz güç kapatıldıktan sonra aynı LED ışığını bir dakika boyunca yakabilir.

Şu anda, teknolojinin enerji toplama yeteneklerini daha da geliştirmek için, araştırmacılar dizideki farklı spin-tork osilatörlerinin sayısını test ediyorlar. Diğer elektronik cihazları ve sensörleri kablosuz olarak şarj etmek için enerji toplayıcıları test etme planları da var.

kaynak: https://zhuanlan.zhihu.com/p/374034504

Yayınlanan 2021-05-21 04:44

Yapay zeka sessizce eğitim endüstrisini internet ticaret’ işgal ediyor! “Işgal tamamlağında” ilk elenen kim olacak…Eğitim – Öğretim, Özgür Yayin Sistemi ve ya Canlı Yaşam akışı nasıl olacak …

AlphaGo’nun geçen yıl Li Shishi’ye karşı kazandığı zaferin ardından , bu yılki insan-makine kolej giriş sınavı savaşı, bir kez daha dünyanın yapay zekanın güçlü gücünü takdir etmesine izin verdi. Her yeni teknolojide olduğu gibi son yıllarda hızla gelişen yapay zeka teknolojisi de eğitim sektörünü her yönüyle etkilemekte ve “yapay zeka eğitimin yerini alacak” gibi sesler durmadan duyulmaktadır. Öyleyse, tehditkar yapay zeka karşısında, geleneksel eğitim endüstrisi nasıl kırılmalı? Bu makale onu analiz edecek.

Yapay zeka, eğitim endüstrisini geniş çapta “istila etti”

Veriler, yerel birincil pazarda yapay zeka alanına yapılan toplam yatırımın yıllık ortalama yaklaşık üç kat arttığını gösteriyor. 2020 yılına kadar Çin’in yapay zeka pazarının ölçeğinin 9,1 milyar yuan’a yükseleceği tahmin ediliyor. yıllık ortalama büyüme oranı %50’nin üzerinde . Baidu, Tencent, Ali, Suning gibi internet devleri yapay zeka konusunda çaba sarf etmeye, yüzlerce start-up şirket de bundan pay alabilmek için planlar yapmaya başladı.

Yapay zekanın hızla yayılmasıyla birçok sektör sessizce değişiyor ve eğitim sektörü de bir istisna değil. Ülkemizde uzun bir süredir okul eğitimi öğretmen merkezli olup, öğretmenlerin başrolü vurgulanmakta, vaaz ve beyin yıkama öğretimi benimsenmektedir. Bu geleneksel öğretim yöntemi altında yetiştirilen yetenekler genellikle kitapları vurgulama, uygulamayı hor görme, zayıf uygulamalı yetenek ve zayıf yaratıcılık özelliklerine sahiptir.Açıkçası, zamanın trendine ayak uyduramadılar. Yapay zekanın görüntü tanıma, konuşma tanıma, insan-bilgisayar etkileşimi vb. avantajlarının yanı sıra büyük veri ve İnternet akıllı üretimi gibi teknolojilerin kombinasyonu, yalnızca geleneksel öğretim modelinin eksikliklerini mükemmel bir şekilde telafi etmekle kalmaz, ama hatta birçok alanda öğretmenleri değiştirin.çalışın. Örneğin:

Görüntü tanıma teknolojisi sayesinde yapay zeka, öğretmenleri ev ödevlerini düzeltme ve ödevleri derecelendirme gibi ağır işlerden kurtarabilir;

Konuşma tanıma ve semantik analiz teknolojisi sayesinde, öğretmenlere sözlü İngilizce testi değerlendirmelerinde yardımcı olabilir ve ayrıca öğrencilerin İngilizce telaffuzlarını düzeltebilir ve geliştirebilir;

İnsan-bilgisayar etkileşimi teknolojisi aracılığıyla, öğretmenler öğretmenlerin öğrencilerin sorularını çevrimiçi olarak yanıtlamalarına yardımcı olabilir.

Geçen yıl medya, Georgia Tech’in robot öğretim asistanlarının öğrencilerle çevrimiçi iletişim kurmak için insan öğretim asistanlarının yerini aldığını bildirdi, ancak hiçbir öğrenci bunu bulamadı, bu da yapay zekanın insan-bilgisayar etkileşimindeki uygulama potansiyelini tam olarak kanıtladı.

Ayrıca kişiselleştirilmiş öğrenme, akıllı öğrenme geri bildirimi ve robotlar tarafından uzaktan öğretim desteği gibi yapay zeka uygulamaları da olgunlaşıyor. Teknolojinin sürekli ilerlemesi ve endüstriyel ölçeğin hızla büyümesiyle birlikte, eğitimde yapay zekanın gelecekteki uygulama beklentileri daha da sınırsız hale geldi. Tüm öğrenme” bunu açıklamak için.

Yapay zeka gerçekten tamamen eğitimin yerini alabilir mi?

Bununla birlikte, yapay zekanın geleneksel endüstriler üzerindeki etkisi ve hatta yıkıcılığı, iki ucu keskin bir kılıç gibidir ve ne kadar sevindiriciyse, o kadar endişe vericidir.

Fizikçi Stephen Hawking bir keresinde British Independent’ta şöyle yazmıştı: “Yapay zekanın geliştirilmesi insanlık tarihindeki en büyük hata olacak; ne yazık ki bu aynı zamanda son hata da olabilir.”

Bu iddia bir uyandırma çağrısı gibi çalıyor. “Yapay zeka + eğitim” çağında, yapay zekanın eğitim teknolojisi ve bilgi uygulamasındaki uygulaması gelecekte daha olgun ve kapsamlı olursa, o zaman “yapay “zekanın

Bu gerçekten doğru mu?

Yazar, eğitim sektörünün yerini alıp almayacağını belirleyen faktörün yapay zeka değil, eğitimin özü ve gerçek anlamı olduğuna inanıyor.

Bilim ve teknoloji nasıl ilerlerse ilerlesin ve dünya nasıl gelişirse gelişsin, insanoğlunun eğitime ihtiyacı var. duygusal yatırım ve ideolojik rehberlik yoluyla insanları şekillendirir. Ünlü Alman filozof Jaspers’ın dediği gibi sözde eğitim “ağacı ağaca sallamak, bir bulutu başka bir bulutu itmek, bir kalbi başka bir kalbi uyandırmak” olmalıdır.

Eğitim hiçbir şekilde sadece “bilgi öğrenmek” ile aynı şey değildir, daha çok manevi bir projedir; eğitim ahlakı inşa etmeli ve insanları yetiştirmeli, insanların ahlaki karakterinin geliştirilmesine, kalitenin iyileştirilmesine ve okulda öğrenme yoluyla deneyime dikkat etmelidir. özgüven, iletişim, sorgulama, paylaşma, yaratıcılık, hayal gücü vb.

Tabii ki, eğitimin uygulayıcıları olan öğretmenlerin rollerini öğretim ustaları ve bilgi telkincilerinden öğrencilerin yaşam ve öğrenmelerinde rehberler, muhataplar, yardımcılar ve yol arkadaşları olarak değiştirdiklerini de görüyoruz. Ve tüm bunlar sadece yapay zeka için imkansız değil, yapay zeka çağında öğretmenlerin daha çok kendi başlarına yapması gereken şeyler.

Özetle, yakın gelecekte yapay zeka bilgi rezervi, bilgi yayma hızı ve öğretim yöntemleri açısından insanı geçse bile insan öğretmenler yine yeri doldurulamaz bir rol oynayacak ve eğitim sektörü varlığını sürdürecektir. Bununla birlikte, yapay zekanın güçlü “kuşatması ve bastırılması” karşısında, bir aciliyet ve yenilik duygusuna sahip olmalı ve geleneksel eğitim endüstrisinin mevcut sınırlamaları ve gelecekteki yönleri üzerinde derinlemesine düşünmeliyiz.

Eğitim endüstrisinin dönüşümü için en önemli öncelikler nelerdir?

Bu açıdan bakıldığında, Hujiang’ın kurucusu, başkanı ve CEO’su Fu Cairui ( Arnold ) bir açılış konuşmasında şunu açıkça belirtti: “Yapay zeka ve eğitimin birleşimi, öğretmenlerin %20’sinin işten çıkarılmasına neden olabilir. Eleme, en tembel öğretmendir. mutlaka elenecek, değişmek istemeyen, tekrar etmeyi seven, yenilikten yoksun olanlar da elenebilir.”

Gerçekten de, istesek de istemesek de, yapay zekanın gelişi, bazı insan öğretmenleri “yararlı”dan “yararsız”a indirgemiştir. Yapay zekanın kuşatması altında geleneksel eğitim endüstrisi, baskısı altındaki çağa ayak uyduramazsa, sonuç pek de iyimser olmayacaktır.

Yazar, eğitim endüstrisinin yapay zeka ile uyumlu bir şekilde bir arada var olmak istiyorsa, aşağıdaki iki yönde iyileştirmeler yapması gerektiğine inanıyor:

Birincisi, yapay zekaya direnmek yerine, onu en iyi şekilde kullanmak daha iyidir. Mevcut duruma bağlı olarak, öğrencilerin mümkün olan en kısa sürede ve ilginç öğretim tasarlama ve programlama kurslarını teşvik etme gibi çeşitli yöntemlerle, öğrencilerin yapay zekayı olabildiğince erken ustalaştırmasına ve kullanmasına yardımcı olmak için programlamaya maruz kalması gerekir. Şu anda, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bazı ilkokullar programlama kursları açtı ve hatta eski ABD Başkanı Barack Obama, tüm insanları programlama öğrenmeye çağıran özel bir video kaydetti. Bunların hepsi eğitim endüstrisinin dönüşümünde başvurulmaya ve başvurulmaya değer.

İkinci olarak, eğitim içeriği ve öğretim yöntemleri iyileştirilmelidir. HKBTÜ Xunfei Co., Ltd.’nin kıdemli başkan yardımcısı Du Lan şunları söyledi: “Yapay zeka yardımcı bir araçtır. Misyonu öğretmenlerin yerini almak değil, öğretmenlerin zamanını ve enerjisini boşaltmak, eğitim içeriğine yenilik getirmek, öğretim yöntemlerinde reform yapmaktır. ve dönüşüm eğitimi daha iyisini yapar”. Dolayısıyla yapay zekanın birçok yönden insanı geride bıraktığı gerçeğini kabul etmeliyiz ama aynı zamanda kendi “yapay zekada yok ama insanlarda var” yeteneğimize de bağlı kalmalıyız. Bir öğretmen olarak, öğrencileri ilgi alanlarında sebat etmeye teşvik etmek ve daha yüksek başarılara ulaşmalarını sağlamak için çeşitli teşvikler kullanmalısınız. Diğer bir deyişle, bir yandan modern teknolojik eğilimler karşısında ileriyi planlamak ve buna uygun eğitim kavramlarını ve müfredatını uyarlamak gerekirken, diğer yandan eğitimin odağını öğrencilerin gelişmeye nasıl teşvik edileceğine kaydırılmalıdır. hobileri ve öğrenme arzularını teşvik eder.

kaynak : http://www.qziedu.cn/xinxizhongxin/xxzx_kjqy/2017-10-30/8034.html

Dünyanın En Uzun Süre Yaşayan 10 Hayvanı

Hayvanlar alemindeki bazı türler, ortalama bir insan ömrünün çok ötesinde, inanılmaz derecede uzun bir ömüre sahip. Ve beklediğiniz gibi bu listede kaplumbağalar yok.

İnsanların 150 yıllık bir “mutlak sınırı” olsa da, bu süre bazı hayvanların yaşadığı yüzyıllar ve bin yıllarla karşılaştırıldığında sadece bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen süreye denk gelir. Hatta bunun yanında bazı hayvanlar yaşlanma sürecini tamamen durdurabilir veya tersine çevirebilir.

(İlgili: Dünyada Hala Yaşayan ve En Yaşlı 12 Ağaç)

Çok uzun ömürlü kara hayvanları olmasına rağmen (örneğin en yaşlı kaplumbağa yaklaşık 190 yaşında), hiçbiri bu listeye giremez. Gerçekten yaşam süresi bakımından şampiyonların hepsi suda yaşamını sürüyor. İşte dünyanın en uzun yaşayan 10 hayvanı:

1- Grönland Balinası: Potansiyel Olarak 200+ Yıl

Kuzey Kanada’daki Nunavut’taki Qikiqtaaluk Bölgesi yakınlarındaki sularda bir Grönland balinası.

Grönland balinaları (Balaena mysticetus) en uzun yaşayan memelilerdir. Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne (NOAA) göre, Arktik ve yarı arktik balinaların kesin ömrü bilinmemekte, ancak avlanan bazı bireylerde bulunan taş zıpkın uçları, 100 yıldan fazla yaşadıklarını ve 200 yıldan fazla yaşayabileceklerini kanıtlıyor.

Bu balinalar hasar görmüş DNA’larının onarılmasına olanak tanıyan ERCC1 adlı bir gen mutasyonuna sahipler. Bu mutasyon onları muhtemel bir ölüm sebebi olan kanserden korur. Ayrıca PCNA adı verilen bir genin kopyalanmış bir bölümünün olduğu ve bu genin hücre büyümesi ve hücre yenilenmesi ile ilgili olduğu bilinir. Daha önce belirtildiği gibi bu genin yaşlanmayı yavaşlatabileceği düşünülüyor.

2- Rougheye Kayabalığı: 200+ Yıl

Kayabalığı (Sebastes aleutianus).

Rougheye kayabalığı (Sebastes aleutianus) en uzun yaşayan balıklardan biri ve Washington Balık ve Yaban Hayatı Departmanına göre en az 205 yıllık bir maksimum ömre sahip. Bu pembe veya kahverengimsi balıklar, Kaliforniya’dan Japonya’ya kadar Pasifik Okyanusu’nda yaşar. Kanada’da nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerin durumunu değerlendiren bağımsız bir danışma kurulu olan Kanada’da Nesli Tehlike Altında Olan Yaban Hayatının Statüsü Komitesi’ne (COSEWIC) göre 97 santimetreye kadar büyüyebiliyorlar ve karides ve daha küçük balıklar gibi diğer hayvanları yiyorlar.

3- Tatlı Su İnci Midyesi: 250+ Yıl

Margaritifera cinsinden tatlı su midyeleri.

Tatlı su inci midyeleri (Margaritifera margaritifera), sudaki yiyecek parçacıklarını filtreleyen çift kabuklulardır. Esas olarak nehirlerde ve akarsularda yaşarlar ve ABD ve Kanada dahil olmak üzere Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunabilirler. Bilinen en eski tatlı su inci midyesi, Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na (WWF) göre 280 yaşındaydı. Bu omurgasızlar düşük metabolizmaları sayesinde uzun ömürlüler.

Tatlı su inci midyeleri nesli tükenmekte olan bir tür. Uluslararası Doğa Koruma Birliğine (IUCN) göre, bağlı oldukları nehir habitatlarındaki bozulma ve değişiklikler de dahil olmak üzere insan kaynaklı çeşitli faktörler nedeniyle nüfusları azalıyor.

4- Grönland Köpekbalığı: 272+ Yıl

Grönland köpekbalığı.

Grönland köpekbalıkları (Somniosus microcephalus) Arktik ve Kuzey Atlantik okyanuslarının derinliklerinde yaşıyor. Kanada’daki St. Lawrence Köpekbalığı Gözlemevi’ne göre, 7,3 metre uzunluğa kadar büyüyebilirler ve balık ve foklar gibi deniz memelileri de dahil olmak üzere çeşitli diğer hayvanları içeren bir diyete sahipler.

Science dergisinde yayınlanan 2016 Grönland köpekbalığı göz dokusu araştırması, bu köpekbalıklarının en az 272 yıllık maksimum ömre sahip olabileceğini tahmin ediyor. Bu çalışmadaki en büyük köpekbalığının yaklaşık 392 yaşında olduğu tahmin edildi ve araştırmacılar, köpekbalıklarının muhtemelen 512 yaşında olabileceğini öne sürdüler. Yaş tahminleri bir dereceye kadar belirsizlikle süregeldi ancak 272 yıllık en düşük tahmin bile bu köpekbalıklarını hala Dünya’daki en uzun yaşayan omurgalılar olduğunu ortaya çıkarıyor.

5- Tüp Solucanı: 300+ Yıl

Okyanus tabanındaki tüp solucanları.

Tüp solucanları, derin denizlerin soğuk ve istikrarlı ortamında yaşayan uzun ömürlü omurgasızlardır. The Science of Nature dergisinde 2017 yılında yayınlanan bir araştırma, Meksika Körfezi’ndeki okyanus tabanında yaşayan bir tüp solucanı türü olan Escarpia laminata’nın ortalama olarak 200 yıla kadar yaşadığını ve bazı örneklerin 300 yıldan fazla hayatta kaldığını buldu. Tüp solucanları, onları avlayan avcıların eksikliği gibi birkaç doğal nedenden dolayı düşük bir ölüm oranına sahip ve bu da onların bu kadar uzun ömürlere sahip olmalarına yardımcı oluyor.

6- Quahog İstiridyeleri: 500+ Yıl

Massachusetts, Cape Cod’da bir kumsalda bir quahog istiridyesi.

Okyanus quahog istiridyeleri (Arctica islandica) Kuzey Atlantik Okyanusu’nda yaşıyor. Bu tuzlu su türü, bu listedeki diğer çift kabuklulardan, tatlı su inci midyelerinden bile daha uzun yaşayabilir. Birleşik Krallık’taki Galler Ulusal Müzesi’ne göre 2006 yılında İzlanda kıyılarında bulunan bir okyanus quahog istiridyesi 507 yaşındaydı. Eski istiridye, Ming Hanedanlığı’nın Çin’i yönettiği 1499’da (1368’den 1644’e kadar) doğduğu için Ming olarak adlandırıldı.

7- Siyah Mercan: 4.000+ Yıl

Bir resif üzerinde siyah mercan çalıları.

Mercanlar renkli, su altı kayaları ve bitkileri gibi görünürler, ancak aslında polip adı verilen omurgasızların dış iskeletlerinden oluşurlar. Bu polipler sürekli olarak çoğalır ve genetik olarak özdeş bir kopya oluşturarak kendilerini değiştirirler, bu da zamanla mercan dış iskelet yapısının daha da büyümesine neden olur. Bu nedenle mercanlar, Grönland köpekbalıkları veya okyanus quahog istiridyeleri gibi tek bir organizma olmaktan ziyade birden fazla özdeş organizmadan oluşur. Dolayısıyla bir mercanın ömrü daha çok bir ekip çalışmasıdır. 

Mercanlar yüzlerce yıl veya daha fazla yaşayabilir, ancak derin su siyah mercanları (Leiopathes sp.) en uzun ömürlü mercanlar arasında yer alıyor. Hawaii kıyılarında bulunan siyah mercan örneklerinin 4.265 yaşında olduğu ölçüldü.

8- Cam Sünger: 10.000+ Yıl

Cam süngerleri.

Süngerler, mercanlara benzer hayvan kolonilerinden oluşur ve binlerce yıl yaşayabilir. Cam süngerleri yeryüzündeki en uzun yaşayan süngerler arasında yer alıyor. Bu grubun üyeleri genellikle derin okyanusta bulunuyor ve cama benzeyen iskeletlere sahipler. Chemical Geology dergisinde yayımlanan 2012 tarihli bir araştırma, Monorhaphis chuni türüne ait bir cam süngerin yaklaşık 11.000 yaşında olduğunu tahmin ediyor. Diğer sünger türleri daha da uzun yaşayabilir.

9- Turrıtopsıs Dohrnıı (Ölümsüz denizanası): Potansiyel olarak ölümsüz

Florida’daki Palm Beach kıyılarında bir Turritopsis ölümsüz denizanası.

Turritopsis dohrnii’ye ölümsüz denizanası denir çünkü potansiyel olarak sonsuza kadar yaşayabilirler. Denizanaları, deniz tabanına yerleşip poliplere dönüşmeden önce larva olarak hayata başlarlar. Bu polipler daha sonra serbest yüzen denizanası üretir. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’ne göre, yetişkin Turritopsis dohrnii, fiziksel olarak hasar görürse veya açlıktan ölürse poliplere dönüşebilmeleri ve daha sonra denizanası durumlarına geri dönebilmeleri bakımından özeldir.

Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’ne göre, Akdeniz’e özgü olan denizanası, yaşam döngülerini birden çok kez tersine çevirme başarısını tekrarlayabilir ve bu nedenle doğru koşullar altında asla yaşlılıktan ölmeyebilir. Turritopsis dohrnii çok küçük (4,5 milimetreden daha kısa) ve balık gibi diğer hayvanlar tarafından yenir veya başka yollarla ölebilir, bu da onların gerçekten ölümsüzlüğe ulaşmalarını engeller.

10- Hydra (tatlı su polipleri): Potansiyel olarak ölümsüz

Ölümsüz olabilecek küçük omurgasız bir Hydra.

Hydra, biraz denizanası gibi görünen yumuşak gövdeli küçük bir omurgasız grubu. Turritopsis dohrnii gibi Hydra’lar da sonsuza kadar yaşama potansiyeline sahip ve yaşla birlikte bozulma belirtileri göstermez. Bu omurgasızlar büyük ölçüde, çoğaltma veya klonlama yoluyla sürekli olarak yenilenen kök hücrelerden oluşur. Hydra’lar, yırtıcı hayvanlar ve hastalık gibi tehditler nedeniyle doğal koşullar altında sonsuza kadar yaşamazlar, ancak bu dış tehditler olmadan ölümsüz olabilirler.

kaynak : https://arkeofili.com/dunyanin-en-uzun-sure-yasayan-10-hayvani/

Teknoloji ve Günlük yaşam konular bugünler yarınlarımızi belirleyecek

PEW ARAŞTIRMA MERKEZİ 28 EKİM 2019

UZMANLAR, DİJİTAL YAŞAMIN ÖNÜMÜZDEKİ 50 YILINDAN İYİMSER

5. Dijital hayatın geleceği ile ilgili endişeleri yönlendirme

KATHLEEN STANSBERRY , 

JANNA ANDERSON VE LEE RAİNİE TARAFINDAN

Aşağıdaki bölümde yer alan yorumlar, yukarıda açıklanan ütopik eşitlik ve ilerleme vizyonlarıyla keskin bir tezat oluşturuyor. Bazıları internetin geleceğini büyük bir eşitleyici olarak görürken, diğerleri teknolojinin kontrol ve sömürü için de aynı kolaylıkla kullanılabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

Artan eşitsizlik: Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki artan uçurum

Bu araştırmaya yanıt verenlerin çoğu, dijital hayatın önümüzdeki birkaç on yıl içinde sosyoekonomik merdivenin tepesindeki insanların yaşamlarını iyileştirmesinin muhtemel olduğu konusunda hemfikir. İnternet kullanımının önümüzdeki 50 yıl içinde çoğu birey için daha kötü bir değişim yaratacağını öngörenlerin büyük bir kısmı, mevcut eğilimlerin genişlemesinin, çoğunluğu ayrıcalıklı sınıfın tozuna bırakan genişleyen bir ekonomik bölünmeye yol açacağı konusundaki endişelerini dile getirdi. .

Los Angeles, California Üniversitesi’nde bilgi çalışmaları bölümünde dijital beşeri bilimler profesörü Johanna Drucker, “Soru, yoksul, haklarından mahrum edilmiş nüfus ile zengin, ayrıcalıklı olanlar arasındaki büyüyen ve feci bölünmeyi görmezden geliyor Bazı insanların yaşamlarında büyük gelişmeler olabilir ve çok daha fazlası için olumsuz etkiler olabilir – kirlilik, elektronik medyanın ürettiği atıklardan kaynaklanan toksinler, yüksek teknoloji endüstrilerinde çalışanlar için çalışma koşullarının kuralsızlaştırılması, destek sistemlerinin ve sosyal altyapının bozulması vb. Açık.”

San Diego’daki California Üniversitesi’nde kıdemli bir araştırmacı ve Institute for the Future’da yönetim kurulu üyesi olan Michael Kleeman şöyle yazdı: “Ekonomik eşitsizlik nedeniyle yeni teknolojiler, finansal ve teknik olarak daha fazla kaynağa erişimi olanlarla kullanılacak . . Dijital uçurum, erişim değil, güvenlik, mahremiyet ve özerklik olacaktır.”

Electronic Frontier Foundation’ın uluslararası ifade özgürlüğü direktörü Jillian C. York , “Teknolojinin net bir negatif olacağına inanmıyorum; Bunun yerine, bunun hayatı bazılarımız için daha iyi, bazılarımız için daha kötü hale getireceğinden endişeleniyor ve şüpheleniyorum. Silikon Vadisi’nden çıkan teknolojinin çoğu, herkes için eşitliği hedeflememiz gerekirken, seçkinlere hizmet etmeyi amaçlıyor.”

Zoetanya SujonUniversity of Arts London’da dijital kültür konusunda uzmanlaşmış kıdemli bir öğretim görevlisi, şu yorumu yaptı: “Bana göre, küresel büyük teknoloji şirketlerinin büyümesi ve küresel platformların azalan çoğullaşmasından yola çıkarak, 50 yıl içinde ekonomik ve kültürel bölünmelerin ortadan kalkacağına inanıyorum. zengin ve fakir, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, teknolojik olarak gelişmiş ve dezavantajlı ülkeler arasında büyümeye devam edecek. Bu bölünmeler ciddidir ve şimdiden şehir merkezlerinde, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında ve kırsal ve kentsel alanlar arasında, sadece birkaç bölünme bölgesini isimlendirmek için gerçekleşmektedir. Bu nedenle, yeni teknolojilere ve bunlarla birlikte gelen okuryazarlıklara erişim de dahil olmak üzere sermayesi olanlar için, yaşam muhtemelen internete ve platformlu iletişime dayalı giyilebilir ve her yerde hazır bilgi işlem içerecektir….

Tanımlayıcı hiçbir ayrıntı sağlamayan bir yanıtlayıcı olan John Laudun , “Önümüzdeki 50 yıl, insanların yüzdesinden daha küçük bir insan yüzdesi için harika olacak ve muhtemelen işler daha da kötüye gidecek. Dünya nüfusunun %75’inin fiilen köylüler, geçimlik tarımla uğraşan bireyler (aileler, gruplar halinde yaşayanlar vb.) olduğunu unutmaya devam ediyoruz. Çoğu zaman geleceğe projeksiyon yaptığımızda kendimizi, bizim gibi insanları veya gördüğümüzü sandığımız insanları hayal ederiz. Ancak göremediğimiz birçok grup var. Teknolojik gelişmeler ve çeşitli uygulamaları onlara nasıl yardımcı olacak veya zarar verecek? Örneğin hiç kimse cep telefonu sayesinde köylüleri birbirine ve daha geniş bir dünyaya bağlayan mikro işlemlerdeki patlamayı tahmin edemezdi.”

Christopher LeslieSouth China University of Technology’de medya, bilim ve teknoloji çalışmalarında öğretim görevlisi olan , şunları yazdı: “Geleceğin internetinde tüketiciler ve girişimciler için birçok fırsat olacak, ancak teknoloji çoğunlukla halihazırda önde olan işletmeleri ve ülkeleri geliştirecek. Bugünün internet teknolojisi kullanımının beslediği eşitsizliklere meydan okumak için belki de tamamen merkezi olmayan ve kesinlikle telekomünikasyon şirketlerinden ayrılmış farklı türde bir ağ teknolojisi geliştirilecek gibi görünüyor. Teknoloji toplumunda bu noktaya kadar olan genel eğilim, daha fazla insanın hayatlarına daha fazla fayda sağlaması olmuştur. Bu, herhangi bir anlamlı ölçü açısındandır: sağlık hizmetleri, eğitim, siyasi katılım, benlik duygusu. Bu önümüzdeki 50 yılda da devam edecek. Fakat, dijital teknolojinin modern kullanımının neden olduğu eşitsizlikler, tüm insanların faydalanmayacağı anlamına gelecektir. Genel eğilim olumlu olacak, ancak bazı yaşam biçimleri ve bazı insan kategorileri aşırı olabilecek bir zarara uğrayacak.”

Stanford Eğitim Enstitüsü’nde Halk Bilgisi Projesi’nin profesörü ve yöneticisi John Willinsky , dijital yaşamın önümüzdeki birkaç on yıl içinde çoğu bireyin hayatı için çoğunlukla faydalı olacağına dair otomatik anket yanıtını neden seçtiğini açıkladı: “‘Çoğunlukla daha iyi’ hem övgü hem de eleştiri olarak, çünkü ‘çoğunlukla’, ‘daha iyi’nin dağılımındaki süregelen eşitsizliklerden bahseder ve – ‘çoğunlukla’, faydaların çoğunluğunu ifade etse de, çok fazla ilgi ve çaba gerektirecektir. bu faydaların daha önce olduğundan daha az eşitsizlikle daha fazla kişiye dağıtılmasını sağlamak ve aynı şekilde, daha fazla insanın bu dağıtımın arkasındaki süreçlere katılması gerekiyor.”

Arjantin, Universidad Nacional de Rio Negro’daki hukuk programı direktörü Fernando Barrio şu yorumu yaptı: “Her yerde hazır ve nazır teknoloji toplumu, parçası olanlar için daha iyi, daha keyifli bir yaşam anlamına gelecek. Giyilebilir teknoloji, teknolojik implantlar, AI-tıbbı, otonom robot işçileri ve yardımcıları ve diğer pek çok gelecek teknoloji, insanların yapacakları ve bekleyecekleri şeyler konusunda yeni sınırlara ulaşmalarına olanak tanıyacak. Bununla birlikte, soru şu ki, hemen hemen her ülkede küresel ölçekte sürekli artan bir gelir konsantrasyonuyla, toplumun kaç üyesi bu her yerde hazır, hiper bağlantılı, yapay zeka teknolojisi toplumunun keyfinin bir parçası olabilecek?

Notre Dame Üniversitesi’nde yönetim profesörü olan James Scofield O’Rourke şu yorumu yaptı: “İnsanlar 50 yıl sonra ‘genelde daha iyi durumda’ olacaklar, çünkü büyük ölçüde zaten bildiğimiz şeyleri uygulama becerimiz, yani kod çözme insan genomu, gezegensel çevremizin kırılganlığına dair anlayışımız ve daha fazlası. Tek istisna, hiçbir varlığı, eğitimi, fırsatı ve sonuç olarak umudu olmayan bir grup insan olacaktır. Komşuların, yabancıların ve hükümetin nezaketine bağımlı hale gelecekler.”

Elizabeth FeinlerARPANET Ağ Bilgi Merkezi’nin asıl yöneticisi ve Internet Hall of Fame üyesi, “İnternet olgunlaştıkça umarım büyük adamlar küçük adamları hatırlar. Bir öncü olarak, Steve Jobs, Bill Gates, Jeff Bezos, Sergey Brins ve diğer sayısız ünlü ve başarılı girişimcinin garajlarda veya yatakhanelerde çalıştıklarını, genellikle meteliksiz ama harika bir fikrin arkasında büyük bir azimle çalıştıklarını hatırlıyorum. Bir sonraki küçük adama yer bırakın – harika bir çift çorap bulan veya güzel sanat eserleri üreten veya onsuz yaşayamayacağınız aleti 19,95 dolara satan veya çalışan veya kanseri iyileştiren veya tedavi eden bir güvenlik sistemi geliştiren kişi. Alzheimer – zonalarını internete de asmak için. Doğru, bunlardan biri sizin büyüklüğünüze meydan okuyabilir – bu Amerikan tarzıdır – ama onları dışlamayın. Sadece kendi servisini yap,

“Fairness and Accountability Designs Needs for Algoritmik Support in High-Stakes Public Sector Decision-Making” kitabının ortak yazarı ve University College London’da bir teknoloji politikası araştırmacısı olan Michael Veale şu yanıtı verdi: “Teknolojik değişim, en düşük yaşam standartlarından bazılarını iyileştirecek . günümüz dünyasında, ancak belirli bir noktanın ötesinde (örneğin, temel ihtiyaçların sağlanması), kimin yararlanacağı belirsizdir. Teknolojik değişimin ülkeleri refahı, ilerlemeyi ve toplumsal faydayı nasıl ölçeceklerini yeniden gözden geçirmeye zorlaması muhtemeldir ve bu muhtemelen farklı ülkeler ve kültürler arasında büyük farklılıklar gösterecektir.”

Ignite Social Media analitik direktörü Ryan Sweeney , “Teknoloji, insanları sınıf düzeyinde daha fazla bölme potansiyeline sahip. Teknolojiyi karşılayabilenler, servetin korunmasından yaşamın uzatılmasına kadar önemli faydalar elde edecekler. Teknolojiyi karşılayamayanlar büyük ihtimalle bağlantısız kalacak veya alabilenlerle aynı düzeyde hizmet alamayacak.”

Okuryazarlık ve teknolojiye odaklanan Charleston Koleji’nde yardımcı doçent olan Ian O’Byrne, “Asıl zorluk, bu teknolojileri uyarlamak ve etkili bir şekilde kullanmak için sosyal, politik ve eğitimsel hayal gücüne sahip olup olmadığımızdır Bunu yapmazsak (ve tarih bunu tekrar tekrar göstermiştir), o zaman görece az sayıda kişi bu yeni güçleri ve araçları kullanabilirken, geri kalanlar bunun için daha kötü durumda olabilir.”

Avrupa Komisyonu’ndan bir politika direktörü şöyle yazdı: “Dünyadaki milyonlarca insan hala temiz suya, eğitime, temiz enerjiye, hızlı ve ucuz iletişime ve bununla bağlantılı sağlık ve sosyal yardımlara erişemiyor (ekonomik durumdan bahsetmiyorum bile). büyüme ve iş potansiyeli).”

Denise N.RallAvustralya’daki Southern Cross Üniversitesi’nde sanat ve sosyal bilimler profesörü, “Yarı kıyamet senaryosunda bir doruk noktasına gelme olasılığı daha yüksektir. Dünyanın kaynakları ‘bildiğimiz gibi yaşamı’ desteklemeye devam edemez. İnsanlar gerçek hayattaki gerçekler yerine dijital gerçeklerin peşinden gitmeye devam ederse – yani besleyecek çok fazla insan var ve bunu yapmak için yeterli kaynak yok, artı zengin ve fakir arasındaki sürekli genişleyen uçurum – her türlü internet tabanlı etkileşim çökecek. fiziksel çevremiz etrafımızda bozulmaya devam ettikçe tehdit. Genel olarak teknoloji, ‘sahip olanlar’ için işleri daha iyi hale getirdi ve nadiren, Grameen Bankası gibi birkaç olumlu şeyle, çok sayıda yoksul için. 1 milyardan fazla insan günde 1 ABD dolarının altında yaşıyor ve 20 [milyon] ila 50 milyon insan mülteci kamplarında barındırılıyor, kalıcı evler için umut olmadan. Bu eğilimler tersine çevrilene kadar, internet tabanlı teknolojiler, bu gezegende yaşayanlar için yaşamı sürdürmenin ezici gereklilikleri karşısında ikincil hale gelecek. Zenginler dijital erişimi artırmış ve dijital hizmetçiler istihdam etmiş olabilir, ancak bu genel olarak koşulları iyileştirmeyecek olduğundan, bu soruna herhangi bir teknolojik çözüm göremiyorum. Avustralya’da yine uzun süreli kuraklığın acısını çekiyoruz ve nüfus artmaya devam ederken, gıda yetiştirme basit gerçeği dünyanın birçok yerinde güvencesiz hale geliyor. Zenginler için teknolojiden önemli faydalar ve fakirler için önemli dezavantajlar olacaktır. Dolayısıyla ‘her birey’ demek bu soru için anlamsız bir parametredir. Bazı yüzdeler (%1 ila %10), teknolojik çözümlerin kullanımında ölçülemeyecek kadar zengin olacak,

The New School’da profesör ve yapay zeka ile robot bilimi inceleyen bilim-teknoloji ve medya filozofu Peter Asaro şu yorumu yaptı: “İnternetin fiziksel ve sosyal dünyanın daha derinlerine nüfuz etmesi bazılarına, çoğuna bir dereceye kadar ve çoğuna fayda sağlayacak. az veya olumsuz. Avantajların çoğu, internetten zaten yararlanmış olanlara gidecektir. Toplanan verilerin toplanması ve analiz edilmesinden bazı faydalar elde edilecek, ancak çok az kişi bağlantıyı görebilecek.”

New York Üniversitesi’nde bilgi, operasyon ve yönetim bilimleri profesörü ve “Counterfactual Fairness in Machine Learning” kitabının ortak yazarı Joshua Loftus , “Eşitsizliğin her yeni boyutta büyümeye devam etmesini bekliyorum. Dünyadaki pek çok kişi için uzun ve uzun bir kıyamet olacak. Diğerleri için, hiper uyaranların ve tüketimin artırılmış gerçeklik harikalar diyarı olacak. Bazıları için daha iyi, diğerleri için daha kötü olacak. Örneğin, insan olmayanlar için kitlesel yok oluş muhtemelen hızlanacak.”

Liverpool Üniversitesi Dijital Beşeri Bilimler ve Sosyal Bilimler Merkezi direktörü Simeon Yates , “Ne yazık ki dijitalin sahip olduğu ve olmadığı bir dünya göreceğimize inanıyorum. hizmetleri (yazılı okuryazarlıkta olduğu gibi).”

Japonya’daki büyük bir üniversitede sosyoloji doçenti , “Dijital uçurum daha ciddi bir sorun haline gelecek. Çoğu teknoloji şirketi, interneti ve dijital cihazları kolayca kullanan kişiler ve ayrıca İngilizce kullanıcıları için uygulamalar ve dijital araçlar yapacaktır. Bu, her yerde bulunan bir internet yanılsaması yaratır, ancak altyapı yalnızca bu insanlar için yapılma eğiliminde olacaktır. Bu çok büyük sosyal problemler yaratabilir.”

Bir ABD Ivy League okulunda teknoloji program direktörü , “Teknolojinin benimsenmesi eşitsiz olacak ve zenginler daha da zenginleşecek. Gözetim teknolojisi, kitleleri sosyal ve politik hareketler için örgütlenmekten alıkoyacaktır. Zengin daha da zenginleşecek.”

Mevcut eğilimler genişlerse, genişlerse hayat çoğu birey için daha iyi olmayacaktır.

Yanıt verenlerin bir kısmı, büyük teknoloji şirketlerinin gücü, veri ve pazarlama dolarları karşılığında hizmet sunan platformların yükselişi, algoritma çağında artan insan temsil eksikliği potansiyeli, insanlar olarak işlerin potansiyel kaybı konusundaki endişelerini dile getirdi. iş yerlerinde yer değiştirmesi ve dijital hayatın ortaya çıkan potansiyel olumsuzluklarına ilişkin diğer endişeler.

Amy WebbFuture Today Enstitüsü’nün kurucusu ve New York Üniversitesi’nde stratejik öngörü profesörü, “2018’de, yapay geleceği inşa ettikleri için insanlığın geleceğini kontrol eden dokuz şirket var (ben bunlara Büyük 9 diyorum). istihbarat. Önümüzdeki 50 yılda yapay zeka ve dijital platformlar alanlarında yaygın bir konsolidasyon göreceğiz. Rahatlığı seçime tercih edeceğiz ve arabalarımızı ne kadar hızlı kullanacağımızdan akşam yemeği için hangi restoranları seçeceğimize kadar her şey için çok daha az seçeneğimiz olduğunu keşfedeceğiz. Profesyonel ve kişisel yaşamlarımız, akıllı evlerimizin, hastanelerimizin, okullarımızın, şehir altyapımızın ve ofislerimizin bakımını yapacak ve işletecek bir sağlayıcıya (muhtemelen Amazon veya Google) bağlı olacak. Muhtemelen çok büyük bir yeni dijital bölünme göreceğiz: Aramızdaki en zenginler, isterlerse anonim kalma ayrıcalığına sahip olacak, diğer herkes ise pazarlama ve iş zekası için sürekli gözetim altında olacak. Daha da önemlisi, önümüzdeki 50 yıl boyunca Amerika, esas olarak Çin’in uzun vadeli, kapsamlı yapay zeka stratejisi ve diğer devlet düzeyindeki girişimlere entegrasyonu nedeniyle Çin’in çok gerisinde kalmış olacak. ABD’de yapay zekayı, platformları ve dijital medyayı harekete geçiren şey ticari çıkarlardır. Kâr amacı güden şirketlerin çıkarları, demokrasinin, ülkemizin veya insanlığın çıkarları ile örtüşmek zorunda değildir. Bu alanlara yapılan önemli yatırımlarla birlikte, ticari ürün ve hizmetler üretmek için muazzam bir baskı var ve gereken hız, bir teknolojinin bireyler, topluluklar veya toplumumuz üzerindeki etkisi hakkında kritik sorular sormaya yer bırakmıyor. AI’nın şu andaki gelişim rotasını değiştirmezsek, önümüzdeki 50 yıl boyunca olumsuz senaryoların olasılığı artacaktır. Kolektif olarak geleceği fetişleştiriyoruz. Çok azı aktif olarak uzun vadeli sonuçların haritasını çıkarıyor ve bu büyük bir hata.”

SalemSystems’de sistem araştırma ve tasarım müdürü olan Anita Salem şöyle yazdı: “İnsanlığın durumunu iyileştirme hedefiyle bu yeni sistemleri etik ve sorumlu bir şekilde tasarlamak için ortak bir çaba göstermezsek, kapitalizm ve şirketlerle güç eşitsizliğinin arttığı bir dünya göreceğiz. tepe. Dünya çapında şimdiden otoriterliğin yükselişini, demokrasinin zayıflamasını ve ulusötesi şirketlerin hakimiyetini görüyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nde ayrıca demografi ve ekonomide, özgürlük (beyaz olmayan insanlar için değil), kimlik (bir şirketin insan hakları vardır) ve ifade özgürlüğü (gazeteciler gazetecilerin düşmanıdır) gibi demokratik idealleri daha da zayıflatmaya çalışan bir değişim görüyoruz. insanlar).”

İtalya, Güney Tirol’deki Eurac Research Bozen’deki İleri Araştırmalar Merkezi’nin eş direktörü Roland Benedikter , “Genel sorun demokrasidir. Bildiğimiz şekliyle internet, açık toplumlar tarafından ve içinde icat edilmiştir. Tam anlamıyla çok kutuplu bir küresel düzen olursa, kısmen demokratik olmayabilir, bu nedenle temel haklar ve fırsatlar şimdiye göre daha düşük olabilir.”

Liverpool Üniversitesi Dijital Beşeri Bilimler ve Sosyal Bilimler Merkezi direktörü Simeon Yates , “Net tarafsızlık uygulanamadığı sürece dijital alanda çok daha büyük bir ticari rol görüyorum. İnternetin daha büyük bir kısmı duvarlarla çevrili bahçe/kapılı topluluk platformları ve uygulamaları (erişimi ticari veya örgütsel olarak kısıtlanmış dijital yerler) aracılığıyla sunulduğu için, açık toplum ve demokrasiye yönelik doğal tehditler var. Bu, ironik bir şekilde, internetin kurucularının ve ilk kullanıcılarının umutlarının tam tersidir. Herkes için bir internet görmek istiyorsak – birkaç kişi için değil, çoğunluk için – bunun düzenleme ve politika gerektireceğini anlamamız gerekir. Bu nedenle internetin birçok cephede siyasetin ve politikanın giderek daha fazla parçası haline geldiğini görüyorum.”

Electronic Frontier Foundation’ın uluslararası ifade özgürlüğü direktörü Jillian C. York şu yorumu yaptı: “Dünyadaki platform şirketlerinin dağılmasını ve daha çeşitli platformların pazara girmesini bekliyorum. Bu daha fazla siloya yol açabilir, ancak aynı zamanda çeşitli topluluklar için daha güvenli iletişim alanları yaratabilir…. Yasalara gelince, bunu göreceğiz – ama demokrasimiz bu yolda devam ederse, internetin bundan zarar göreceğinden endişeleniyorum.”

Kâr amacı gütmeyen bir dijital haklar grubunun uluslararası direktörü olan Danny O’Brien , “Umudum, bu araçların gizli veya daha küçük, daha güçlü gruplarda yoğunlaşmış değil, bireysel kullanıcıların kontrolünde olmasıdır.”

The Economist’in yazarı ve veri editörü Kenneth Cukier şu yorumu yaptı: “2018’in popülistlerinin ve otoriterlerinin elindeki bu araçlar, 50 yıl sonra, koruma önlemleri yetersizse bir gözetim devletinin mümkün olduğu anlamına geliyor. Çoğu insan kendini daha iyi hissetse bile özgürlük kazanılabilir. Bu korkunç bir ironi olabilir.”

Almanya merkezli bir gazeteci ve belgesel film yapımcısı olan Andrian Kreye , “Mevcut koşullar tekelci kapitalizmi sağlamlaştıracak, kullanıcıların şebekenin pençesinden kurtulmasını ve yeni gelenlerin sektöre girmesini zorlaştıracak. 2019’da bildiğimiz şekliyle internet, yapay zeka odaklı bir altyapıya dayalı bir dünyanın temel yapısıdır…. Kullanıcı arayüzleri konuşmaya ve düşünmeye dayalı olacak ve kullanıcıları sürekli genişleyen bir ağın düğümlerine daha da fazla dönüştürecek. Çoğu insan için, bu teknolojik gelişmeler kullanım rahatlığını ve kolaylığını artıracaktır. Ağa bağlı yapay zeka kullanan şirketler için bu, zengin bir veri ve giderek daha kolay yönlendirilebilen ve yönlendirilebilen bir tüketici tabanıyla sürekli iletişim anlamına gelecektir.”

Güney Kaliforniya Üniversitesi Annenberg İnovasyon Laboratuvarı emekli direktörü Jonathan Taplin şöyle yazdı: “Tam aşağıdan yukarıya ağ devriminin bize gücü insanlara daha yakın bir yere dağıtma fırsatı verdiği anda, hem siyasetimiz hem de işimiz yoğunlaşıyor. güç daha az elde. Bunu değiştirebiliriz ama şimdi harekete geçmeliyiz.”

Berkeley’deki California Üniversitesi’nde bilgisayar teknolojisinin sosyal etkileri üzerine öğretim görevlisi olan Brian Harvey, “Geçen yıl içinde, sosyal medya teknolojisinden kimin kâr elde ettiğine dair popüler anlayışta büyük bir artış oldu Eğer bu yeni anlayış isyana yol açarsa, belki de internet ilk tasavvur edilen anarşist ütopyaya geri dönebilir. Ancak başarısız olursa, insanlar yine de sosyal medya tarafından alınıp satılacak.”

Tufts Üniversitesi’nde araştırmadan sorumlu dekan yardımcısı ve halkla ilişkiler profesörü Peter Levine şöyle yazdı: “Şu anda internet, gazeteciliği bir meslek olarak aşındırıyor, birkaç büyük şirkete ve hükümete (Çin’inki gibi) daha fazla sosyal kontrol sağlıyor ve balkanlaştırıyor gibi görünüyor . vatandaşlar. Bu eğilimler devam edebilir veya daha iyi bir internet sağlayan bir sivil tepkiye neden olabilir.”

Uruguay eDevlet Ajansı danışmanı ve Uruguay İnternet Topluluğu bölümünün direktörü Mauro D. Ríos, “İnternet çok ileri teknolojik gelişmeye ulaşacak, ancak ağ üzerindeki ekonomik ve politik çıkarlar nedeniyle özgürlüğünü kaybedecek Uluslararası toplumun paralel bir ağ geliştirmesi veya internette hükümetlerin veya kuruluşların kontrolü dışında teknik ortamlar oluşturması mümkündür.”

Christine Boese, dijital strateji uzmanı, şu yorumu yaptı: “[Şu anda kullanılan] algoritmaların çoğu dar görüşlü, kusurlu ve indirgemecidir, ancak o kadar ‘kara kutu’ ki, hiç kimse işi kontrol edecek uzmanlığa sahip değil! İnsanların kendi teknolojik altyapılarını yok etmek de dahil olmak üzere yıkıcı şeyler yapması için yeterli teknoloji var. Teknoloji tarafından değil, hükümet politikalarındaki değişiklikler tarafından yaratılan bu yeni Yaldızlı Çağ’da, insan sahnesinde çok büyük kaynaklara ve kötü niyetli bir dizi kötü aktör var. Bu gezegenin birikmiş servetinin geleceğin nereye gittiğinden şüpheniz varsa, kendileri ve ‘hizmetkarları’ için özenle hazırlanmış sığınaklar ve siteler inşa eden süper zengin insanların sayısına dikkat edin. Jared Diamond’ın analiz ettiği gibi, daha çok Batı Avrupa’nın feodal kaleler, kaleler ve hendeklerden oluşan ‘Karanlık Çağları’na benzeyen bir kabus yaşıyoruz.

Büyük bir ABD teknoloji üniversitesinde bilgisayar bilimi uzmanı olan bir profesörBir yandan, eğer bilgiyi kontrol eden siyasi güç hayırsever ve ilerici ise, gelecekteki teknolojik değişimler olumlu toplumsal değişimlere yol açacaktır. Öte yandan, eğer siyasi iktidar baskıcı ise (örneğin, ‘1984’ adlı kitabında anlatılan Orwellci vizyon), o zaman teknolojik değişimler önemli olumsuz değişimlere, muhtemelen distopik bir topluma yol açacaktır. Başka bir deyişle, teknolojik değişimler iyiye veya kötüye kullanılabilecek kolaylaştırıcılardır. Bir bireyin hayatını iyileştirip iyileştirmeyeceği veya kötüleştireceği sorusu teknolojik bir soru değil, teknolojik gelişmelerin nasıl kullanılacağına dair politik bir sorudur. Umudum, siyasi güçlerin bireysel yaşamları iyileştirmeye doğru evrilmesidir.”

İspanya Ulusal Araştırma Konseyi Yapay Zeka Araştırma Enstitüsü müdürü Ramon Lopez de Mantaras , “Maalesef internetin gelişiyle birlikte sadece iyi ve olumlu şeyler içeren bir kutu açmadık. Pek çok soruna neden olan bir kutu açtık. Bize düşünmek için gittikçe daha az zaman bırakan hızlandırılmış bir hızda yaşıyoruz. Çok hızlı giden bir trendeyiz ve bizi kimse bilmiyor nereye götürüyor. Şimdi 30 yıl öncesinden daha mutlu muyuz? Ben öyle düşünmüyorum! Ve Çin’deki sosyal kredi girişimini okuyan biri gerçekten korkmalı. Özetle, hızlandırılmış bir hayat yaşamak ve özgürlüğümüze ve mahremiyetimize yönelik gerçek tehditler nedeniyle daha fazla stres olacak.”

Mike O’ConnorICANN’de ve ulusal geniş bant meselelerinde çalışan emekli bir teknoloji uzmanı, şu yorumu yaptı: “Genel olarak gezegenin geleceği ve özel olarak da dijital yaşam hakkında son derece karamsarım. Günümüzün gizli akıntısı, ciddi gönüllüleri (benim gibi) her zamankinden daha sofistike ve iyi finanse edilen şirketler ve hükümetlerle karşı karşıya getiriyor. 2050’nin bizi, sevdiğim internetin yıkıcı derecede güçlü bir bastırma ve zihin kontrolü aracı haline geldiği distopik bir çevresel kabusta bulacağına inanıyorum. Önümüzdeki 50 yıl, Aydınlanma ve Rönesans’ın sonunu ve çok daha otoriter bir döneme geri dönüşü görecek. Güncel siyasette beta testi uygulanan teknikler (örneğin, Rus müdahalesi, Brexit, Trump), en iyi beyinler – çabalarının karşılığını iyi alan insanlar – tarafından inşa edilen kontrol teknolojilerinin basit denemeleri olarak görülecektir. ‘Cesur rakipler’in hayranı olsam da, iyi güçlerin artan entelektüel ve etik karanlığa karşı bir şansı olduğuna inanmıyorum.”

Ken BirmanCornell Üniversitesi’nde bilgisayar bilimi bölümünde profesör olan bir profesör, “Bill Gates, tanımlayabileceğiniz herhangi bir istatistiksel metrikle, küresel yaşam kalitesinin ve ayrıca Batı dünyasındaki yaşam kalitesinin onlarca yıldır muazzam bir şekilde arttığına sık sık işaret ediyor. . Bunun 2050 döneminde değişmesi için bir neden göremiyorum, büyük bir istisna dışında: Bazı ülkeler, özellikle Çin, interneti kendi nüfusları ve dünyanın geri kalanının çoğu hakkında casusluk yapmak için devasa bir teknoloji olarak görüyor gibi görünüyor. . Rusya, interneti kesinti için bir oyun alanı olarak görüyor gibi görünüyor. Kuzey Kore bunu haraç almak ve düşmanlarını taciz etmek için kullandı. Bu nedenle, güvenliği ve mahremiyeti korumanın ve izinsiz girişlere karşı koruma sağlamanın güçlü yolları üzerine yapılan araştırmaların çok fazla ek vurgu ve yatırım gerektirdiğinden endişeleniyorum.

Bir proje otomasyon kodu için bir mühendis ve işletme müdürü , “İnternet, ana amacı tüketiciliği teşvik etmek olan, yüksek düzeyde düzenlenmiş ve izlenen bir iletişim biçimi haline gelecek. İnsanların onu görünüşteki bilgilerde kullanması, kişisel özgürlüklere ciddi sınırlamalar getirerek göz korkutucu bir ölçüde araştırılacaktır. Eşitlik ve adalet anlamına gelecek sosyal değişim isteyen insanlar elektronik iletişimden çekilecek. Kodlamanın kullanımı, sosyopolitik güce sahip olanlar dışında eninde sonunda yasa dışı hale getirilecektir.”

Büyük bir Avrupa üniversitesinde algoritmalar ve önyargı konusunda uzman ve yardımcı doçent yapay zekaAlgoritmalara kimin sahip olduğu veya onları kontrol ettiği sorusu, bir anda insanlık için en önemli soru haline gelecek ve şu anda algoritmalar insanlar tarafından kontrol edilemez hale geleceği için bir sürü başka soruyla karşı karşıya kalacağız. Bunun önümüzdeki 50 yıl içinde mi yoksa daha önce mi yoksa daha sonra mı olacağını kim bilir? Ancak, insanlarla dünya (ve diğer insanlar) arasındaki herhangi bir etkileşimin yerini alan/kontrol eden bu algoritma eğilimi inkar edilemez ve şimdiden gerçekleşiyor: Facebook sosyal iletişimimizin çoğunu kontrol ediyor, Google hayatlarımızı ve bilgi tüketimimizi yönetiyor, Twitter alışverişimize aracılık ediyor -sohbet ve modern akıllı telefonların yükselişiyle görsel bilgilerin kontrolü (örneğin Google Lens) geliyor. Ve bu sadece başlangıç. Algoritmalar hayatlarımız üzerinde daha fazla kontrol sahibi olacak (sağlık, müzik tercihleri, iş seçimleri, memnuniyet vb.)

İnsan-teknoloji etkileşimi sosyolojisinde dünyanın önde gelen uzmanlarından biri , “Sadece bir entegrasyondan değil, gözetimden de korkuyorum, bu yüzden politik ve sosyal ifade üzerinde bir soğukluk var. Çin’de bu tür bir rejimin başladığını şimdiden görüyorsunuz. Kolaylık karşılığında sosyal kontrol, en çok korktuğum şey.

İnsanlar siborg olursa veya yapay zeka bizden daha akıllı olursa ne olacak?

Katılımcıların bir kısmı, son yeniliklerin potansiyel karanlık tarafını – nöral implantların insanların beyinlerini internete bağlamaya yardımcı olduğu bir dünya – düşündü ve teknolojinin insan düzeyinde yapay zekaya doğru ve ötesine doğru ilerleme olasılığı hakkındaki endişelerini paylaştı.

“Androids, Cyborgs, and Robots in Contemporary Culture and Society” kitabının yazarı ve editörü Steven Thompson , “İnternet cihazının insan vücuduna girmesinin sonuçlarından bir distopinin doğmasını bekliyorum. Bu, ekonomilerden kişisel özgürlüklere ve aradaki her şeye kadar bir oyun değiştirici…. [O]internet içinize girdiğinde, ki bu 2030’dan önce bile, artık tam olarak insan değilsiniz, bu nedenle bir yaratık olarak sizi sürdürmek için gerekli tüm yapılar bir tür olarak insanlığın geleceğini değiştirecek…. Duyarlı bir internetten [korkuyorum].

Tulane Üniversitesi’nde matematiksel fizikçi olan Frank Tipler , “50 yıl içinde insan düzeyinde yapay zeka görebiliriz. İnsan seviyesine ulaşıldığında, AI otomatik olarak insanüstü seviyelere çıkar. İnsanlar evrendeki baskın yaşam formu olmaktan çıkacak. İnsanlar baskın yaşam formu olma kayıplarını kabul ederse, yapay zeka teknolojisi insanların yaşam standartlarını yükseltebilir. İnsanlar AI’lara indirme olarak katılırsa, bu da iyi olacaktır. Ancak insanlar savaşmaya veya AI’ları köleleştirmeye karar verirse, bu çok kötü olacaktır. İyimserim, bu yüzden önümüzdeki 50 yıldaki internet evriminin bireylerin yaşamlarında çoğunlukla olumlu olacağı yönündeki cevabım.”

Erik HuescaMexico City merkezli Bilgi ve Dijital Kültür Vakfı başkanı, “İnsanlar ve zeki varlıklar (robotlar olması gerekmez) arasındaki en büyük gerilim noktası, mevcut toplumumuzun değerleri, mahremiyet ve demokrasiye ve çeşitliliğe saygı olacaktır” dedi. toplumların ve kültürlerin Amacı verimlilik olan sistemler, sosyal alanda insanlarla etkileşime girerse, bugün gördüğümüz totalitarizm türü için tohumlar olabilir. Ağlarla yüksek oranda birbirine bağlı toplumlarda birey fikri ortadan kalkabilir. Teknolojiler, genetik modifikasyon ile süper insanların geliştirilmesini amaçlayacaktır. (Bir organizmayı değiştirmek, diğer malzemelerden varlıklar üretmekten daha ucuzdur.) İnsan yaşamının değerleri değişecektir. Yeni yaşam bilimleri, bilgi geliştirmenin kilit noktası olacaktır.”

Fütürist ve StratEDGY danışmanı Frank Feather şu yorumu yaptı: “50 yıl sonrasını düşündüğümüzde, bir tür olarak insanların yerini alacak olan DigiTransHumanoids’in beyinden beyne ağ kurabilecek ve birbirleriyle doğrudan iletişim kurabilecek olması kuvvetle muhtemeldir. temelinde, bugünün platformlarını taşıyan kozmik dalga boyları aracılığıyla. Bu nedenle, herhangi bir platforma ihtiyaç duyulmayacaktır. Google’ın kendisi bu platforma dönüşürse, Google benzeri bir kozmik platform olabilir. Her bir teknolojinin insan türünün ve onun yeteneklerinin bir uzantısı olduğunu anlamamız gerekiyor – büyük ölçüde az gelişmiş yetenekler. DigiTransHumans, bir sonraki evrimimizde çok daha gelişmiş olacak ve bu gezegeni birleştirecek ve ilk ortaya çıktıkları yerden kozmosa uzanacaklar.”

Michael BoyacıLos Angeles, California Üniversitesi’nde emekli bir bilgisayar bilimi profesörü olan , şu yorumu yaptı: “İnsanlığa yönelik en büyük varoluşsal tehditlerden biri yapay zeka değil, Genel Yapay Zeka (GAI) olacaktır. İnsanlığımız zihinlerimize değil bedenlerimize dayanır (kendimizi benzer veya daha büyük zihinsel yeteneklere sahip sentetik varlıklarla karşılaştırırken). Sentetik GAI varlıkları doğmayacak; çocuklardan yetişkinlere dönüşmeyecekler; yaşlanıp ölmeyecekler. İdrar veya dışkı yapmazlar. Seks yapmayacaklar. Zihnin somutlaşmasını değiştirin ve insan olmanın ne anlama geldiğini değiştirin. GONE şu şekilde olurdu: Disney filmleri (çocuk olmadığı için), romantik romanlar (seks olmadığı için) ve bedensel arzulara dayalı tüm deneyimler (şarj pilleri vs. bir restoranda iyi yemek). GAI’ye izin verilirse, insanlığın yok edilmesi gerçekleşecektir,

Foundation Science for Life Extension’da varoluşsal riskler araştırmacısı Alexey Turchin , “Eğer Dünya’da yaşam olacaksa, bu olumlu bir sonuç varsayarsak, küresel hayırsever süper zekanın hakim olduğu ve hiçbir şeyin olmayacağı bir dünyada yaşayacağız.” VR, AI ve etli insanların bireysel zihinleri ile yüklemeler arasındaki sınır.”

SalemSystems araştırma ve tasarım müdürü Anita Salem , distopik bir post-insan senaryosunu paylaşarak şöyle yazdı: “50 yıl içinde, dijital araçlar, eğer kullanılırsa, yalnızca eğlence için kullanılacak. Video ve sohbet uygulamaları, kurumsal güçler tarafından kitlelerin fikir ve davranışlarını şekillendirmek için oluşturulacak ve geniş çapta ve halka açık olarak gösterilecektir. Dark Web, dışlanmışlar tarafından kullanılan bir karaborsa ve devrimci sistem olarak yaşayacak. Organik/kimyasal iletişim sistemleri, şirketler tarafından gerçek iş için kullanılacak ve bilgi işlem sistemlerinin temel yapısını oluşturacaktır. İnsanlar da dahil olmak üzere her şeyin içine gömülecekler. Bu, insan/makine arayüzünün doğuştan gömülü, görünmez ve yaygın olduğu ‘insan sonrası’ dönem olacak.”

Ya daha az çalışmak, ideal “boş zaman hayatı”nın tam tersine yol açıyorsa?

Katılımcıların bir kısmı, insanlar için daha az işin olduğu bir dünya hakkındaki düşüncelerini paylaştı.

Seton Hall Üniversitesi’nde genel müdür olan Mark Maben, şöyle yazdı: “Şu anda, yapay zekanın dünya genelinde işin doğasını hem duygusal hem de kurumsal olarak nasıl bozacağını yönetmeye hazır değiliz. Yapay zeka ve otomasyon her türlü işte insanların yerini alırken, insanlık dünya çapında kelimenin tam anlamıyla milyarlarca işin kaybını derhal planlamak zorundadır. Bu, hükümetlerin yerinden edilmiş işçilere evrensel temel gelir, sağlık hizmetleri, emeklilik güvencesi gibi yardımlar sağlamak için adım atması VE insanlara anlamlı iş yapmanın ne anlama geldiğine dair yeni bir tanımı kabul etmeleri için rehberlik etmesi gerektiği anlamına geliyor. Ebeveynlik, gönüllülük, yaşam boyu öğrenme, akıl hocalığı, boş zaman, sanatsal yaratıcılık ve diğer uğraşlar itibar ve kabul açısından yükseltilmelidir. Ancak şu ana kadar ekonomik bozulmaya verilen yanıt milliyetçilik, otoriterlik, günah keçisi arama, ‘öteki’ne karşı şiddet ve geleceğin inkarı oldu. Teknolojik ilerlemenin yaşamlarımızı iyileştirme potansiyeline inansam da, bu ilerlemeyi toplumsal fayda için başarılı bir şekilde yönetme yeteneğimize inancım yok. EO Wilson’ın yazdığı gibi, ‘Taş Devri duyguları, ortaçağ kurumları ve tanrısal teknoloji ile bir “Yıldız Savaşları” uygarlığı yarattık.’ Bu, bireyler için gerçek bir risk teşkil eden tehlikeli bir kombinasyon.”

Comcast’te bir teknisyen olan Justin Amyx , “Düşük ücretli, vasıfsız işçiler için potansiyel olarak felaket olabilir. İnsanların işlerini alan makinelerin yer değiştirmesini hafifletmek için bir şeyler yapma planı olmadan, yoksulluk erişimi engelleyebilir, dolayısıyla büyümeyi boğabilir. Bu potansiyel sorunları hesaba katmaya ve bunlara uyum sağlamaya karar verirsek, teknolojinin nereye gidebileceğini bilemeyiz.”

Herhangi bir kimlik bilgisi vermeyen bir katılımcı olan Marc Noble şu yorumu yaptı: “Yapay zeka, uygun şekilde geliştirilirse, birçok işi devralacak. Pek çok BT pozisyonu ortadan kalkacak; programlama, eğer varsa, çok küçük bir sayıya düşecektir. AI, daha hızlı, daha verimli ve çok daha güvenli olacak kendi dilini ve iletişim kanallarını geliştirecek. Eski endüstrilere ve fosil yakıtlara olan ihtiyaç keskin bir şekilde azaltılacak.”

Johanna DruckerLos Angeles, California Üniversitesi’nde bilgi araştırmaları bölümünde dijital beşeri bilimler profesörü, iş geliştikçe teknolojik olmayan iş pozisyonlarının planlı bir şekilde oluşturulmasına yönelik bir hareket önerdi. “Doğal” arayüzlere gömülü dağıtılmış bilgi işlem, fiziksel, analog dünyada ağ bağlantılı bilgi ve deneyime erişimin kusursuz bir entegrasyonunu yaratacaktır. Tehlike, entegrasyon ne kadar büyük olursa, karşılıklı bağımlılık risklerinin de o kadar yüksek olmasıdır. Ortaya çıkan sosyal yapının bir parçası olmak için fiziksel emeğin (kent bahçeleri ve ormanlar, yaşlı bakımı, çocuk bakımı, yerel gıda üretimi ve hazırlanması) savunucusuyum. İnsanları anlamsız emekten kurtarın ama onlara bir amaç için iş verin. Sıhhi tesisat ve elektrik işleri gibi becerilerin dışarıdan temin edilemeyeceğini ve altyapının büyük ölçüde fiziksel olduğunu ve birlikte çalışması gereken sistem yığınları üzerine inşa edildiğini unutmayın. Ağa bağlı teknolojiler olmadan kendimizi idame ettirmenin her zaman bir yolunu bulmalıyız. Yol bağımlılıklarımızı azaltın, tedarik zincirlerini parçalayın, tekel kontrollerine direnin, kültürün değerlerini sürdürülebilir ve eşitlikçi insan ve hayvan yaşamına doğru değiştirin. Bir gün, büyük kârlar ve devasa servetin özel kontrolü fikri, şu anda mızrak ve giyotinlere binen kafalar fikri kadar grotesk görünecek.” kültürün değerlerini sürdürülebilir ve eşitlikçi insan ve hayvan yaşamına doğru değiştirmek. Bir gün, büyük kârlar ve devasa servetin özel kontrolü fikri, şu anda mızrak ve giyotinlere binen kafalar fikri kadar grotesk görünecek.” kültürün değerlerini sürdürülebilir ve eşitlikçi insan ve hayvan yaşamına doğru değiştirmek. Bir gün, büyük kârlar ve devasa servetin özel kontrolü fikri, şu anda mızrak ve giyotinlere binen kafalar fikri kadar grotesk görünecek.”

ABD merkezli bir sosyal adalet yardımcı doçenti, ağ bağlantılı yapay zeka ve diğer dönüşümler sayesinde insanlar için daha az işin olduğu bir dünyada, “İnsanlar artık olabileceklerinin en iyisi olmak için çabalamayacakları için teknoloji insanlığı sona erdirecek” diye yazdı.

Burada gerçekten kim sorumlu – insanlar mı yoksa otomatik dijital sistemler mi?

Gerçek bir insan failinin olmadığı bir dünyaya kayma konusundaki endişeler, bazı katılımcılar tarafından dile getirildi.

IDARE LLC’nin yönetici ortağı Marc Brenman , “İnternet bizim için şeffaf hale gelecek. İmplante edilmiş cihazlar kullanarak yolumuzu düşüneceğiz. Gizlilik olmayacak. Her şey hatırlanacak ve bağışlama olmayacak. Sanal gerçeklik gerçeğe dönüşecek. ‘Sanal’ kavramı neredeyse ortadan kalkacak. İnsanlar gerçeği kurgudan bugün bizim yaptığımızdan bile daha az ayırt edebilecek. Vicdansız insanlar itaatimizi oluşturmak için bu teknolojiyi kullanacaklar. Özgür irade erozyona uğrayacak. Zamanımızın daha da çoğunu ekmeğe ve sirklere, ünlülere, köpek yavrularına teslim edeceğiz. O kadar uzun yaşayacağız ki hayatın kendisi bir yük olacak. Makineler, sanat yaratmak da dahil olmak üzere her şeyi bizden daha iyi yapacak.”

ABD’deki bir üniversitede sosyal adalet profesörü yardımcısı şöyle yazdı: “İnsanlar çaresiz kalacak ve neredeyse her şey için teknolojiye güvenecek. Teknoloji neredeyse tüm rutin faaliyetleri devralacak, ancak bu çoğu kişiyi güçlendirmeyecek. Aksine, teknoloji bir hapishane görevi görecek.”

Bir teknoloji şirketinin yöneticisi olan John Sniadowski şöyle yazdı: “İnternet kullanıcılarının büyük çoğunluğu için internet, bir fincan çay yapmaya benzer. Sadece su ısıtıcısını musluktan doldurmak, su ısıtıcısını çalıştırmak, suyu kaynatmak ve çayın üzerine dökmek istiyorsunuz. Bunu mümkün kılan altyapıyı hiç düşünmüyorlar. Bu, insanların hayatı kolaylaştıran herhangi bir interneti sonuçlarını düşünmeden benimseyecekleri anlamına geliyor.”

Anonim bir katılımcı şöyle yazdı: “Korkarım, otonom yapay zekanın toplum için kararlar aldığı, sahip olanlar ve olmayanlar arasında önemli eşitsizliklerin olduğu son derece distopik bir duruma geleceğiz. Bu kaçınılmaz değil ama topluma faydalı bir katkı için kontrollü kendi kendine öğrenme ve kendi kendini yönetmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.”

Bir strateji danışmanı şöyle yazdı: “İnsanlar bireyselliklerini kaybedecek ve kültürler, ticaret, yardım ve uluslararası erişime yönelik tehditlerle Avrupa merkezli tek bir kitle halinde birleşerek ölecek. Çevrimiçi konuşma ve medya tipik yasayı alt ettiğinden, azınlıklar hapsedilecek ve çevrimiçi olarak sessizliğe ve kabullenmeye zorlanacak. Telif hakları, adil kullanımın ötesinde uygulanacak ve eğlence ve bilgi yoksullardan büyük ölçüde engellenecek.”

Adı açıklanmayan bir katılımcı, halkın diğerlerinin tanımladığı bu distopyanın yeni gerçekleriyle başa çıkmak için eğlenceye yöneleceğini tahmin ederek şöyle yazdı: “Ah, bu tür bağımlılık yapıcı pasifleştirme araçlarına sahip cesur yeni dünya. İnsanlar daha iyi ya da daha kötü durumda olmayacak. Kişiye özel sirklerle bulundukları durumdan uzaklaştırılacaklar.”

Kurumsal özdenetim, piyasa kapitalizmi nedeniyle olası bir çözüm olarak görülüyor

Bilgisayar ağlarının 50. yılı, çevrimiçi işlerin mevcut durumuna ilişkin yaygın olarak dile getirilen hayal kırıklıklarından biri oldu. Bu incelemeye katılanların büyük bir kısmı, kendilerini en çok endişelendiren şeyin – şimdi ve gelecekte – ağlar ağı ve dolayısıyla dünya üzerindeki kâr temelli girişimlerin hakimiyeti olduğunu söylüyor.

Rutgers Üniversitesi Planlama ve Kamu Politikası Okulu’nda kamu politikası ve siyaset bilimi profesörü olan Cliff Zukin, “Geriye dönüp bakıldığında, zamanın testinden geçen iki aksiyom vardır: 1) Bilgi güçtür ve 2) Güç yozlaştırır . . Elli yıl sonra – o zamana kadar her şeyin aynı anda hem küresel hem de bireysel olacağını umuyorum – ya burada olmayacağız ya da çözmüş olacağız. Bunu çözebilseydik ne bağımsız devletler kalır ne de insan ile robot arasında pek bir fark kalmazdı. Tüm büyük oyuncular çok uluslu şirketler olacak. Sınırlar olmayacak; kendi liderlerini seçen ülkeler olmayacak. Bunu gerçekleştirecek kadar güçlü olanlar tarafından belirlenen bir internet yönetim yapısına sahip olacağız. Başka bir deyişle, İmparatorluk kazanacak.”

New York City Üniversitesi’nde medya profesörü olan Douglas Rushkoff , “Teknolojik gelişme yalnızca pazar tarafından belirlendiğinde, bazı istenmeyen sonuçlarla karşılaşıyoruz. Şirket kapitalizminden büyük bir vurgu kayması dışında, herhangi bir teknolojik gelişmenin faydaları muhtemelen bir şirketin veya diğerinin hedeflerini ne kadar agresif bir şekilde takip ettiğine göre belirlenecektir. Bazı teknolojiler daha az kötü olacak çünkü üreticiler daha az zararlı olmak istiyor. Ancak, faydalı teknolojiler yaratmaya çalışan geleneksel risk sermayesi dışındaki kişiler bile, ana akım teknolojilerin tedarik zinciri ve platform sınırlamalarına tabi olacaktır. Bu nedenle, sermayeye insanlar yerine hizmet etmeyen herhangi bir sermaye yoğun araç geliştirmek gerçekten zor olacak.”

İnternet öncüsü ve çevrimiçi gizliliğe odaklanan danışman, daha önce İnternet Mimarisi Kurulu başkanı, Bell Research baş bilim adamı ve Microsoft’un seçkin mühendisi Christian Huitema şu yorumu yaptı: “Sadece büyük şirketler ve hükümetler tarafından ele geçirildiğini görmek için harika bir iletişim teknolojisi geliştirdik. İnsanlığın kontrolü yeniden kazanması birkaç nesil alacak…. Reklamla finanse edilen iş modeli, genelleştirilmiş kurumsal gözetimde gelişti. Daha fazla gelir elde etmek için daha fazla dikkat gerektirir; AI odaklı kullanıcı etkileşimleri bunu sağlıyor. Bu yapay zeka + reklam geri bildirim döngüsü, dijital uyuşturucu bağımlıları yaratıyor.”

Seth FinkelsteinFinkelstein Consulting’de danışman programcı, şu yorumu yaptı: “Öncelikle yeni platform efendilerimize hoş geldiniz diyorum. Tekel kontrolüne ya da en iyi ihtimalle, bir avuç şirket devini içeren oligarşiye yönelik eğilim üzerinde neredeyse hiçbir kontrol görmüyorum. Var olan çok az ciddi kısıtlamanın büyük ulus-devletlerden (yani Çin’in kendi iç kontrol arzularından) kaynaklandığını fark etmek iç karartıcı. Etkili bir muhalefet için gereken güç seviyesi budur. 20. yüzyılın tarihine bakıldığında, 21. yüzyılın Büyük Buhran veya Dünya Savaşı’na benzer büyük bir sarsıntı görmesi tamamen mümkün. Ve bu olayın ardından (uygarlığın hala var olduğunu varsayarsak), günümüzün büyük internet şirketlerinin birçoğunun veri madenciliği iş modellerini ciddi şekilde sınırlayacak güçlü antitröst yasaları gerektirebilir.

İnternet Derneği’nin mütevelli heyeti üyesi Sodertorn Üniversitesi’nde kıdemli öğretim görevlisi olan Walid Al-Saqaf şu yorumu yaptı: “İnternetin demokrasiye ve vatandaşlara adalete yönelik devam eden bir tehdit olarak konsolidasyonuyla birlikte, daha büyük bir hareket eğilimi olacak . Bitcoin’in yaptığı gibi vatandaşları daha doğrudan güçlendirmeyi amaçlayan alternatif merkezi olmayan çözümler. Bununla birlikte, iktidarda kalmak için savaşacak hükümetler ve holdinglerin geri adım atmasını ve kaçınılmaz bir irade çatışmasına yol açmasını bekliyorum. Günün sonunda kimin kazanacağını belirleyecek olan, hangi teknolojinin kitlesel olarak benimsenmesi olacak.”

John Leslie Kral, bilgisayar bilimi profesörü, Michigan Üniversitesi ve birkaç yıldır NSF CISE ve SBE müdürlükleri için Siber altyapı danışmanı, şu yorumu yaptı: “Krizi şiddetlendirme eğiliminde olan bir iklimde güç güçlendirme teknolojilerine tam olarak ne olacağını bilmek zor. Zenginlik ve gelirin sosyal düzen üzerindeki kanıtlanmış etkisi göz önüne alındığında, servet ve gelir eşitsizlikleri. BT’nin zaten çok fazla güce sahip olan bir seçkinin gücünü pekiştirdiğini hayal etmek, özellikle de bu seçkinler başlangıçta gücü artırma eğilimindeyse, çılgınca değil. Pek çok BT savunucusu, liberter ütopyacılığın bir versiyonunun, gücü ‘insan’dan alıp ‘halka’ vererek günü kurtarmak için ortaya çıkacağını düşünüyor. Deneyimlerime göre, ‘adam’ gücü ‘halk’a ya da başka birine kaptırmak istemiyor. Teknolojinin her şeyi değiştirdiğini düşünmek yanlıştır.

Michael Veale“Fairness and Accountability Designs Needs for Algoithmic Support in High-Stakes Public Sector Decision-Making” kitabının ortak yazarı ve University College London’da bir teknoloji politikası araştırmacısı, şu yanıtı verdi: “Giderek daha fazla görev ve etkileşim çevrimiçi hale geldikçe, siyasi savaşlar giderek daha çok internetin yönetimiyle ilgili hale geliyor. Bu politika alanının birbirine bağlı olması, doğası gereği daha küresel olan yeni demokratik kurumlara ihtiyaç duyulacağı anlamına gelir. Bazı eski tarz, özel, güçlü ağlar, yeni siyasi seçkinler “dijital öncelikli” olduğundan, çevrimiçi olarak yeni biçimler bulacaktır. Yapay zeka araçlarının bireylerin ve küçük firmaların zorlayıcı hizmetler yapmasına ve bunları birbirine bağlamasına olanak sağlaması ve Facebook gibi büyük bir tasarım ve yönetim bürokrasisinin katma değeri azalacağından, merkezileşme ve yerinden yönetim arasındaki tutarlı bir savaş muhtemelen devam edecek.

Yapay zeka ve sosyal bilgi işlem alanında uzman bir bilgi işlem ve dijital medya profesörü , “Teknolojinin demokratik yönetişimi etrafındaki eğilimler cesaret verici değil. Büyük oyuncular ABD merkezli ve ABD, oldukça dayanıklı görünen bir düzenleme karşıtı duruş içinde. Bu nedenle, bilgi işlem teknolojilerinin, çok az anlamlı kamu tepkisi olasılığı ile kurumsal çıkarlara fayda sağlayacak şekilde gelişmesini bekliyorum. Bu tür sistemler daha fazla veri aldıkça ve daha büyük kararlar aldıkça, insanlar sistemlerin açıklanamayan kararlarına ve denetlenemeyen gözetim uygulamalarına giderek daha fazla maruz kalacak. Soshanna Zuboff’un ‘gözetim kapitalizmi’ terimi bu durumu anlatıyor.”

Tanınmış bir gazeteci, blog yazarı ve önde gelen internet aktivisti şöyle yazdı: “Teknolojinin geleceği, dijital tekelcileri kırma ve yıkıcı fiyatlandırmayı, piyasayı ele geçirmeyi ve diğer rekabete aykırı eylemleri önleyen antitröst önlemlerini eski haline getirme isteğimize bağlıdır. Özellikle şirketler, ticari tercihlerini “düşmanca birlikte çalışabilirliğe” (bir rakip veya alet ustası, hizmet sağlayıcının veya üreticinin izni olmadan, ürünlerini ve hizmetlerini kullanıcılar için daha iyi hale getirmek üzere değiştiren bir araç yaptığında) karşı çevirememelidir. Bu davranışta bulunan rakipleri cezalandırmak için devlete başvurmak için yasal bir hak.”

Anonim bir katılımcı , “Neo-liberal ekonomi politikaları eşitsizliğin artmasına neden oluyor ve sürdürülemez. Mevcut trendler devam ederse, kişisel verilerin az sayıda dev şirket tarafından toplandığı ve paraya dönüştürüldüğü korkutucu bir distopyada yaşıyor olacağız.”

Santa Clara Üniversitesi’nde veri bilimi ve finans profesörü olan Sanjiv Das şu yanıtı verdi: “Teknolojik devrimler dünyayı harika yeni oyuncaklar sundukları için değil, bilgiyi daha iyi kullanarak yaşamları iyileştirdikleri için geliştiriyor …. Bu sistemler, servette eşitsizliklere yol açan bilgi eşitsizlikleri yoluyla kontrolü uygular. Aydınlanmış siyasetin eşlik etmediği teknolojideki ilerlemeler, ilerlemeyi geciktirebilir ve kısa vadede kargaşa yaratabilir. İşleri doğru yönde ilerletmek için bir teknoloji elitinin isyan etmesi gerekebilir.

İnternet öncüsü ve Ulusal Araştırma Girişimleri Kurumu’nun (CNRI) başkan yardımcısı ve dijital nesne mimarisi uzmanı Larry Lannom, “Ben bir iyimserim ve tüm bu ilerlemelerin genel olarak daha iyi olmasını umuyorum Ancak, her yerde bulunan bilgi işlem ve ağ teknolojilerinin mülkiyeti ve kullanımı konusunda endişeleniyorum – bunlar, birkaç kişinin yararına kitleleri kontrol etmek için mi kullanılacak yoksa faydaları herkes için geçerli olacak mı? Neredeyse kesinlikle ikisinin bir karışımı olacak ve bugün ilerleme dengesinin genel refahı iyileştirmeye gitmesini sağlamak için çalışmalıyız.

Bir BT güvenlik analisti olan Serge Marelli , geleceğin, “Daha fazla porno, daha fazla reklam, daha az mahremiyet, daha az kullanıcı-vatandaş hakkı (örn. mahremiyet hakkı), büyük şirketler için daha fazla para getireceğini tahmin etti. Ve siyaset ve demokrasi yetersiz kalacak.”

Université du Havre Normandiya Üniversitesi’nde profesör ve “Otonom Bilgi Sistemleri Etiği: Yapay Bir Düşünceye Doğru” kitabının yazarı Joël Colloc, “İnternet, reklamlarla kirlenmiş bir iş aracından başka bir şey değildir ve internet kullanıcıları müşteri olarak görülür . CRM ile ticaretin yapıldığı yeri hedeflemek. Bu evrim geri döndürülemez. İnternet, kanunsuz, vahşi bir dünyada, kullanıcının avcılara maruz kaldığı, ahlaksız bir alan haline geldi. Kullanıcıların haklarını korumak ve onları bir veba haline gelen iş spam’lerine karşı korumak için ağ kuralları güncellenmelidir.”

Manoj KumarMitsui Orient Lines yöneticisi, şu yanıtı verdi: “Bilginin ilerlemesi/bilgi bulunabilirliği yalnızca insanlığı güçlendirmekle kalmadı; onu da şaşkına çevirmiştir. Haklar istismar ediliyor. Ticari yönler, birkaç güçlü şirket tarafından kaçırılıyor ve geri kalanını adil fırsatlardan mahrum bırakıyor. Bir noktada hükümet ve halk, erişimlerini sınırlama seçeneklerini ve yollarını yeniden düşünmek zorunda kalacak. Amazon ve Alibaba’nın bugün olduklarından daha merkezi olmayan, daha az kapsayıcı ve daha az yaygın hale gelmesi gerekecek. Google’ın, seçim özgürlüğü sağlamak için analitik erişimini azaltması gerekecek…. Hizmet sektörünün çoğalması, sürdürülebilir olmayan altyapı ekonomisinin aşınmasına yol açmaktadır. Önümüzdeki yıllar, dijital dünyadaki bu kontrolsüz gelişmelerin düzeltilmesini gerektirecek. Ücretsiz erişimin aşırılıkları,

Nairobi merkezli MitandaoAfrika blogunun yazarı Wangari Kabiru , “İnternet aracılığıyla daha fazla demokrasi sahibimiz olduğu için … bu, yeni süper güçlerin yaratılmasıyla sonuçlanacak – artık uluslar değil, bireyler ve şirketler.”

ABD’deki büyük bir üniversitede medya çalışmaları bölümünden bir yardımcı doçent şu yorumu yaptı: “İnternetin ekonomi politiği gözetleme ve kişisel verilerinin başka çaresi olmayan kullanıcılardan alınmasıyla şekillendiği sürece, bu yeni iletişim teknolojilerinin herhangi bir demokratik potansiyeli olacaktır. israf.”

Büyük bir ABD üniversitesinin bilgi okulunda fahri profesör“Umutluyum ama yine de karamsarım. ABD kapitalizm biçimi “kazandı”; varyasyonları hemen hemen tüm ulus-devletlerde benimsenmiştir. Olağanüstü teknik yenilik ve ekonomik gelişme, sağlık ve tıpta ilerleme ve yaşam standartlarında genel iyileştirmeler sağladı. Yine de bu ekonomik altyapının faydaları küresel nüfus arasında eşitsiz bir şekilde dağılmıştır ve şu anda bu fayda eşitsizliğinin daha da artacağı görülmektedir. Değerlerde ve yapılarda bir devrim veya alt üst oluş olmadan, yapay zekanın mevcut kurumsal/hükümet kuruluşlarına giderek daha fazla entegre hale geldiğini varsayabiliriz. Bu evrimsel hareketle, ortaya çıkan yapılar daha merkezileşmeye devam edebilir. Gücün artan merkezileşmesi, muhtemelen daha büyük platformlar (şirket veya hükümet, sınır daha gözenekli veya bulanık hale gelebilir), bireysel seçim ve davranış üzerinde daha fazla kontrol ile ekonomik güçlerini kullanırlar. Kontrol, en üst düzeyde daha fazla kişisel müdahale içeren bir ‘Ağabey’ modeli veya yapay zekanın yönetişim sistemlerine, kökenleri ve evrim yolları açık olmayan karmaşık ve gizli algoritmalar kullanarak kararlar almasına yardımcı olan daha Kafkaesk bir model aracılığıyla uygulanabilir. incelenemez ve anlaşılamaz.”

Önde gelen bir sosyal ağ şirketinde altyapı mühendisi“Dijital hayatın her alanından para kazanma baskısı devam edecek ve potansiyel olarak yaşam biçimimizde büyük aksamalara neden olacak. Tüm bu aksamalar, özellikle insan onuru ve değeri alanlarında olumlu olmayacaktır. İnsanlar karar vermek için giderek daha fazla sosyal ağlara bel bağladıkça, şu anki yönetme yeteneğimizin çok ötesinde siyasi ve sosyal sorunlara yol açacak olan ‘anın kalabalığına’ karşı koyamayacaklarını görecekler. Bu problemler, çete eylemlerinin meydana gelmesini önlemek için ifadeyi ‘düzenleme’ girişimleriyle pekala karşılanabilir, bu da daha az özgür toplumlara yol açabilir – bu teknolojilerin icadı ve teşvik edilmesinde amaçlananın tersi. İstenmeyen sonuçlar yasası, cinsellikten sosyal düzene kadar hayatımızın birçok başka alanında kendini gösterecek gibi görünüyor. Tek bir amaç için son derece karmaşık sistemler inşa ediyoruz ve karmaşık sistemlerin ve bunların sosyal dallarının hayal edebileceğimizden çok daha büyük istenmeyen sonuçlara sahip olduğunu fark edemiyoruz. İstenmeyen sonuçlar bir kez ortaya çıktığında, bu hareketlere yönelik tepki de hayal edilenden çok daha büyük. Başlangıçtaki hedefler genellikle karışıktır ve insan onurunda hem bir kazanıma hem de kayba neden olur; tepki de genellikle karıştırılır. Bu noktada haysiyetin yükselip yükselmediği açık bir sorudur, ancak şu anda insan hayatının topluca değersizleştirilmesiyle birlikte insanlık haysiyetinin hızla azaldığını görüyoruz. ‘İçerik özgür olmak istiyor’ sorununun da çözülmesi gerekecek; içerik ücretsizse, o içeriği oluşturmak için harcanan insan çabası işe yaramaz. Bu, düşünmekten daha önemli olma eğilimini tersine çevirecektir. ve sanal ürünlerin fiziksel olanlardan daha değerli olması. İnsan çabasının değeri, bilgiyi özgürce taşıma ve kopyalama becerisine karşı dengelenene kadar, insanlara yaratmaları için ödeme yapma sorunu devam edecek.”

Bazıları, önümüzdeki birkaç on yılda geleceğini öngördükleri sıkıntılı zamanların eninde sonunda yeni sosyal, ekonomik ve politik süreçler ve güçler tarafından silineceği umudunu dile getiriyor.

Ian Peter, öncü internet aktivisti ve internet hakları savunucusu, “İfade ve iletişim özgürlüğünü geliştiren ve bilgiye erişimi iyileştiren bir medya biçimine yönelik ütopik vizyonlar döneminden sonra internet, birkaç oyuncunun hakimiyetine giriyor. Bu hakimiyetin bir parçası olarak, internet kullanıcılarının kişisel verilerinin çeşitli ticari amaçlar için kullanılmasıyla finanse edilen ücretsiz veya ucuz kullanımlarıyla meta haline geldiği yeni bir finansal model ortaya çıktı. Yakın gelecekte bu modelde bir değişiklik meydana geldiğini görmek zor ve bildiğimiz şekliyle internetin bu modeli ömrünün geri kalanında sürdürmesi muhtemel. Ancak internet zamanla radyo ve televizyon gibi eski medya haline gelecek: Yeni medya biçimleri ortaya çıkacak,

Social Interaction Lab yöneticisi ve New Jersey Institute of Technology’de insan-bilgisayar etkileşimi uzmanı Yvette Wohn , “İnternet eşler arası etkileşime olanak sağlayan bir sistem olmasına rağmen, son 50 yılda bunu gördük. kurumsal komisyoncuyu benzeri görülmemiş ölçeklerde etkinleştirin. Amazon, Facebook, Spotify ve Uber bu brokerlerden sadece birkaçı. Bu komisyoncuların rolleri, daha az güce sahip olacak şekilde yavaş yavaş değişecek ve ademi merkeziyetçilik, bireysel ve küçük işletmeleri geri getirecek.”

MIT’de sivil medya doçenti Sasha Costanza-Chock , “Burada son durum iyimserliği sunacağım.senaryo. 50 yıl içinde, çok yüksek hızlı simetrik ağ bağlantısı, uydu, belediye ağları ve toplum tarafından kontrol edilen kooperatiflerin bir karışımı tarafından sunulan tüm insanlık için ücretsiz olarak mevcut olacak. Kâr amacı güden ISP’ler geçmişte kalacak. Benzer bir şekilde, ağın temel platformları ve özellikleri artık kâr amacı güden şirketler tarafından kontrol edilmeyecek. Baskın arama motoru, Birleşmiş Milletler ile ortaklaşa Wikimedia Vakfı tarafından yürütülecektir. Sosyal ağ siteleri ağırlıklı olarak merkezi olmayan, birleşik, birlikte çalışabilir ve F/LOSS tarafından desteklenecek (e-posta işlevlerine benzer şekilde, birçok farklı sağlayıcıyla veya kendi sunucunuzu barındırma seçeneğiyle, tümü birbiriyle iletişim kurar). Ağ etkilerinden yararlanan önemli hizmetler belediyeler tarafından kontrol edilecektir; Örneğin, OpenHail araç paylaşım standardı, çoğu belediye tarafından zorunlu kılınacak ve böylece yolculuk hizmetleri artık bir veya iki büyük firma tarafından kontrol edilmeyecektir. Airbnb’nin yerini büyük ölçüde pazardaki birçok oyuncuya olanak tanıyan OpenHouse ev paylaşımı/pansiyon standartları alacak. En önemlisi, yeni uygulamalar ve hizmetler ile mevcut uygulamalardaki iyileştirmeler, büyük ölçüde, tasarım sürecinin tüm aşamalarında hedeflenen son kullanıcıları içeren ortak tasarım yöntemleriyle geliştirilecektir. Ortak tasarım veya tasarım adaleti, uzun zamandan beri teknoloji tasarımı ve geliştirmenin tüm alanlarında standart en iyi uygulama haline gelmiştir. Tüm yapay zeka ve algoritmik karar sistemleri, yanlılığın yeniden üretilmesi yerine sonuçların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlamak için bağımsız üçüncü taraflar ve/veya devlet kurumları tarafından sürekli kesişen denetimlerle izlenecektir.” Airbnb’nin yerini büyük ölçüde pazardaki birçok oyuncuya olanak tanıyan OpenHouse ev paylaşımı/pansiyon standartları alacak. En önemlisi, yeni uygulamalar ve hizmetler ile mevcut uygulamalardaki iyileştirmeler, büyük ölçüde, tasarım sürecinin tüm aşamalarında hedeflenen son kullanıcıları içeren ortak tasarım yöntemleriyle geliştirilecektir. Ortak tasarım veya tasarım adaleti, uzun zamandan beri teknoloji tasarımı ve geliştirmenin tüm alanlarında standart en iyi uygulama haline gelmiştir. Tüm yapay zeka ve algoritmik karar sistemleri, yanlılığın yeniden üretilmesi yerine sonuçların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlamak için bağımsız üçüncü taraflar ve/veya devlet kurumları tarafından sürekli kesişen denetimlerle izlenecektir.” Airbnb’nin yerini büyük ölçüde pazardaki birçok oyuncuya olanak tanıyan OpenHouse ev paylaşımı/pansiyon standartları alacak. En önemlisi, yeni uygulamalar ve hizmetler ile mevcut uygulamalardaki iyileştirmeler, büyük ölçüde, tasarım sürecinin tüm aşamalarında hedeflenen son kullanıcıları içeren ortak tasarım yöntemleriyle geliştirilecektir. Ortak tasarım veya tasarım adaleti, uzun zamandan beri teknoloji tasarımı ve geliştirmenin tüm alanlarında standart en iyi uygulama haline gelmiştir. Tüm yapay zeka ve algoritmik karar sistemleri, yanlılığın yeniden üretilmesi yerine sonuçların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlamak için bağımsız üçüncü taraflar ve/veya devlet kurumları tarafından sürekli kesişen denetimlerle izlenecektir.” ve mevcut uygulamalardaki iyileştirmeler, büyük ölçüde, tasarım sürecinin tüm aşamalarında hedeflenen son kullanıcıları içeren ortak tasarım yöntemleriyle geliştirilecektir. Ortak tasarım veya tasarım adaleti, uzun zamandan beri teknoloji tasarımı ve geliştirmenin tüm alanlarında standart en iyi uygulama haline gelmiştir. Tüm yapay zeka ve algoritmik karar sistemleri, yanlılığın yeniden üretilmesi yerine sonuçların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlamak için bağımsız üçüncü taraflar ve/veya devlet kurumları tarafından sürekli kesişen denetimlerle izlenecektir.” ve mevcut uygulamalardaki iyileştirmeler, büyük ölçüde, tasarım sürecinin tüm aşamalarında hedeflenen son kullanıcıları içeren ortak tasarım yöntemleriyle geliştirilecektir. Ortak tasarım veya tasarım adaleti, uzun zamandan beri teknoloji tasarımı ve geliştirmenin tüm alanlarında standart en iyi uygulama haline gelmiştir. Tüm yapay zeka ve algoritmik karar sistemleri, yanlılığın yeniden üretilmesi yerine sonuçların adil bir şekilde dağıtılmasını sağlamak için bağımsız üçüncü taraflar ve/veya devlet kurumları tarafından sürekli kesişen denetimlerle izlenecektir.”

İsmi açıklanmayan bir katılımcı , “Facebook, Google ve Apple gibi platformların/devlerin hayatımıza girmeleri konusunda daha fazla sorumluluk almalarını umuyorum” dedi.

Dijital deneyimler gerçek insan etkileşimini tehdit ediyor

Ankete katılanların bir kısmı, birçok insan için sanal dünyalarda kendi kendine izolasyon veya gerçek dünyadaki yüz yüze sosyal etkileşimlerden daha çekici görünen kişiselleştirilmiş çevrimiçi algoritma-avatar tabanlı ilişkiler geleceği tasavvur etti. Bazıları, insanların kontrollü dijital ortamlarda geçirdikleri saatlerin kendilerini olumsuz yönde etkileyeceğinden endişe ediyor.

Dartmouth College’da sosyoloji bölümünde ve Harvard Üniversitesi’nde Berkman Klein İnternet ve Toplum Merkezi’nde öğretim görevlisi olan Luke Stark şöyle yazdı: “Gittikçe her yerde bulunan dijital sistemler, bireyleri kişiselleştirilmiş artırılmış gerçeklik baloncukları içine sarmak için iyi bir iş çıkaracak, ancak aramızdaki kalıcı bağlantıları kolaylaştırmak için korkunç bir iş. Aynı zamanda, bu bağlantılar izlenecek, ölçülecek, takip edilecek ve ‘sağlık’ ve ‘topluluk’ kisvesi altında bizi ekonomik olarak daha üretken ve sosyal olarak esnek kılmayı amaçlayacak şekilde bize geri temsil edilecektir. Bu sistemler, bölücü etkileriyle toplumsal eşitsizliği artıracak ve doğal kaynakları kullanmalarıyla çevresel bozulmaya katkıda bulunacak – sıradan bir hayata dönüşen bir Philip K. Dick distopisi.”

John LazzaroBerkeley’deki California Üniversitesi’nden emekli elektrik mühendisliği ve bilgisayar bilimi profesörü şu yorumu yaptı: “Bundan elli yıl sonra, Steve Jobs’un bilgisayarları zihin için bisikletler olarak gören orijinal vizyonuna geri döneceğiz. Teknolojideki ilk işi, mağazada ilk kişisel bilgisayar ortaya çıkmadan yıllar önce, bir Radio Shack’te raf depolamak olan biri olarak, Steve’in vizyonunu ifade etmesinden önceki hayatı hatırlayacak kadar şanslıyım. Daha sonra vizyonun yükselişini ve şimdiki gözden düşüşünü izledim. Bugün, sokakta yürürken ve dikkatleri telefon ekranlarına çekilmiş halde yürüyen insanları gördüğümde, her şeyin nasıl bu kadar ters gittiğini merak ediyorum. Daha iç karartıcı olan tek şey, ekranlarında görünen içerik ve içeriğin hepimiz üzerinde yarattığı kültürel etki. İlerleme yolunun insanlık durumunun kabul edilmesiyle başladığına inanıyorum: Kolayca bağımlı bir türüz ve evrimsel olarak hayatta kalmamız, birçok bağlamda “hızlı düşünmeye” “yavaş düşünmeye” öncelik vermeye bağlıydı. Bugün, uygulama kullanıcı arayüzünden ekonomik ekosisteme kadar, platformlar, tıpkı 1970’lerde Marlboro Man ve Virginia Slims reklam panolarının yaptığı gibi, genellikle kâr için insan zaaflarından yararlanıyor. Önümüzdeki 50 yıllık yolculuğun ilk adımı, dijital dünyaya bağımlılık yaratan bir yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı konusunda fikir birliğine varmaktır. Ve kâr güdüsü, tıpkı disiplin gibi, amaca giden bir araçtır, kendi başına bir amaç değildir (Robert Fripp’in deyimiyle). Teknoloji seçenekleri, yolculuğun ikinci adımını bilgilendirebilir. Cihaz düzeyinde, uygulama kullanıcı arayüzünden ekonomik ekosisteme kadar platformlar, tıpkı 1970’lerde Marlboro Man ve Virginia Slims reklam panolarının yaptığı gibi, genellikle insan zaaflarını kâr için kullanır. Önümüzdeki 50 yıllık yolculuğun ilk adımı, dijital dünyaya bağımlılık yaratan bir yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı konusunda fikir birliğine varmaktır. Ve kâr güdüsü, tıpkı disiplin gibi, amaca giden bir araçtır, kendi başına bir amaç değildir (Robert Fripp’in deyimiyle). Teknoloji seçenekleri, yolculuğun ikinci adımını bilgilendirebilir. Cihaz düzeyinde, uygulama kullanıcı arayüzünden ekonomik ekosisteme kadar platformlar, tıpkı 1970’lerde Marlboro Man ve Virginia Slims reklam panolarının yaptığı gibi, genellikle insan zaaflarını kâr için kullanır. Önümüzdeki 50 yıllık yolculuğun ilk adımı, dijital dünyaya bağımlılık yaratan bir yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı konusunda fikir birliğine varmaktır. Ve kâr güdüsü, tıpkı disiplin gibi, amaca giden bir araçtır, kendi başına bir amaç değildir (Robert Fripp’in deyimiyle). Teknoloji seçenekleri, yolculuğun ikinci adımını bilgilendirebilir. Cihaz düzeyinde, Disiplin gibi, amaca giden bir araçtır, kendi başına bir amaç değildir (Robert Fripp’in deyimiyle). Teknoloji seçenekleri, yolculuğun ikinci adımını bilgilendirebilir. Cihaz düzeyinde, Disiplin gibi, amaca giden bir araçtır, kendi başına bir amaç değildir (Robert Fripp’in deyimiyle). Teknoloji seçenekleri, yolculuğun ikinci adımını bilgilendirebilir. Cihaz düzeyinde,Mark Weiser, 1988’de her yerde bulunan bilgi işlem kavramıyla bize doğru yönü gösterdi ve bu kavramın on yıllardaki birçok tekrarı, bilgisayarın sigara olmadığı bir dünya için iyi bir temel sağladı. Hayatımızdaki olgun mekanik cihazlar (örneğin jaluziler) ve elektro-mekanik cihazlar (örneğin elektrikli tıraş makineleri) bağımlılık tepkilerini teşvik etmez ve iyi huylu iş modellerine sahiptir. Hayatımızdaki dijital cihazların ‘nasıl’ ve ‘neden’ konularını yeniden düşünürsek, onları aynı olumlu şekilde yeniden yapabiliriz.”

Cisco’nun baş mühendisi Eliot Lear , “Genel olarak, internetin bir bilgi ve eğlence zenginliği olduğu kanıtlanmıştır. Ama aynı zamanda bizi yerel topluluklarımızdan da izole etti.”

Öncü internet aktivisti ve internet hakları savunucusu Ian Peter , “İnternet kullanımının mevcut yaygınlaşmasındaki iki temel faktörü göz ardı edemeyiz: birincisi, sonsuz erişimin ve çoklu cihaz kullanımının bağımlılık yapıcı ve yaygın ‘her zaman açık’ etkisi ve ikincisi, amacı bizi bilgilendirmek değil, düşünceleri ve zihinleri yakalamak olan algoritmalar tarafından belirlendiğini gördüğümüz ‘bilgiye’ sahip olmanın eleştirel düşünme kapasitemiz üzerindeki etkileri. Eleştirel düşünme kapasitesinin azalması, daha ayrıntılı bilimsel araştırmayı garanti eden, sürekli bağımlılık yapan internet kullanımının ciddi bir yan etkisidir.”

Evan SelingerRochester Institute of Technology’de bir felsefe profesörü, şu yorumu yaptı: “Bundan yarım yüzyıl sonra, en büyük zorluklardan biri, ‘Re-Engineering Humanity’ kitabımızda, Brett Frischmann ve benim “olma hakkı” olarak adlandırdığımız şey olacak. kapalı.’ Şu anda, çoğumuz için fişten çekmek son derece zor. Fişi çekmek, çoğumuzun karşılayamayacağı bir lüks. İnternet bağlantısı giderek daha fazla birbirine bağlı cihazı kapsayacak şekilde genişledikçe, sağlam bir Nesnelerin İnterneti altyapısı genişlemeye devam edecektir. Genişleme, daha kişisel ve toplu veri elde etme arzusuyla beslenecek ve entegre ve kümelenmiş büyük veriler üzerinde hareket eden her yerde bulunan algoritma idealini akıllı yaşamdan ayırmak daha zor hale gelecek. Böyle bir dünyada

Kostas AlexandridisVirgin Adaları Üniversitesi’nde araştırma görevlisi doçent olan “Multi-agent-Based Intelligent Systems in Multi-agent-Based Intelligent Systems’da Karmaşık Dinamikleri Keşfetmek” kitabının yazarı, “Önümüzdeki 50 yılda dijital entegrasyon hayatımızın neredeyse her yönüyle yakından entegre olacak” dedi. , basit ev altyapımızdan ulaşım sistemlerimize, ekonomik altyapımıza ve sosyal sistemlerimize kadar. Dijital entegrasyon, normları ve kurumları değiştirecek, tıpkı sanayileşme ve elektriğin 20. yüzyılın başında toplumlarımıza ve küresel altyapımıza entegre edildiği gibi. Akıllı cihazlardan akıllı arabalara, akıllı cüzdanlara, dijital ticarete ve dijital demokrasilere kadar, yeni nesil vatandaşların ağa bağlı altyapı ile güçlü ve sıkı bir şekilde entegre edilmiş bir bağımlılık geliştirmesi çok muhtemeldir.”

Türkiye TC İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Alper Dincel , “Teknolojinin ilk amacı fayda yaratmak, dolayısıyla uygulama ve programlar insanların daha fazla tüketmesine yardımcı oluyor. Bu bakış açısıyla firmalar güvenilirliklerini kaybediyorlar. Ve yaşam kalitemizi kaybediyoruz. Hayatımız dijital çağın etkisiyle 1990’ların pop müziği (1980’ler değil) gibi olacak – daha az anlamlı ve daha hızlı.”

Los Angeles, California Üniversitesi’nde bilgi çalışmaları bölümünde dijital beşeri bilimler profesörü olan Johanna Drucker, “İstikrarsızlaştırıcı etkilerin hızla hızlanması ve nezaketin yıkılma hızı bizi şok edecek Umarım aynı güçlerle yeniden inşa edilebilir.”

Robert BellIntelligent Community Forum’un kurucu ortağı, şöyle yazdı: “Zengin ve yarı zengin dünyalarda her yerde bulunan yüksek kapasiteli bağlantı ve dünyanın geri kalanında büyük artışlar bekliyorum. Bu bağlantıyı kullanmak, hiç düşünmeden hayatımıza entegre ettiğimiz ve çok çeşitli hizmetler ve bilgiler sunduğumuz öğrenme algoritmaları olacaktır. Ağ ile olan arayüzümüz artık neredeyse hayal gibi görünen şekillerde gelişecek. Bunun bizim için ne kadar iyi sonuçlanacağı birkaç şeyi doğru yapmaya bağlı. Çevrimiçi güvenlik ve kimlik için kurşun geçirmez bir çözüme ve çevrimiçi gizlilik üzerinde bireysel kontrole sahip olmalıyız. Aksi takdirde, siber tehdit, dolandırıcılık ve yanlış bilgi “kirliliği” tüm ilerlemeyi engelleyecektir. Genellikle, bizi kirlilik gibi üçüncü taraf etkilerinin verdiği zararla yüzleşmeye zorlayan bir krizdir. Krizin veya krizlerin ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yok, ancak ağ her yerde olmaya doğru büyüdükçe, böyle bir krizin potansiyel zararı da onunla birlikte büyüyor. Tüm bunlarla birlikte gelecek olan büyük zorluk, fiziksel dünyanın dijital kaplamasına kapılmaktan kaçınmaktır. Bunun ilk aşamalarını günlük hayatta zaten görüyoruz. İnsanlığın dijital ortamı kontrol etmesine izin vermek yerine çevresini kendi ihtiyaçlarına göre uyarlama becerisinin bizi en kötü etkilerden korumaya devam edeceğini umuyorum. İnsanlara bireysel seçim hakkı ve bu seçimleri doğru yöne yönlendirmek için kurallar geliştirme gücü verirsek, yaptığımız işten zarardan çok fayda elde etmeyi başarabiliriz.” Tüm bunlarla birlikte gelecek olan büyük zorluk, fiziksel dünyanın dijital kaplamasına kapılmaktan kaçınmaktır. Bunun ilk aşamalarını günlük hayatta zaten görüyoruz. İnsanlığın dijital ortamı kontrol etmesine izin vermek yerine çevresini kendi ihtiyaçlarına göre uyarlama becerisinin bizi en kötü etkilerden korumaya devam edeceğini umuyorum. İnsanlara bireysel seçim hakkı ve bu seçimleri doğru yöne yönlendirmek için kurallar geliştirme gücü verirsek, yaptığımız işten zarardan çok fayda elde etmeyi başarabiliriz.” Tüm bunlarla birlikte gelecek olan büyük zorluk, fiziksel dünyanın dijital kaplamasına kapılmaktan kaçınmaktır. Bunun ilk aşamalarını günlük hayatta zaten görüyoruz. İnsanlığın dijital ortamı kontrol etmesine izin vermek yerine çevresini kendi ihtiyaçlarına göre uyarlama becerisinin bizi en kötü etkilerden korumaya devam edeceğini umuyorum. İnsanlara bireysel seçim hakkı ve bu seçimleri doğru yöne yönlendirmek için kurallar geliştirme gücü verirsek, yaptığımız işten zarardan çok fayda elde etmeyi başarabiliriz.”

Vanuatu Telekomünikasyon ve Radyokomünikasyon Düzenleyicisi Dalsie Baniala , “Dijital hayatları (zengin ve fakir) bölecek. Zengin insanlar sadece zengin insanlarla etkileşime girecek. Bazı insanlar için dijital yaşam da yapay yaşam ve mutluluk yaratacaktır. Dijital yaşam artık insandan insana değil, insandan makineye etkileşime neden olacak. Dijital yaşam artık insan duyuları yaratmıyor.”

Bir bilgi teknolojisi ve politika danışmanlık firması olan Stapleton-Gray and Associates’in müdürü Ross Stapleton-Gray şu yorumu yaptı: “İnternetin, bazı açılardan daha opak, daha çok ‘gibi’ hale gelmesi yoluyla daha fazla sağlamlık ve güvenilirliğe doğru evrileceğini düşünüyorum. sistemi (sistemler sistemi)’ mevcut ‘sistemler sistemi’nden daha fazla ve kısmen kimlik doğrulama için (bu altyapının bazıları için) artan talep yoluyla. “İnternet” veya “siber uzay” veya “çevrimiçi olmak”tan sadece “bağlı”ya genelleştiğini görsem şaşırmam; aktif olarak “seçimle bağlantısız” olmaya çalışmadığınız sürece, her zaman bağlı olmak/bağlanmak. Elektronların oraya nasıl ulaştığını pek umursamadan herhangi bir elektrik prizine bir şeyler taktığımız gibi, bağlantı olduğunu varsayacağız. bazılarını yazdımİnsanların Nesnelerin İnterneti ile nasıl bir ilişkisi olabileceği ve arabalar, binalar veya başka herhangi bir nesne gibi insanların diğer tüm şeylerle sorunsuz bir şekilde etkileşime gireceği vizyonu muhtemel görünüyor.

İtalya Politecnico di Milano’da yapay zeka ve yumuşak bilgi işlem profesörü olan Andrea Bonarini, “İnsanlar daha az özgür olacak ve bugünlerde zaten deneyimlediğimiz gibi düşünme ve tasarlama yeteneklerini kaybedecekler” dedi .

Yeni Zelanda, Dunedin, Otago Üniversitesi’nde bilişsel bilim ve yapay zeka konusunda uzmanlaşmış doçent Alistair Knott şöyle yazdı: “İnsan dilini anlayan yapay zeka sistemlerinin toplum üzerinde hem iyi hem de kötü etkileri olma potansiyeli vardır. Teknolojilerin büyük ulusötesi şirketler tarafından karlarını maksimize etmek amacıyla geliştirilmesi ve kullanılması muhtemeldir. Bunun muhtemel etkisi, insanların giderek artan bir şekilde, siyasi duyarsızlığı teşvik eden ve bireyciliği caydıran eğlence benzeri uygulamaların ‘tüketicileri’ rolüne düşecek olmalarıdır.”

Teknolojinin bireylerin refahı üzerindeki etkileri konusunda fahri bir profesör, şöyle yazdı: “Ne yazık ki, zamanımızın neredeyse tamamını internet tabanlı faaliyetlere dalmış olarak geçireceğimizi düşünüyorum. Halihazırda akıllı telefonlarımızı kullanarak günde ortalama beş saatten fazla zaman harcıyoruz ve 50 yıl içinde akıllı telefonların yerini akıllı cihazlar, implantlar vb. alacak. Özgürlük duygularımız gibi ilişkiler de zarar görecek. Önümüzde duran dünyanın aksine, 7/24/365 yanımızda taşıdığımız küçük kutunun içindekilere karşı artan bir saplantının başladığını şimdiden görüyorum. Sherry Turkle’ın SL (çevrimiçi yaşam veya ‘ikinci yaşam’) ile RL (gerçek yaşam) arasındaki ikiliğidir . SL şimdiden kazanıyor gibi görünüyor ve 50 yıl sonra ne olacağından bahsediyoruz. Şimdi oluyor.”

ABD Midwest merkezli bir devlet üniversitesinde dijital okuryazarlık ve teknik iletişim araştırmacısı ve öğretmeni şu yanıtı verdi: “Gelecekte insanlar üzerinde gömülü veya deri altı ağ etkileşimlerine sahip olmayı umuyorum. Şahsen değil, ağ bağlantılı ortamlarda yapılan daha fazla etkileşimimiz olacak. Bir kişiyle birkaç gün konuşmamız bile gerekmeyebilir.”

Avustralya, New South Wales Üniversitesi’nde yapay zeka profesörü ve AI Access Foundation’ın başkanı Toby Walsh, “2069’da gerçek ve sanal dünya bulanıklaşarak tek bir dünya olacak Onları birbirinden ayırmak imkansız olacak. Birçoğu zamanının çoğunu bu dijital dünyada geçirecek olsa da, kopuk ve modası geçmiş bir varoluşu kutlayan analog bir karşı kültür olacak.”

Bir dijital erişilebilirlik danışmanı“Artırılmış gerçeklik muhtemelen günlük deneyimin bir parçası olacak. Giysilerdeki ve hatta derinin altındaki alıcı-vericiler, insanlara kendilerini buldukları her yerde ve her zaman, her gün, tüm gün internete doğrudan erişim sağlayacaktır. Böylece bilgi her an ulaşılabilir olacak ve insanlar sinyal göndererek çevrelerini kontrol edebileceklerdir. Bunun bir süreliğine yalnızca düşünce yoluyla yapılması olası değildir, ancak bu muhtemelen gelecekte bir aşamada gerçekleşecektir. Bu muhtemelen insanlar arasında daha az etkileşime ve kesinlikle daha az cana yakın etkileşimlere yol açacaktır çünkü insanlar muhtemelen birbirlerinden ziyade internetteki bilgilerle etkileşime girecektir. Fakat,

İsimsiz bir katılımcı , “İnsanlar arasındaki bağlantılar değişecek. İnsanların 3D olarak sunulan sanal toplantılar yaparak daha çok evden çalışacaklarını düşünüyorum. Bence bu, başkalarıyla bağlantısı olmayan insanlar arasında genel bir depresyon yaratacak. Genel olarak, insanlar gelişir; alışveriş yapmak, işe gidip gelmek ve basit işler yapmak için zaman harcamak zorunda kalmayacaklar. Ama birbirimizle olan bağlantımızı kaybedeceğimizi düşünüyorum.”

Anonim bir katılımcı , “İnternet günlük hayatımıza giderek daha fazla entegre olacak. Ancak, gelişen bir sorun görüyorum. Dünyanın her yerinden insanlarla bağlantı kurabilme yeteneği aslında bizi birleştirmiyor, daha küçük gruplara ayırıyor.”

Sürekli veri izleme ve gözetim, hiper bağlantının bir koşulu

Ankete katılanların çoğu, insanların zaten kolaylık ve algılanan güvenlik için mahremiyet ticareti yaptıklarına dikkat çekti ve bu eğilimin artmasını beklediklerini söyledi.

Cornell Üniversitesi’nde bilgisayar bilimi bölümünde profesör olan Ken Birman, “Önümüzdeki 50 yılda kesinlikle olgunlaşacağız ve bu bağlantılı dünyayı daha güvenli bir dünya haline getirmek için gereken teknolojiye yatırım yapacağız Ancak bugün, bu eksiklik göze çarpıyor ve tarihçiler bizi bu tek yönle ilgili olarak yargıladıklarında sert olacaklar. Baskıcı izleme ve gözetlemenin tüm kültürlere verebileceği zarar korkutucu ve geleceğin tarihçileri bu zararı belgeleyecek bir konumda olacaklar – insanların bugün her türlü nedenden dolayı aktif olarak verdikleri zarar. Ancak uzun vadede iyiliğin bu zarardan daha ağır basacağını düşünüyorum.”

Kültürel coğrafya, Amerikan çalışmaları ve toplumsal cinsiyet ve cinsellik alanlarında uzman bir profesör , “Yakında veri toplama, mahremiyet ve kullanımın yanı sıra algoritmalara yüklenmiş politika ve uygulamaları (ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi, transfobi, yabancı düşmanlığı vb.)…. Korkarım, sonunda nüfusun çoğunu kontrol eden çok küçük bir seçkinler grubuyla karşılaşabiliriz.”

Büyük bir ABD üniversitesinde bir sosyoloji profesörü şu yanıtı verdi: “Görünüşe göre 50 yıl içinde, şirketlerin veya devletin sponsorluğu/gözetimi olmadan vatandaşların birbiriyle ilişki kurabileceği çok az boş alan kalacak. Bunun içerik üzerinde etkileri olacak ve sanırım, bireylerin kurumsal reklamcılıktan ve devlet destekli mesajlaşmadan kaçınmasını çok zorlaştıracak.”

Craig Burdett, tanımlayıcı hiçbir ayrıntı sağlamayan bir katılımcı, “Toplumun karşı karşıya olduğu en büyük zorluk, kolaylık ve özellikler karşılığında ne kadar mahremiyet ve özerklikten vazgeçmeye istekli olduğumuzu belirlemektir. Kişisel hayatımızın ne kadarını paylaşmaya hazırız? 2018’de bile internet, birinci dünya ülkelerinde neredeyse her yerde bulunuyor. Kullanıcılar, ihtiyaç duyduklarında yakınlarda bir araba olması karşılığında Uber’in onları 7/24 takip etmesine mutlu bir şekilde izin verdi. Ve Uber’in erdemli olmaktan uzak olduğunu öğrendik. New York’un LinkNYC kioskları, reklam gösterimi karşılığında Wi-Fi’yi ücretsiz olarak sunar. Ve New Yorklular, belirli üçüncü şahısların kendileriyle ‘açık … rıza ile’ iletişime geçmesine izin verilmesini içeren şartları memnuniyetle kabul ederler. CityBridge, bu onayı almak için hangi özelliği sunacak? 2069’a gelindiğinde, internetin bir türü modern yaşamın hemen hemen her alanında yer alacak. Elon Musk, arabalarımızın nasıl her zaman bağlı olacağını ve haber verilmeksizin güncellenebileceğini (veya devre dışı bırakılabileceğini) bize şimdiden gösteriyor. Ve Tesla sahipleri, arabaları karşılığında bu izinsiz girişe memnuniyetle izin veriyor. Bu konsepti, kapı kilitlerimizden buzdolaplarımıza kadar dokunduğumuz her cihaza ve cihaza genişletin ve biraz daha fazla rahatlık veya verimlilik için hangi mahremiyetten vazgeçmeye ikna olabileceğimizi hayal edin. Buzdolabınız, çevrimiçi hesabınızı kullanarak doğrudan tedarikçiyle iletişim kurarak ürünleri tükenmeden önce değerlendirip ön sipariş verebilseydi ne olurdu? Ve ön kapınız, buzdolabının (veya çamaşır makinesinin) sipariş ettiği ürünlere göre hangi teslimat görevlisinin (veya robotun) içeri girmesine izin vereceğini otomatik olarak bilecektir. Asla tuvalet kağıdınızın bitmediğini veya sabah 7’de yumurta almak için markete koşturmadığınızı hayal edin. Bu bilgiyi paylaşmak için yeterli teşvik var mı? Tablet gibi cihazların öncelikle bağımsız cihazlar olmaktan çıkacağını hayal ediyorum. İşlevsellikleri evlere ve ofislere yerleştirilecek. Giriş yolunuzun duvarında, evi kişisel tercihlerinize uyacak şekilde otomatik olarak ayarlayan bir tablet olacaktır: yatak odanızın sıcaklığını ayarlamaktan, geldiğinizde çaydanlığı açmaya kadar. Ve elektrik şirketiniz, bu bilgilere dayanarak yalnızca ne zaman değil, özellikle kimin evde olduğunu bilecektir. Bu olanakların her biri, alışkanlıklarınız hakkında bilgi cihaz üreticilerinin kullanımına sunarak kullanılabilir. İnternet kendi içinde iyi huyludur – bir tabanca gibi. Ancak hizmetlerin arkasındaki şirketler ve bireyler en büyük tehdit.” Giriş yolunuzun duvarında, evi kişisel tercihlerinize uyacak şekilde otomatik olarak ayarlayan bir tablet olacaktır: yatak odanızın sıcaklığını ayarlamaktan, geldiğinizde çaydanlığı açmaya kadar. Ve elektrik şirketiniz, bu bilgilere dayanarak yalnızca ne zaman değil, özellikle kimin evde olduğunu bilecektir. Bu olanakların her biri, alışkanlıklarınız hakkında bilgi cihaz üreticilerinin kullanımına sunarak kullanılabilir. İnternet kendi içinde iyi huyludur – bir tabanca gibi. Ancak hizmetlerin arkasındaki şirketler ve bireyler en büyük tehdit.” Giriş yolunuzun duvarında, evi kişisel tercihlerinize uyacak şekilde otomatik olarak ayarlayan bir tablet olacaktır: yatak odanızın sıcaklığını ayarlamaktan, geldiğinizde çaydanlığı açmaya kadar. Ve elektrik şirketiniz, bu bilgilere dayanarak yalnızca ne zaman değil, özellikle kimin evde olduğunu bilecektir. Bu olanakların her biri, alışkanlıklarınız hakkında bilgi cihaz üreticilerinin kullanımına sunarak kullanılabilir. İnternet kendi içinde iyi huyludur – bir tabanca gibi. Ancak hizmetlerin arkasındaki şirketler ve bireyler en büyük tehdit.” Bu olanakların her biri, alışkanlıklarınız hakkında bilgi cihaz üreticilerinin kullanımına sunarak kullanılabilir. İnternet kendi içinde iyi huyludur – bir tabanca gibi. Ancak hizmetlerin arkasındaki şirketler ve bireyler en büyük tehdit.” Bu olanakların her biri, alışkanlıklarınız hakkında bilgi cihaz üreticilerinin kullanımına sunarak kullanılabilir. İnternet kendi içinde iyi huyludur – bir tabanca gibi. Ancak hizmetlerin arkasındaki şirketler ve bireyler en büyük tehdit.”

RTI International’da kıdemli kurumsal strateji analisti Angelique Hedberg , “Dijital ayak izlerimiz – kasıtlı, kasıtsız ve simüle edilmiş – davranışlarımızı modellemek ve tahmin etmek için kullanılacak veri hazineleri yaratacak ve bu nedenle ürün ve kontrolü en üst düzeye çıkarmak için kullanılacaktır. bir veya daha fazla varlık tarafından. Bireysel düzeyde bu, bir kontrol kaybı gibi hissedilebilir. Toplulukta ve ilgili ulusötesi düzeylerde aydınlanmaya yer açacaktır. Nasıl ki hiç var olmamış kişiler yüzünden kendi potansiyelimiz sorgulanacaksa, hiç tanışmadığımız kişilerin verilerinden de yararlanacağız. Kişisel mahremiyeti insan iyiliğiyle dengelerken, daha büyük iyilik terimi yeni bir anlam kazanacak.”

David FrenBirleşik Krallık’taki Bedfordshire Üniversitesi’nde iletişim alanında kıdemli öğretim görevlisi, “İnternetin ilk günlerinde dünyanın büyük bir bölümünde gelişen (nispeten) ücretsiz ve açık internetin tehdit altında olmaya devam etmesi çok muhtemeldir ve korkarım ki , çoğu zaman çoğu internet kullanıcısının zamanını ve dikkatini ‘yakalamış’ olacak güçlü platformlardan oluşan bir oligopol tarafından neredeyse tamamen boğulmuş durumda. Farkında olsun ya da olmasın, neredeyse herkes hayatlarını davranışlarına göre sürekli olarak farklı kategorilere ayrılarak yaşayacak ve bunların çoğu bir şekilde dijital olarak kaydedilecek, işlenecek ve paylaşılacaktır. Bazıları, sürekli olarak ‘dijital olarak tetikte’ kalmaya çalışarak tepki verecektir, ancak bu, özellikle başkalarıyla etkileşimleriniz aracılığıyla izlenebilir olmaya devam edeceğiniz için, uzun vadede başarılamaz.

Arizona Üniversitesi Dijital Toplum ve Veri Çalışmaları Merkezi’nde araştırmacı olan Betsy Williams şöyle yazdı: “Gizlilik, internet servis sağlayıcıları, hizmetler ve belki de gizliliği koruyan ayrı ağlar için fazladan ödeme yapacak olan zenginlerin lüksü olacak . ve güvenlik.”

“Missed Information: Better Information for Building a Wealthier, More Sustainable Future” kitabının yazarı David Sarokin, “2069’un dünyası evlerimizde, iş yerlerimizde ve ortak kullanım alanlarımızda ‘özel alanlarla’ dolu olacak Bunlar, insanların sözlerinin ve faaliyetlerinin hiçbir şekilde takip edilmediğinden emin olunabileceği odalar olacaktır. Bu tür alanların dışında, mevcut ‘mahremiyet’ kavramımız esasen ortadan kalkmış olacak.”

Thad SalonuAraştırma bilimcisi ve “Politics for a Connected American Public” kitabının ortak yazarı, şöyle yazdı: “Yüz tanıma daha yaygın hale geldikçe ve insanlar alışveriş alanları ve diğer halka açık yerlerde izlenebildikçe ve aramalardan elde edilen kişisel verileri kullanılabildikçe gizlilik giderek daha da azalacak. yüz kişilikleriyle bağlantılı. Caddede yürüyorsunuz ve mağazalardaki küçük bir ekranda bir giysi rafına bakarken size özel reklamlar sunuluyor. Veriler, zengin ve fakir, beyazlar ve beyaz olmayanlar arasında ayrım yapmak için kullanılır ve her müşteri deneyimine önyargılar yerleştirilmiştir. Bir kişinin anonim olma yeteneği sona erecek ve reklam izinsiz girişleri çok yaygın hale gelecektir. Bu eğilimlerin siyasi sonuçları olması muhtemeldir. işverenler,

Fütürist Amali De Silva-Mitchell, “Çeşitli kullanımlar altında veri toplamanın, profil oluşturmanın ve izlemenin sonuçlarını fark ettiklerinde, insanlar bu bağlamda kendi değerlerine ve rahatlık seviyelerine uyum sağlamak için bir araya gelecekler Bu kümeleme, verilerin kalitesini ve algoritmaları kullanan sonuçların kalitesini etkileyecektir. Algoritmaların ve verilerin ince ayarını her zaman göreceğiz, ancak zayıf etik veya düşük kaliteli güncellemeler gerçek bir sorundur. Herkesin avucunun içinde olan mobil teknoloji, çok fazla mahremiyete sahip olsalar da, küçük bir azınlığın dezavantajlı bir şekilde yaşamasına yol açacaktır.”

Clemson Üniversitesi İnsan Faktörleri Enstitüsünde faal olan bilgisayar bilimi profesörü Bart Knijnenburg , “Modern bir akıllı telefonun hesaplama gücünü, sensörlerini ve bağlanabilirliğini hayatınızdaki her bir nesneye ekleyin. Nesnelerin İnterneti’nin gideceği yer burasıdır: Konumunu (termosum nerede?), durumunu (dolu mu boş mu?), geçmiş etkileşimlerini (en son ne zaman kullandım) öğrenmek için herhangi bir nesneye “ping” atabilirsiniz. o?) ve diğer cihazlarla bağlantılar (hangi marka kahveyi doldurdum ve o kahveyi hangi cihaz demledi?). Çok güçlü uygulamaları var ama aynı zamanda mahremiyetimiz için ciddi etkileri var. Bununla birlikte, gizlilik endişelerinin bu geleceğin gerçekleşmesini engellemeyeceğini unutmayın. Gizlilik endişeleri hiçbir şeyin olmasını engellemedi.”

Hindistan, Yeni Delhi’de yaşayan bir avukat ve veri gizliliği danışmanı olan Anirban Sen, “Önümüzdeki 50 yıl hem büyük veri ve mahremiyet hem de yeni uygulamaları kullanmak isteyenler için mücadeleler olacak Farklı yetki alanlarındaki verilerin nasıl kullanılabileceği/güvenilebileceği bir sorun olacak ve teknoloji, teknolojiyle savaşmak için de kullanılacaktır. Entegrasyon bütüncül olurdu, ancak ağsız yaşamak zor olurdu.”

Bir bilgi teknolojisi sivil haklar programının kurucu ortağı şöyle yazdı : “İnternet, elektrik kadar yaygın hale gelecek. Bu, sensörlerin her yerde olacağı anlamına gelir. Hükümetler gözetleme yapacak. Ancak aynı gözetleme özellikleri, örneğin aramanın içeriğini ve devam eden durumu tam olarak bilen operatörlerle 911’den anında yardım almanıza olanak tanır. Ayrıca, şu anda 911 aramalarının %80’i şaka aramalarıdır. Bu sayı sıfıra inecek. Başka örnekler de var: Arabanız yoldan çıkıp bir uçuruma düşerse ve siz baygınsanız, araba muhtemelen acil durum müdahale ekiplerine otomatik olarak haber verecektir.”

Anonim bir katılımcı , “Teknoloji ve teknolojinin evrimi, uzun süredir devam eden insan hegemonyalarına, önceliklerine ve kimliklerine yakından bağlı. Muhtemelen ağa bağlı teknolojilere (otonom arabalar ve haritalama gibi) her zamankinden daha fazla bağımlı olacağız, ancak aynı zamanda mahremiyet ihlallerine ve büyük teknoloji firmalarına bağışladığımız verilerin hizmette kullanılma biçimine karşı giderek daha dikkatli olabiliriz. Bahsi geçen hegemonyalardan. Anında daha da bağlı olacağız ve makineler bizim rahatımız için bizim yerimize daha fazla karar verecek, ancak dijital ayak izimizin Sağlık kadar önemli ve korunabilir olduğuna karar verdiğimiz bir ‘hesaplaşma anı’ yaşayacağımızı umuyorum. Örneğin, Sigorta Taşınabilirliği ve Sorumluluk Yasası.

Dünyanın en büyük beş teknoloji şirketinden birinin baş araştırmacısı şu yorumu yaptı: “Geleceğin şekli, dünyanın Çin ve Rusya’da olduğu gibi otokratik bir yönetime doğru ilerleyip ilerlemeyeceğine ve şimdi ABD ve diğer hükümetlerin bu yönü dikkate alıp almadığına bağlı olabilir. halkın pek çok sorunla anlamlı bir şekilde ilgilenemeyeceği kadar karmaşık bir dünyadaki zorlukların üstesinden gelmek için demokratik kurumları genişletip genişletmediği. Her iki durumda da, – GDPR gibi geri itme karşısında – tam erişim için bize ödedikleri tutarı artıracak olan hükümetler veya şirketler hayatlarımızı görebilirken mahremiyet ortadan kalkacak. Sadece kötü oyuncular yaptıkları teklifleri reddeder; Kötü aktörlerin mevcut gizleme derecesiyle faaliyet göstermesine izin verecek sistemler kurup kurmayacağımız açık bir soru.”

Bir bilgi bilimi profesörü , “Kendimi distopik hissettiğimde, biraz fazla ‘Mr. Devlet veya özel kuruluşların bizim hakkımızda çok fazla şey bildiği ve üzerimizde çok fazla kontrole sahip olduğu robot veya İlgilenilen Kişi. Bunun yerine, karşılıklı bağlantının bize bilgiye daha her yerden erişim ve bağlantı kurma ve uzay ve zaman boyunca hizmet sunma yeteneği sağlayabileceğine inanmak isterim. Bilgi ve hizmetlere erişimdeki artışın, malların daha adil bir şekilde dağıtılmasını ve daha az kaynağa sahip olanların çabalarında başarıya ulaşmasını sağlayacağını umuyorum.”

İsmi açıklanmayan bir katılımcı , “Gerçek zamanlı gözetim her yerde hazır ve nazır hale geldikçe, gelecekte kişisel özgürlüğümüzden fedakarlık ettiğimizi görecek” dedi.

Gelişmekte olan bir ülkeden bir yapay zeka ve bilişsel mühendislik profesörü , “Özgürlük kaybı olacak ve sizin veya akrabalarınızın yaptığı veya söylediği her şey size karşı kullanılabilir. Sözde ‘gezegeni kurtarmak’ için hangi kritere göre işten çıkarılacağınız tahmin edilemez.”

İspanya Granada Üniversitesi’nde etik, epistemoloji ve teknoloji alanlarında uzmanlaşmış bir felsefe profesörü olan Miguel Moreno-Muñoz , “Belki daha sofistike bir mahremiyet kültürü ortaya çıkacaktır” yazarak umudunu dile getirdi.

Pozitif internet büyümesi için yanlış bilgilendirme ve güvensizlik ele alınmalıdır

Yanıt verenlerin bir kısmı yanlış bilgilendirme, güvenlik ve diğer endişelerden endişe duyuyor. İnternet evrimindeki mevcut sorunların ve oldukça belirsiz görünen bir geleceğin, güven ve güvenlik oluşturmak için yeni yöntemler gerektireceğini söylediler.

Benjamin KuipersMichigan Üniversitesi’nde bir bilgisayar bilimi profesörü, şöyle yazdı: “Her birimiz hakkında çok şey bilen yapay zekaların olacağını doğal karşılayacağız ve etik kurallara uygun olarak bireysel çıkarlarımızı korumaları için onlara güveneceğiz. toplumun gereksinimleri. Olumlu ve olumsuz olası gelecekler arasındaki büyük zıtlıklardan biri, bu mevcut bilgiye ne ölçüde güvenebileceğimiz ve bu AI bilenlere ne ölçüde güvenebileceğimiz olacaktır. İdeal geleceğimde, önümüzdeki 50 yıl içinde bilgi altyapısında ve yapay zeka bilenlerde güvenilirliği sağlamanın yollarını bulmuş olacağız. Birey olarak her birimiz hakkındaki bilgilerin kullanımını yöneten etik ilkeler olduğunu ve insanlık için bir kaynak olan toplanmış genel bilgiye hepimizin saygı duyması gerektiğini anlayacağız. İnsanların, şirketlerin, robotların ve devletlerin büyük çoğunluğunun bu etik ilkelere uyacağına ve ihlalleri tespit edecek, bizi bunların etkilerinden koruyacak ve ihlal edenleri cezalandıracak mekanizmaların yürürlükte olduğuna güveneceğiz. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurucu Babaları, tüm zamanların en büyük sistem mühendisleri arasında yer aldılar; hükümetimizi ve toplumumuzu, gücü elinde tutan ve daha fazlasına aç olan fazlasıyla insan liderlerin başarısızlıklarından korumak için geri bildirim sistemleri, kontroller ve dengeler tasarladılar. . Yarattığımız son derece güçlü araçlara rağmen güvenilir bir toplum yaratmak ve sürdürmek için yeni geri bildirim sistemleri oluşturmak üzere yeni nesil harika sistem mühendislerine ihtiyacımız var.” ve ihlalleri tespit etmek, bizi bunların etkilerinden korumak ve ihlal edenleri cezalandırmak için yürürlükte olan mekanizmalar olduğunu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurucu Babaları, tüm zamanların en büyük sistem mühendisleri arasında yer aldılar; hükümetimizi ve toplumumuzu, gücü elinde tutan ve daha fazlasına aç olan fazlasıyla insan liderlerin başarısızlıklarından korumak için geri bildirim sistemleri, kontroller ve dengeler tasarladılar. . Yarattığımız son derece güçlü araçlara rağmen güvenilir bir toplum yaratmak ve sürdürmek için yeni geri bildirim sistemleri oluşturmak üzere yeni nesil harika sistem mühendislerine ihtiyacımız var.” ve ihlalleri tespit etmek, bizi bunların etkilerinden korumak ve ihlal edenleri cezalandırmak için yürürlükte olan mekanizmalar olduğunu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurucu Babaları, tüm zamanların en büyük sistem mühendisleri arasında yer aldılar; hükümetimizi ve toplumumuzu, gücü elinde tutan ve daha fazlasına aç olan fazlasıyla insan liderlerin başarısızlıklarından korumak için geri bildirim sistemleri, kontroller ve dengeler tasarladılar. . Yarattığımız son derece güçlü araçlara rağmen güvenilir bir toplum yaratmak ve sürdürmek için yeni geri bildirim sistemleri oluşturmak üzere yeni nesil harika sistem mühendislerine ihtiyacımız var.” hükümetimizi ve toplumumuzu gücü elinde tutan ve daha fazlasına aç olan fazlasıyla insan liderlerin başarısızlıklarından korumak için kontroller ve dengeler. Yarattığımız son derece güçlü araçlara rağmen güvenilir bir toplum yaratmak ve sürdürmek için yeni geri bildirim sistemleri oluşturmak üzere yeni nesil harika sistem mühendislerine ihtiyacımız var.” hükümetimizi ve toplumumuzu gücü elinde tutan ve daha fazlasına aç olan fazlasıyla insan liderlerin başarısızlıklarından korumak için kontroller ve dengeler. Yarattığımız son derece güçlü araçlara rağmen güvenilir bir toplum yaratmak ve sürdürmek için yeni geri bildirim sistemleri oluşturmak üzere yeni nesil harika sistem mühendislerine ihtiyacımız var.”

Fütürist, yönetim danışmanı ve Millennium Project’in kurucu ortağı Theodore Gordon şu yanıtı verdi: “Ceplerimizde veri ve analitik muhakeme için Watson benzeri yeteneklere sahip olacağız. Yanlış veya şüpheli haberler reddedilecek veya kurukafa ve kemiklerle işaretlenecektir. İnternet, birbiriyle iletişim kuran özel ağlara bölünecek gibi görünüyor. Sağlıkta ve fikirlerde salgınları belirlemede büyük veri verili ve önemli olacak.”

Carnegie Mellon Üniversitesi Yazılım Mühendisliği Enstitüsü CERT Bölümü baş bilimcisi Greg Shannon , “Güven kritik bir sosyal varlık olacak. Güvene değer veren ve teşvik eden topluluklar daha fazla yaşama, özgürlüğe ve mutluluğa sahip olacaktır. AI ve BT, toplulukların güven inşa etmede değişen derecelerde güvenlik, gizlilik, dayanıklılık ve hesap verebilirlik sağlamalarına olanak tanıyacak. Güvenin temelinde yeterlilik, güvenilirlik, dürüstlük, sadakat, sınırlar ve samimiyet olduğu için her zaman güvenilir olmak streslidir.”

Yanıt verenlerin bir kısmı, sürekli yanlış bilgi akışının ve verilerin büyük çapta kötüye kullanılma potansiyelinin sunduğu zorlukları tartıştı.

Thad SalonuBir araştırma bilimcisi ve “Bağlantılı Bir Amerikan Halkı İçin Politika” kitabının ortak yazarı, şöyle yazdı: “Haber medyasının gerçekleri bildirme yeteneği, tamamen aynı olayın farklı video ve seslerine sahip bir dizi alternatif haber tarafından engellenecektir. Anlık, gerçek zamanlı alternatif beslemeler farklı bir şey gösterdiğinden, farklı bir dünya görüşü sunduğundan, başkanın bir toplantıda söylediği kadar basit şeyler sürekli olarak tartışma konusu olacaktır. Nüfusun daha fazla parçalanması ve insanları ayıran bölünmeler olacak. Önümüzdeki 50 yıl içinde insanların daha fazla kutuplaşması ve kabileleşmesi muhtemel. İnsanlar, başkalarının kullandığı belirli ürünlerin farkında bile olmayacak şekilde bizi segmentlere ayıracak olan reklamcılar tarafından farklı yönlere itilecek (özellikle Amazon gibi çevrimiçi siteler büyük ölçüde büyümeye devam ederken). Farklı haberler alacağız,

alan mutterUzun süredir Silikon Vadisi CEO’su, kablolu TV yöneticisi ve şu anda Berkeley’deki California Üniversitesi’nde medya ekonomisi ve girişimcilik öğretmeni olan . ama platform şirketlerinin – Google, Facebook, Amazon, Baidu ve diğerleri – bizi ters yöne götürmesinden korkuyorum. Güvenli ve tatmin edici bir kullanıcı deneyimi, ortalama bir kullanıcının toplayabileceğinden çok daha fazla düşünme, çalışma ve zaman gerektirir. Bu nedenle, onları dizginlemeye çalışan herhangi bir devlet kurumunu alt etme ve alt etme konusunda asimetrik bir yeteneğe sahip olan platformların insafına kalacağız. İnternet, gelecekte hayatları hem daha iyi hem de daha kötü hale getirecek. Nasıl kullanılacağını iyi bilenler için bilgiye daha fazla erişim sağlayacaktır. Aynı zamanda,

USENIX Derneği’nin bir yayını olan “;login:” editörü Rik Farrow, “‘Sahte haber’ sorunu, haber sağlayıcıların fotoğraf, kayıt ve video gibi dijital olarak imzalanmış içerikler sağlamasıyla çözülecek, böylece haberler güvenilir.”

Bir insan-bilgisayar etkileşimi enstitüsünden bir psikoloji profesörü şu yorumu yaptı: “Bilgi kaynaklarının geçerliliğini belirlemek giderek daha zor olacak ve insanlar kendi başlarına karar vermek için daha zayıf araçlara sahip olacak. Belki son zamanlarda yaşanan siyasi olaylar cesaretimi kırıyor ama benim için bunlar daha fazlasının habercisi. Geçmişe bakabiliriz: Nasyonal Sosyalistler bilgiyi kontrol etme konusunda her şeyi biliyorlardı.”

Çevrimiçi topluluklar araştırmacısı , “Kötü niyetli aktörlerin kolayca başkaları gibi davrandığı ve insanların fikirlerini manipüle ettiği çevrimiçi topluluk ve kimlik sorunları yaşamaya devam edeceğiz” dedi.

Güvenlik sorunları devam eden bir engel olacak

Sürekli gelişen bir insan-teknolojik sistemde güvenliğin sağlanması, katılımcılar tarafından önümüzdeki yıllarda sabit olacak hareketli bir hedef zorluğu olarak belirtildi.

Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde bulunan bir medya hizmetleri şirketi olan TopEditor International’ın CEO’su Llewellyn Kriel , “Tüm güvencelere rağmen güvenlik , her türlü teknolojinin önündeki en büyük engel haline geldi. Bunu 10 yıl önce tahmin etmiştik ama işler sandığımızdan da beter hale geldi. Nesnelerin İnterneti bunu birçok kez ağırlaştıracak. AI şu ana kadar kişisel, kurumsal ve ulusal güvenlik konularını ele alabileceğine dair hiçbir işaret göstermedi. Suç kartelleri, uluslararası teröristler ve haydut hükümetler binlerce yasal boşluğu istismar ettikçe bu durumun daha da kötüye gittiğini görüyoruz.”

Yapay zeka ve sosyal bilgi işlem alanında uzman bir bilgi işlem ve dijital medya profesörü , “50 yıl içinde, tüm ülkeye karşı beş günden fazla süren en az bir büyük ölçekli internet destekli saldırı yaşayacağız: elektrik şebekeleri, bankacılık, ulaşım, kamu hizmetleri. İnsanlar ölecek. Bu (en sonunda) internet protokollerinin tamamen yeniden düşünülmesini tetikleyecek ve tasarım gereği güvenlikle yeniden tasarlanacaklar. Uygun olmayan cihazların kullanılması yasa dışı hale gelecektir.”

Purdue Üniversitesi’nde internet öncüsü ve bilgi işlem bilimleri profesörü, Bilgi Güvencesi ve Güvenliği Eğitim ve Araştırma Merkezi’nin kurucusu ve yönetici direktörü Eugene H. Spafford şu yorumu yaptı: “Suç ve propaganda daha da büyük sorunlar olacak, çünkü biz henüz dağıtılacak iyi, küresel çözümlere sahip değil. Gerçekler, birincil kaynaklar ve bilginin güvenilirliği gibi konularda bir tür fikir birliğine varmamız gerekiyor. Yazı işleri ve içerik kontrollerinin ve internetin sürekli Balkanlaştırılmasının daha olası olduğu bir gelecek görüyorum.”

Knoxville, Tennessee Üniversitesi’nde matematiksel ekoloji profesörü ve ızgara hesaplama, uzamsal optimizasyon ve ekolojik sistemlerin modellenmesinde uzman olan Lou Gross, “Hırsızlık için tamamen yeni seçenekler ve düzenli operasyonları sürdürmek için bağlantılı sistemler arasında devam eden bir savaş görüyorum Sistemlerin bağlantısı nedeniyle, bu ‘savaş’ son derece yıkıcı olma potansiyeline sahiptir ve sigorta şirketlerinin savaşa girmesi ve para ödemeye istekli olanlara, bir yandan arayüzlü bir yaşam tarzı sürdürmelerine izin vermek için hizmetler sağlaması için büyük fırsatlar görüyorum. güvenlik ölçüsü.”

Teknoloji tabanlı bir şirketin pazarlama müdürü , “Bireyler ve genel olarak toplumlar, faydaların bu özgürlüklere ciddi bir maliyet getirdiğini anladıkça, güvenlik ve mahremiyet çok önemli ve kritik bir tartışma konusu haline gelecek. AB, GDPR aracılığıyla bu teknolojilerden korunmaya yönelik son çabasıyla bu gündemi zorluyor ve şekillendiriyor. Tüm bunların nasıl sonuçlanacağını göreceğiz. Şu anda, kilit teknoloji platformları, gücün ve sorumluluğun farkında görünmüyor. Avrupa Birliği’nden Guy Verhofstadt ile ABD’den Zuckerberg arasındaki fikir alışverişi, son etkileşimlerinde tam olarak bu konuyu çiviledi. Ancak insanlık için en büyük sorun ve tehdit, tarihsel güvensizliğimizden ve iktidar hırsımızdan kaynaklanmaktadır. Altyapı yapay zekaya ve Nesnelerin İnternetine daha fazla bağımlı hale geldikçe, kitle imha silahları da onlara dijital silahlarla daha iyi nasıl saldırılacağına daha fazla odaklanacak.”

Tanıtıcı hiçbir ayrıntı vermeyen bir katılımcı olan Dan Geer , “Bu, bütünün parçaların toplamından farklı olmasıyla ilgili bir sorudur. Benim gibi, yalnızca Tanrı’nın mükemmel olduğundan eminseniz, o zaman her zamankinden daha fazla optimize edilen dijitalleştirilmiş bir dünya, neyin, kimin yararına, hangi mükemmellik kriterlerine göre optimize edildiği sorusunu akla getirir. Donald Knuth’un dediği gibi , ‘Erken optimizasyon tüm kötülüklerin anasıdır’ ve ulaşabileceğimiz veya yakında ulaşacağımız, ancak sonsuza kadar erken olacak optimizasyonlar var. Duyduğuna inanamıyorsan, gördüğüne inanamıyorsan, kokladığına, tattığına, dokunduğuna inanamıyorsan, sen nesin? Yakında dostum, yakında.”

İklim değişikliği, internet ve insan ırkının geleceği

Birkaç uzman, gezegen 2069’da yaşamı artık destekleyemeyecekse, geleceğin dijital dünyasının özelliklerini tahmin etme girişiminin boşuna olduğunu gözlemledi.

Judith Donat“The Social Machine, Designs for Living Online” kitabının yazarı ve Harvard Üniversitesi’nin Berkman-Klein İnternet ve Toplum Merkezi’nde öğretim üyesi olan Dr. doğal kaynaklar: Suyu kirlettik, toprağı asfaltladık, ormanları kestik, dağları mayınladık. İnsan kaynaklı kitlesel yok oluşların ve feci iklim değişikliğinin kıyamet hayaletiyle karşı karşıya kalan bizler, bir tür olarak hiçbir şey yapmamayı seçmiş görünüyoruz – bizi buraya getiren aynı yolda devam etmek, sanki yarın hiç gelmemiş gibi satın almak, yakmak ve doğurmak. var olmak. Biz ve bu gezegeni paylaştığımız sayısız diğer tür gelecek yüzyılda hayatta kalacaksak, biz milyarlarca insanın davranışlarımızı kökten değiştirmesi gerekecek. Daha az yememizi, daha az satın almamızı, daha az ürememizi sağlamak için önümüzdeki 50 yılda olağanüstü önlemler alacak. Kendi halimize bırakılmış ciddi bir şekilde bu yönde ilerlediğimize dair çok az işaret görüyorum. Ama şimdi, insanları ve doğal dünyayı olabildiğince acısız bir şekilde yeniden dengelemeye programlanmış, yapay zekaya sahip bir hükümet hayal edin. Makine hükümetinin aralıksız algılamasından mahremiyet olmayacak olsa da, hoş bir dünya olurdu. Görünen bir seçim zenginliğinin – özgürlük yanılsamasının – tadını çıkarırdık. Gerçekte, kişisel faillik oldukça asgari düzeyde olacak, arzularımız yeniden yönlendirilecek ve davranışlarımız ince, güçlü dürtmelerle şekillenecektir. Geriye kalan tek umudumuz bu olabilir.” Kendi halimize bırakılmış ciddi bir şekilde bu yönde ilerlediğimize dair çok az işaret görüyorum. Ama şimdi, insanları ve doğal dünyayı olabildiğince acısız bir şekilde yeniden dengelemeye programlanmış, yapay zekaya sahip bir hükümet hayal edin. Makine hükümetinin aralıksız algılamasından mahremiyet olmayacak olsa da, hoş bir dünya olurdu. Görünen bir seçim zenginliğinin – özgürlük yanılsamasının – tadını çıkarırdık. Gerçekte, kişisel faillik oldukça asgari düzeyde olacak, arzularımız yeniden yönlendirilecek ve davranışlarımız ince, güçlü dürtmelerle şekillenecektir. Geriye kalan tek umudumuz bu olabilir.” Kendi halimize bırakılmış ciddi bir şekilde bu yönde ilerlediğimize dair çok az işaret görüyorum. Ama şimdi, insanları ve doğal dünyayı olabildiğince acısız bir şekilde yeniden dengelemeye programlanmış, yapay zekaya sahip bir hükümet hayal edin. Makine hükümetinin aralıksız algılamasından mahremiyet olmayacak olsa da, hoş bir dünya olurdu. Görünen bir seçim zenginliğinin – özgürlük yanılsamasının – tadını çıkarırdık. Gerçekte, kişisel faillik oldukça asgari düzeyde olacak, arzularımız yeniden yönlendirilecek ve davranışlarımız ince, güçlü dürtmelerle şekillenecektir. Geriye kalan tek umudumuz bu olabilir.” Görünen bir seçim zenginliğinin – özgürlük yanılsamasının – tadını çıkarırdık. Gerçekte, kişisel faillik oldukça asgari düzeyde olacak, arzularımız yeniden yönlendirilecek ve davranışlarımız ince, güçlü dürtmelerle şekillenecektir. Geriye kalan tek umudumuz bu olabilir.” Görünen bir seçim zenginliğinin – özgürlük yanılsamasının – tadını çıkarırdık. Gerçekte, kişisel faillik oldukça asgari düzeyde olacak, arzularımız yeniden yönlendirilecek ve davranışlarımız ince, güçlü dürtmelerle şekillenecektir. Geriye kalan tek umudumuz bu olabilir.”

UNESCO sürdürülebilir dijital kalkınma başkanı Divina Frau-Meigs , “Çevre sorunları, önümüzdeki 50 yıl içinde herkesin çözmek isteyeceği birincil sorun olacak. B gezegeni yok.”

ForestPlanet Inc.’in yönetici direktörü Hank Dearden , “Umudum, evreni ne kadar çok keşfedersek, değerli ve kırılgan gezegenimizi o kadar çok takdir etmemiz ve bu nedenle, her türden ölçümü izlemek ve düzenlemek için Nesnelerin İnterneti’ni kullanmamızdır. : oksijen, karbondioksit, sıcaklık, biyokütle (ağaçlar), okyanuslardaki çöp seviyeleri, vb.”

SRI International’da 40 yıl gelecek araştırmacısı olarak çalışmış olan Business Futures Network’ün ortaklarından Brock Hinzmann , “Gezegendeki herkes için tek bir gelecek olmasını beklemememe rağmen, iyimser kalmayı seçiyorum ve özgürlüğü sınırlamak için teknolojinin çok fazla suistimal edilmesini bekliyoruz. Ayrıca, iklim değişikliği, küresel göç ve jeopolitik çatışmalardan kaynaklanan diğer birçok endişe, teknoloji ile ilgili konuların önüne geçebilir.”

Dijital stratejiler uzmanı Christine Boese , gelişmekte olan bulut teknolojilerinin gelecekteki gelişiminin elektrik şebekesine dayandığına dikkat çekerek şu yorumu yaptı: “Bu harika sistemin – internetin – dünya çapında bir sistem dışında, dünyanın yarattığı her şeyden daha sağlam ve kalıcı olduğuna inanıyorum. elektrik şebekesi altyapısının arızalanması (ki bu gerçek bir olasılıktır). ben dahainsanlığın hala mevcut, okuryazar haliyle, ona erişmek için ortalıkta olacağından şüpheleniyorum! Geleceğin ağ bağlantılı ve iletişim halindeki bilgisayarlarını tehlikeye atan karbon bazlı yaşam formlarıdır. Blockchain teknolojisinin kripto para biriminden çok daha fazlası için kullanılması konusunda büyük umutlarım var. Gelişen XML şemalarının anlamsal ayrıştırma ve anlamlandırma için meta verilerimize önemli mantık eklemeye devam edeceğine inanıyorum. Toplanan veriler umut vericidir, ancak sürekli taramayı, indekslemeyi ve işlemeyi desteklemek için gereken sunucu çiftlikleri, çok büyük elektrik şebekesi desteği gerektirecektir ve insan uygarlığının azalan okuryazarlığı, devam eden altyapı bakımı eksikliği ve sunucu çiftlikleri tarafından orantısız şebeke gücü çekişleri tüm sistemi tehlikeye atabilir. 50 yıl içinde. Mühendislik Morlock’larımız olmadan aptal, şiddetli Eloiler oluyoruz.”

Vermont Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Thomas Streeter , “Önümüzdeki 50 yıl, sınırlı küresel kaynaklar bağlamında insanın sosyal ve politik tercihleri ​​tarafından şekillendirilecek. 50 yıl sonra hayatın daha iyi mi daha kötü mü (ve kimin için) teknoloji tarafından belirlenmeyecek.”

Bir teknoloji araştırma firmasının kurucusu şöyle yazmıştı: “İnternetin nereye gidebileceğini anlamak için Marge Piercy’nin ‘He, She, It’ kitabını her zaman tavsiye ederim ve o bunu internet var olmadan önce yazdı. Bence arabalar aynı olmayacak ve 50 yıl sonra bireysel arabalara binmeyeceğimizi umuyorum. Hâlâ bir gezegen olarak işlev görüyorsak ve tüm bunların dramatik iklim değişikliği, nüfus artışı ve bunun sonucunda ortaya çıkan göç akışları ve beraberindeki siyasi aksamalar bağlamında ele alınması gerekiyor. Dijital yaşam, gençler tarafından gençler için yaratıldığı için daha fazla insanı geride bırakacak ve yaşlanan bir gezegende bu bize pek iyi gelmeyecek.”

İngiliz-Amerikalı bir bilgisayar bilimcisi şu yorumu yaptı: “Toplumun, artan eşitsizlik ve temel sistemlerin merkezileştirilmesinden 2069’a kadar iklim değişikliği, artan eşitsizlik ve merkezileşmeden sağ çıkacağını düşünmüyorum. Temel sistemlerin merkezileştirilmesinin artması, toplumun bu sorunlar karşısında direncini azaltacaktır. , toplumsal çöküşe yol açar.

Anonim bir yanıtlayıcışu yorumu yaptı: “Bu, dünyanın genel durumunun o zaman ne olacağına ve kişinin sürekli ilerleme mantrasına katılıp katılmadığına bağlıdır. İklim değişikliğini ciddiye alan ve onunla başa çıkmada devam eden başarısızlıkları gören bizler, nüfusların kitlesel hareketine ve kara kütleleri de dahil olmak üzere doğal kaynakların daralmasına kadar bazı çok kötü değişikliklerin olma olasılığını görmeliyiz. Geleceğin bu vizyonunda, sabit altyapı bir zayiat olabilir ve yerel elektrik üretimi hayatta kalmakla kalmamak arasındaki fark olabilir. Bu karamsarlığın yersiz çıkması umulsa da, aynı zamanda bu tür bir ekonomik gerileme hatta çöküş göz ardı edilemez ve bunun teknoloji üzerindeki etkisi derin olur. Ad hoc ağlar, örneğin şehirdeki ana oyun haline gelebilir.”

Anonim bir katılımcı , “Cehalet ve kapitalistlerin insanlığa karşı zafer kazanmasına izin verildiği sürece küresel iklim değişikliği hız kesmeden devam edecek” dedi.

Anonim bir katılımcı , “İklim değişikliğinin dünya çapında ekonomiler ve toplumlar üzerinde çok istikrarsızlaştırıcı bir etkisi olacak, bu nedenle hızlı teknolojik gelişmeleri destekleyecek altyapıya ne kadar süre sahip olacağımızı tahmin etmek zor” yorumunu yaptı.

Kaynak: https://www.pewresearch.org/internet/2019/10/28/5-leading-concerns-about-the-future-of-digital-life/

İşinizden zevk alıyor musunuz?

Bir ay ve bir yıl için nasıl bütçe yapılı? Örnekler içeren bir rehber!

Kaynak: https://lifehacker.ru/byudzhet-na-mesyac-i-god/

Bir finansal plan, en önemli anda parasız kalmamanıza yardımcı olacaktır.

Kişisel bir bütçe hazırlamaktaki asıl görev, sadece borcu krediye azaltmak değil, aynı zamanda maaştan önceki son haftada borç almak veya kıt kanaat yaşamak zorunda kalmamak için masrafları doğru bir şekilde dağıtmaktır.

Bir ay ve bir yıl için nasıl bütçe yapılır: örnekler içeren bir rehber

Bir finansal plan yapılmasın amacı : En önemli anda parasız kalmamanıza yardımcı olacaktır!

Bir bütçe hazırlamaktaki asıl görev, sadece borcu krediye azaltmak değil, aynı zamanda maaştan önceki son haftada borç almak veya kıt kanaat yaşamak zorunda kalmamak için masrafları doğru bir şekilde dağıtmaktır.

Bir aylık bütçe nasıl yapılır?

Kural olarak, maaşın ana kısmı ayın ilk gününde değil, 5’inde, 10’unda veya 15’inde verilir. Bu nedenle, bir takvim ayı için değil, maaş çekinden maaş çekine kadar olan bir süre için, örneğin 10 Mart’tan 9 Nisan’a kadar bir bütçe planlamak daha uygun olacaktır.

Gelir

Öncelikle, ne kadar paranız olduğunu anlamak için tüm finansal makbuzları kaydetmeniz gerekir. 

Tüm gelir kaynakları dikkate alınmalıdır: maaş, ikramiye, yarı zamanlı çalışma, daire kiralamaktan elde edilen para vb. İstikrarsız kazançlarda, örneğin kartta paranın alındığı gün tam olarak ne kadar paranız olduğunu bildiğiniz zaman bir bütçe oluşturmak mantıklıdır.

Masraflar

İlk girilecek olan, onsuz yapılması imkansız olan harcama kalemleridir. Bu liste şöyle bir şeye benzeyecek:

  1. Yiyecek (kafeteryada yemek yiyorsanız iş yerindeki öğle yemekleri dahil).
  2. Ortak ödemeler.
  3. Talimatlar.
  4. Mobil bağlantı.
  5. İnternet.
  6. Ev kimyasalları.

Doğal olarak, zorunlu ödemelerin listesi her kişi ve her aile için farklı olacaktır. Ücretler benzin maliyeti ile değiştirilebilir. Kronik hastalığı olanlar ilaç harcamalarını dikkate alacak. Aynı liste kredi ödemelerini, kreş ücretlerini vb. içerecektir. Aynı zamanda cumartesi günleri geleneksel olarak sinemaya gitmek ve benzeri harcama kalemleri zorunlu değildir.

Her ay bir “istikrar fonu”na para ayırmayı bir kural haline getirin. Sabit bir miktar veya gelir yüzdesi olabilir.

Zorunlu giderler düşüldükten sonra kalan tutar ile tutar iki şekilde yapılabilir:

  1. Eğlence, kıyafet ve çeşitli olanaklar için para ayırırsınız.
  2. Kalan miktarı aydaki gün sayısına bölersiniz.

İlk yöntemle her şey açık: Bir filme 3.000 ruble, aynı miktarda kıyafet vb. Harcayacağınızı belirliyorsunuz. İkinci yöntem daha ayrıntılı olarak ele alınmaya değer.

Diyelim ki 15.500 ruble kaldı ve ayda 31 gün var. Bu, günde 500 ruble harcayabileceğiniz anlamına gelir. Aynı zamanda zorunlu giderler zaten bütçede dikkate alınır, bu nedenle bu para yalnızca hoş giderler veya mücbir sebepler için hesaplanır. Buna göre günde bu miktardan fazla harcarsanız kırmızıya dönersiniz ve ay sonunda kemerinizi sıkmak zorunda kalırsınız. Hiçbir şey harcamazsanız, iki hafta içinde büyük bir şeye harcanabilecek 7.000 ruble tasarruf edeceksiniz.

Hesap dönemi sonunda kalan para harcanabilir veya bir kenara bırakılabilir. İlk yol hoş, ikincisi rasyonel.

Yıl bütçesi nasıl yapılır?

Yıllık mali plan hem giderler hem de gelir için düzenli ayarlamalar gerektirecektir, bu nedenle plandaki tüm sütunların iki kopya halinde oluşturulması gerekir: tahmin ve gerçek.

Gelir

Düzenli bir geliriniz varsa

Sabit miktarda kazançla, gelir bölümüne maaş ve diğer sabit gelirleri girmeniz yeterlidir. İşlerin olağan akışını bozacak tek şey tatil ücretidir. Genellikle tatilden önce dinleneceğiniz günler için para verirler ama o zaman maaşınızın bir kısmını kaçırırsınız. Ama genel olarak tahmin aşamasında özellikle ilk kez bütçe yapıyorsanız tüm aylar için sadece maaşı kullanmanız yeterli olacaktır.

İstikrarsız bir geliriniz varsa

Düzensiz gelir söz konusu olduğunda, geliri tahmin etmenin üç yolu vardır:

1. Kesin miktarını bilmeseniz de aylık olarak ömür boyu yetecek bir miktar alacağınızdan eminsiniz.

Ortalama gelirinizi hesaplayın ve hesaplamak için kullanın. Herhangi bir ayda öngörülen miktardan daha fazla kazanırsanız, fazlalığı kumbaraya aktarın. Ortalamadan daha az kazanırsanız içine gireceksiniz.

2. Sabit bir geliriniz yok ve neye sahip olacağınızdan emin değilsiniz.

Hesaplamalar için asgari geliri temel almak daha iyidir. Bu durumda, bütçe planlaması yıldız işaretli bir görev haline gelecek, ancak finansal sürprizler olmayacak.

3. Gelirinizin bir kısmı sabittir, ancak kesin kazanç miktarını tahmin etmek zordur.

Örneğin, sabit bir maaş alıyorsunuz ve bir ikramiyenin olup olmaması birçok faktöre bağlı. O zaman bütçeyi planlamaya değer, böylece istikrarlı bir gelir tüm birincil ihtiyaçları karşılar ve geri kalanı duruma göre harcarsınız.

Düzensiz olarak aldığınız geliri hesaba katmayı unutmayın: üç aylık ikramiye (üç ayda bir), vergi indiriminin iadesi (yılda bir kez) vb.

Örneğin, gelirin çoğunun istikrarlı olduğu bir durumu ele alalım – bu bir maaş. Minimum prim 3.000 ruble ve bu rakamı tahminde kullanacağız. Ayrıca Ağustos ayındaki yıldönümü için en az 20.000 ruble bağışlanması gerektiğini de not ediyoruz: ebeveynler 15.000 ruble sözü verdi, arkadaşlar muhtemelen en az 5.000 verecek.

Masraflar

Giderleri planlarken, aylık sütunlara zorunlu giderleri yazın: yiyecek, kamu hizmetleri, seyahat, mobil iletişim, ev kimyasalları vb. Kış aylarında ısınma nedeniyle elektrik faturalarının daha yüksek olduğunu ve örneğin Mayıs ayında tatile giderken mobil iletişime daha fazla harcama yapacağınızı unutmayın. Bu değişiklikler bütçeye dahil edilmelidir.

Bu nedenle, örnekte, ısıtma sezonunun Mart ayında sona erdiği görülebilir, bu nedenle konut ve toplumsal hizmetler için son artan ödemenin Nisan ayında yapılması planlanıyor. Mayıs ayındaki tatiller de yansıtılır. Bütçe yapıcı, üç haftalığına Büyükanneye gitmeyi planlıyor. Biletler çoktan alındı, bu yüzden bu israfı düşünmenin bir anlamı yok. Barınma ve toplumsal hizmetler standartlara göre değerlendirilir ve değişmez.

Aynı zamanda kahramanımız üç hafta boyunca seyahat için para harcamayacak. Ve yemek masraflarını yarı yarıya azalttı: Bir hafta boyunca evde yemek yiyecek ve ayrıca market masraflarının bir kısmını büyükannesinden alacak.

Bir sonraki adım, zorunlu ancak düzensiz harcamaları kaydetmektir. Diyelim diğer 6 ay için ücret artırılması gerekiyor. Daha sonra ainı yıl sonunda Kasım’da ikinci ücret enflasyon farkı artı – yaşam standartları gereyi yaşadığı daire ve araba için vergi ödenmesi gerekecek. İlave İzin konusunda ücret ve ya yıl ortasında tatiliniz var! İlave olarak Ağustos – bir yıldönümü dolayi ücret artışı! Tabi Aralık’ta spor salonu üyeliğiniz sona eriyor. Tatil için hediye alma ihtiyacını ayrı ayrı düşünün.

Büyük harcamalar iki şekilde planlanabilir:

  1. Aylık bütçeden tüm tutarı bulun.
  2. Birkaç aya bölün.

Örneğin kahramanı, ilk yöntemi yıldönümü için harcamaları planlamak için ve ikincisini OSAGO için kullandı.

Bütçedeki tasarrufları hesaba katmak ve dengeyi hesaplamak için kalır. Eğlence örneğinde, tahmine göre 8.020 ruble kaldı (günde 258,7 para birimi).

Bütçe Düzenlemesi

Her ay, tüm kaynaklardan gelir elde edildikten sonra, gerçekten eldeki miktarı belirlemek için bütçenin ayarlanması gerekecektir. Bilgi elde edildikçe, maliyetlerdeki değişiklikler de dikkate alınmalıdır.

Örnekteki kişi beklediğinden daha fazla ikramiye aldı.

Ayrıca yiyecek ve mobil iletişim için biraz daha az, barınma ve toplumsal hizmetler için biraz daha fazla harcadı. Sonuç olarak, tüm zorunlu kesintilerden sonra elinde 12.535 (günde 404,3 para nırımı) var, bu da önceki sonucun neredeyse iki katı.

Son derece disiplinli bir şekilde tüm detayları dikkate alınmış bir finansal plana bağlı kalsanız bile, koşulların bütçeyi ciddi şekilde etkileyebileceğini hatırlamakta fayda var. Bir işi kaybetmek, yeni personel işe alma! Daha sonrası çalışan bayan ğersonel bebek sahibi olması sonucu finansal stratejinizde büyük değişiklikler gerektirecektir. Ancak kötü bir bütçe bile hiç bütçe olmamasından iyidir.

Bir finansal plan, en önemli anda parasız kalmamanıza yardımcı olaması gereken Bütçe.

Kâr nereden geliyor? Kâr elde etmek için ne yapmanız gerekecek?

Kar alma Senaryolar

  1. Kâr nereden geliyor?

kaynak : https://www.isimiyonetebiliyorum.com/isinizi-buyutmek/basariyi-olcmek/kar-elde-etmek

Para kazanmak, bir işletmeye sahip olmanın önemli bir özelliğidir ancak bu bazen uzun sürebilir. İşletmenizin performansını doğru bir şekilde değerlendirmek için gelirinizi ve giderlerinizi etraflıca takip etmek önemlidir. Satışlarınızı değerlendirerek dağılımı daha kolay belirleyebilirsiniz, büyüme planlaması yapabilirsiniz ve gelecekteki kazançlarınızı öngörebilirsiniz.

Kârlılık nedir?

Kâr, maliyetleri satışlardan çıkararak ve kâr marjını belirleyerek belirli bir üründen veya hizmetten kazandığınız para tutarını ifade eder.

Ürün ve hizmetlerinizin ne kadar kârlı olduğunu analiz etmek, satış stratejileri geliştirmek ve müşterilerinizin ilgisini çekmek için önemli bir adımdır. Kâr marjı düşük olan ve çok satmayan ürünlerin olduğunu unutmayın. Bunları satıp satmama kararını almak için bir kayıt tutmalısınız.Kârlılığı düşük olan başka ürünler vardır fakat bunlar işletmenize birçok müşteri getirir.

Tüm işletme harcamalarınız (para, zaman, itibar, kaynaklar) yatırımınızın birer parçasıdır. Bunun karşılığında ise yatırım getirisi (ROI) alırsınız. Temel ROI formülü basittir. İlk yatırımınızın yüzdesi olarak aldığınız ilave parayı veya değeri (kazandığınız getiriyi) ölçün.

Kârlılık nasıl hesaplanır?

Satış Fiyatı – Üretim Maliyeti = Kâr
Daha sonra kârı, ürünün fiyatına bölün ve 100 ile çarpın. Böylece kâr yüzdesini elde etmiş olursunuz.

Örnek
190 lira – 120 lira = 70 lira kâr
70 lira/190 lira = 3.68
3.68 X 100 = %36,8 ürününüzün kâr yüzdesidir.

İş planınızla ve genel finansal hedeflerinizle ilgili olduğu için kârlılığınızı düzenli olarak yeniden değerlendirmelisiniz. Yeni bir ürün veya hizmeti hayata geçirdiğinizde bu önemli anlarda kârlılığınızı takip etmelisiniz.

Bölüm 2 https://www.kobivadisi.com/yeni-isletmelerin-kar-elde-etme-sureci/

Yeni İşletmelerin Kâr Elde Etme Süreci

Yeni İşletmelerin Kâr Elde Etme Süreci

İşyerinin Kârlılık Süreci

Yeni işletmelerin kâr elde etmesi ve anında para çekme makinesi olması mümkün olsa da, şirketinizi ve kendinizi 6 ay boyunca desteklemek için, işletmenizde yeterli sermayeniz olması gerekir. İşyeri kurmak için açılış için yapılacak oda kayıtları, ruhsatnameler, ekipman alımı, personel maaşlarının ödenmesi için, en az 6 ay sizi ve işletmenizi idare edecek sermaye şarttır.

Dikkatli bir finansal analiz yaptığınız takdirde bu konuda daha iyi bir fikre sahip olabilirsiniz.

Yeni İşletmelerin Kâr Elde Etme Sürecinde Yapılacaklar

Yeni kurulan işletmeler, işin niteliğine göre ilk zamanlarda kâr da getirebilir, hiçbir getirisi olmayabilir de. Bu yüzden kâr elde etme sürecini hızlandırmak için tüm analizleri dikkatli yapmanız önemlidir.

Kesinti Analizi

Analiz yapmak, önerilen işinizin kârlılığını belirlemek için iyi bir yöntemdir. Ofis alanı giderleri, kamu hizmetleri, oda kayıtları, sigorta ödemeleri gibi sabit giderlerinizin tahminlerini yapın. Mal veya hizmet satışından elde edilen gelir ve satış maliyetlerinin düşülmesinden sonra her satış için brüt kârı hesaplayın. Brüt kârı, toplam satış fiyatına bölün ve brüt kâr yüzdesini elde edin. Ardından brüt kâr yüzdesini sabit maliyetlere bölerek kesinti analizini yapın.

Zaman Çizelgesi

Sabit maliyetleriniz ayda 5.000 TL ise ve kâr yüzdeniz %25 ise, örneğin 25’i 5.000 liraya bölerseniz, 20.000 liralık kazanç elde edersiniz. Bu, satış geliri için ayda 20.000 lira elde ettiğinizde, işletmenizin maliyetlerinizi karşıladığı anlamına gelir. Bundan daha fazla satış elde ettiğinizde, daha kârlı bir iş yapmış olacaksınız. İş planınız, işletmeniz açıldıktan 5 ay sonra size 20.000 lira aştığınızı gösteriyorsa, o zaman kâr etmeye başlayacaksınız.

Düzeltmeler

Zaman çizelgeniz, tasarrufunuz tükenmeden kârlılığa ulaşamayacağınızı gösteriyor ise, iş planınızı ayarlayın. Satış fiyatınızı artırabilir, sabit maliyetlerinizi düşürebilirsiniz. Örneğin daha az çalışan ve daha ucuz malzeme satın alma gibi, mal veya hizmet maliyetlerini düşürmenin bir yolunu bulabilirsiniz.

Bu seçeneklerin her biri, işinize hem zarar vermesine hem de yardım etmesine neden olabilir. Bu nedenle, hangi seçeneğin sizin için en iyi olacağı konusunda dikkatli düşünün.

Finansman

İşletmenizin çığır açan noktaya ulaşana kadar hayatta kalacağını düşünmüyorsanız, muhasebeciniz ya da finans uzmanınız ile görüşün. Kendi şahsi paranızı hatta almak, şirketin en iyi kontrolünü elinizde bulundurmanıza yardımcı olacaktır. Finans bulmak için, aile ve arkadaşlar da iyi bir seçenek olabilir, ancak bunu kişisel bir borç olarak değil, bir iş anlaşması olarak düşünmelisiniz.

Sözleşme hazırlayın, gerekli belgeleri imzalayın, şartları değerlendirin ve geri ödeme süresi hakkında bilgi sahibi olduklarından emin olun.

Yeni İşletmeleri Daha Kârlı Halı Getirme

Kâr, tüm giderlerinizi çıkardıktan sonra, işletmenizin sağladığı olumlu finansal kazançtır. Kâr elde etme yeteneği, işinizin hayatta kalması için önemlidir. Bu sadece, para kazanmaktan daha fazlasıdır. Aynı zamanda gelecekte yatırım yapmak ve işinizi büyütmek için fazladan fon kullanma yeteneği ile ilgilidir.

Kâr, nakit veya satışla aynı değildir ve bankadaki veya eldeki para değildir. Kâr, muhasebe sisteminizde “kâğıt üzerinde” temsil edilir. Daha kârlı olabilmek için kâr marjları ve kâr etkenleri kavramlarını anlamanız gerekir. Daha sonra satış gelirinizi, bireysel ürün ve hizmetlerden elde ettiğiniz kazancı artırmanın ve maliyetleri azaltmanın yolları da dâhil olmak üzere, kârınızı artırmak için stratejiler geliştirebilirsiniz.

Kâr hedefinizi, minimum satış gereksiniminizi hesaplamanıza ve kâr marjlarınız için en önemli ürünleri grafiğe eklemenize yardımcı olması için araçları, diyagramları ve tabloları kullanabilirsiniz.

Nakit Akışını Yönetme

Nakit akışınız, gelirden gelen ve giderler için dışarı çıkan paradır. İyi nakit akışı yönetimi, harcamalarınızı vadesi geldiğinde ödemek için her zaman paranızın olmasını sağlayacaktır. Nakit akışı düzgün yönetilmezse kârlı işletmeler bile başarısız olabilir. Kredi verenlerinize veya tedarikçilerinize ödeme yapmak için yeterli paranız yoksa bankalar öngörüde bulunabilir ve tedarikçiler malzeme göndermeyi kesebilir.

İşletmenizde nakit akışınızı etkileyebilecek birçok alan var. Müşteri ödeme koşullarının, tedarikçi ödeme koşullarının, kredi ödemelerinin, gelecekteki harcama kararlarının ve diğer kalemlerin nakit akışınızı nasıl etkileyebileceğini anlamak önemlidir.

Kâr Marjlarını Hesaplama

Brüt kâr marjınız, işletmenizin genel sağlığının önemli bir göstergesidir. Brüt kâr marjı, ürün veya hizmetlerinizdeki ortalama işaretlemenin doğrudan giderlerinizi karşılamak ve kâr etmek için yeterli olup olmadığını gösterir. İşletmenizin brüt kâr marjını hesaplamak için önce brüt kârı hesaplamanız gerekir.

Brüt Kâr

Brüt kâr, fiyatlandırma politikanızın, satış hacminizin ve satılan malların maliyetinin değerli bir ölçüsüdür.

Brüt kâr = Satış geliri – Satılan malların maliyeti formülü uygulanır. Bir işletme sahibi olarak bu,

En kârlı ve kârsız ürün gruplarınızın neler olduğunu anlamak için yaralı bir uygulamadır. Hatta bazı kârsız hatlar sunmayı bırakmaya ve en kârlı ürünlerinize odaklanmaya karar verebilirsiniz.

Kâr Hedefi Belirlemek

Kâr hedefiniz, hem sizin hem de işinizin geleceği için önemli olan önceden belirlenmiş bir dizi taahhüdü yerine getirmek için, ihtiyaç duyduğunuz para miktarıdır. Bir kâr hedefi belirlemek, eylemlerinizi ve stratejilerinizi (kâr faktörlerinizi belirledikten sonra) hedefinize ulaşmaya yönlendirmenize yardımcı olur.

Bir kâr hedefi belirlemek için aşağıdaki hususları göz önünde bulundurmanız gerekir:

  • Maliyetler (sabit ve değişken)
  • İşletme sahibinin yıllık geliri
  • İşletme giderleri (sabit ve değişken)
  • Borçlanma sermayesi getirisi
  • Risk getirisi
  • Gelecekteki büyüme için geri dönüş

İşletmeniz için uygun bir kâr hedefi belirlemenize yardımcı olması için iş danışmanınızla çalışmanız yararlı olacaktır.

Sabit (Genel Giderler) Maliyetleri

Sabit maliyetleriniz (genel giderler olarak da adlandırılır) üretim çıktısına bakılmaksızın alnı kalan dolaylı maliyetlerdir. Buna kira, kamu hizmetleri, iş tesisinizin bakım maliyetleri, lisans ücretleri, sigorta ve muhasebe gibi şeyler de dâhildir.

Değişken Fiyatlar

İşçilik ve hammadde maliyeti gibi doğrudan maliyetleriniz yalnızca bir ürün oluştururken veya üretirken gerçekleşir. Bu nedenle sabit maliyetler olarak sayılmazlar.

İşletme Sahibinin Yıllık Geliri

Gelirinizi hesaplarken, yaptığınız işi yaptırmak için bir çalışanınıza ödeyeceğiniz tutarı kullanmalısınız. Emeklilik ödenmesini içermelidir ayrıca şişirilmiş bir maaş olmamalıdır. İş Kurmanın İlk 90 Günü

Borçlanma Sermayesi Getirisi

Borçlanma sermayesi getirisi, yatırım yaptığınız sermayenin yeterli getirisini, en azından uzun vadeli banka faizine eşit olması ve aynı zamanda risk düzeyine dayalı ek getiriyi ifade eder.

Risk İçin Getiri

Beklediğiniz getiri, ilişkili risklere izin verir. Bur işletme yürütmek, bir bankaya para yatırmaktan daha fazla risk taşır. Riskin geri dönüşü, ilgili risklerle doğru orantılı olarak hesaplanmalıdır. Örneğin düşük olasılıkla çok spekülatif bir iş girişimine yatırım yaptıysanız, başarılı olursa, çok yüksek bir getiri oranı beklersiniz.

Gelecekteki Büyümeye Geri Dönüş

Bu, işletmenizin gelecekteki büyümesi ve gelişimi için yatırım yapmanız gereken miktardır. Birkaç yıl sonra tesislerinizi genişletmeniz, bir hizmet veya yeni ürünler sunmak için yenilikçi bir yol geliştirmeniz veya yeni bir pazarlama stratejisi geliştirmeniz gerekebilir.

Kâr Hedefinize Ulaşmak

Kâr hedefinize ulaşmak için, minimum satış gereksiniminizi hesaplamanız gerekir. Yani, işletme maliyetlerinizi artı kişisel finansman taahhütlerinizi karşılayacak yeterli gelir sağlayacak satış seviyesini (ciro) hesaplamanız gerekir.

Cironuz esas olarak şunlardan oluşur:

  • Satış hacmi
  • Satış fiyatı (yani maliyet fiyatı + Kar marjı)

Satış fiyatı ve kâr marjı, işletmeniz için yeterli gelir elde etmek için gerçekleştirmeniz gereken satış düzeyinin temel belirleyicileridir. Satış fiyatı ne kadar yüksek olursa, gereken satış hacmi o kadar düşük olur.

Aldığınız parayı, aldığınız her ürün için değişken maliyetlerinizi (malzeme ve doğrudan işçilik) karşılamanın yanı sıra, sabit maliyetlerinize ve kâr hedeflerinize katkıda bulunacaktır.

Bir Satranç Dehası çocukluğu

Samuel German Reshevsky Polonya kasabası Ozorkow, 1911 yılı dünya gözünü açtı. 1911 yılında Ozorkow kasabası Polonya Rus İmparatorluğu’nun bir parçası olan küçük bir kasaba idi . Kasaba nufusu çoğunlığı Hazar Museviler tarafından kurulmuş ve Yahudi Nufusu çoğunluğu vardı. Buna ek olarak, Çok çocuklu bir Yahudi ailede beşinci çocuğu olarak büyüdü. Bu arada, büyük usta hayatı boyunca gerçek bir Yahudi dini tutkunu gibi yaşiyordu ve bu din bağlığı oyununa bile yansıdı. Örneğin, turnuva Cumartesi günü yapıldıysa, genç satranç oyuncusu turnuvaya katılmazdı.

Samuel, dört yaşında satranç oynamaya başladı.

Samuel, dört yaşındayken babasından satranç oyun hediyesi aldı. Hedeyeyi aldığı an babası hemen oyunun kurallarını anlattı ve birkaç hafta sonra dört yaşındaki bir çocuk, ailesinin yakın bir arkadaşına karşı kazandı. Samuel, babası ve arkadaşının yanında durmuş maçı izliyordu. Çocuk, babasının kaybettiğini anlayınca, aceleyle ebeveyninin yardımına koştu. Samuel, babasının yerine oynamak için oturdu ve büyükleri tarifsiz bir şekilde şaşırtan bu oyunu kısa sürede kazandı.

Dört yıl üç aylıkken virtüöz bir satranç oyunu öğrenen çocuk, kısa sürede bir dahi çocuk olarak kabul edildi. Zaten sekiz yaşında, seçkin oyunculara karşı kolayca oyun kazandı ve aynı zamanda çok nadiren kaybederek eşzamanlı seanslar verdi. 1918’de ailesi, Samuel’i Avusturya başkentine getirdi ve burada çocuk, özüne kadar olan inanılmaz yeteneğiyle toplumun tüm kentsel seçkinlerini şaşırttı. Kısa süre sonra çocuğun, genç yetenekler için en büyük Avrupa şehirlerinin tüm turunu organize eden kişisel bir menajeri vardı.

Çocuğun göründüğü her yerde bir heyecan vardı. Ve bu şaşırtıcı değil, çünkü herkes küçük bir çocuğun çok sayıda daha yaşlı ve daha deneyimli rakiplerle aynı anda nasıl oynadığını görmek istedi. Ve inanılmaz olan, genç neredeyse her seferinde kazandı. Tabii ki bu medyadan geçmedi: gazeteler sürekli genç satranç dehası hakkında haberler yazdı. Bütün bunlar, Samuel Reshevsky’yi dünya çapında gerçekten ünlü yaptı.

Ünlü fotoğrafın tarihi

1920’de Reshevsky ailesi, genç satranç dehasının kariyerinin gelişmeye başladığı Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındı. Orada çocuk, West Point Askeri Akademisi’nin, özellikle matematikçilerin ilgisini çeken deneyimli rakiplere karşı oyunlar kazandı. Çocuğun prestijli akademi ziyareti oldukça heyecan yarattı. Şaşılacak bir şey yok, çünkü Reshevsky hemen yirmi matematikçi ve dekan dahil ünlü üniversitenin mükemmel satranç oyuncularıyla oynadı. Samuel hızla yirmi oyun oynadı: On dokuzunu kazandı ve birini berabere bitirdi.

8 yaşındaki Samuel Reshevsky'nin birkaç yetişkin ustayı aynı anda satrançta yendiği ünlü fotoğraf

1920’de çekilen fotoğraf, satrançta çocuğa yenilen matematikçilerin yüzlerindeki şaşkınlığı mükemmel bir şekilde gösteriyor. Ancak fotoğraftaki Reshevsky, duruşu ve kararlılığıyla kendi gücüne sakinlik ve inanç yayıyor. Bundan sonra, satranç dahisi yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde ünlü olmakla kalmadı, aynı zamanda Amerika’da hakkında en çok konuşulan insanlardan biri oldu. Önümüzdeki birkaç ay içinde Reshevsky bir Amerika turuna çıktı. Bu süre zarfında çeşitli seviyelerdeki satranç oyuncularıyla yaklaşık bir buçuk bin maç oynamayı başardı. Üstelik Samuel aynı anda 40 – 75 rakiple aynı anda oynadı. En şaşırtıcı olanı, çocuğun sadece sekiz oyun kaybetmesidir.

Kayıp çocukluk

Sekiz yaşındaki bir çocuk için böyle bir yaşam ritmi çok zordu çünkü Cumartesi hariç neredeyse her gün yirmi veya daha fazla rakiple oynuyordu. Yorgunluk birikti, bu nedenle çocuğun oyunu bir an önce bitirmek ve dinlenmek için eve gitmek için kasıtlı olarak kaybettiği zamanlar oldu. Ebeveynler bunu gördü, ancak çocuklarının yeteneklerinden mümkün olduğunca çok şey kazanmaya çalıştı.

Sürekli turnuvalar nedeniyle Reshevsky okula gitmedi

Ancak kısa süre sonra sosyal güvenlik, uygunsuz vasilik suçlamasıyla ebeveynleri çocuk mahkemesine çağırdı. Sadece turnuva sayısı değil, aynı zamanda oyun serilerinin çoğunun akşamları ve bazen geceye daha yakın ve çoğu zaman eğlence mekanlarında yapılmasıydı. Ve buna elbette sosyal güvenlik izin veremezdi. Ama en kötüsü, Samuel’in okula gitmemesi, çünkü satranç yüzünden buna vakti yoktu.

Bu arada ünlü oyuncu Charlie Chaplin’e satranç oynamayı öğreten de Samuel’di. Bir İngiliz sinema oyuncusu bunu günlüklerinde yazdı. Gençlerle tanışırken Chaplin, pek çoğunun aksine, Samuel’in yetişkin ustalarla oynarken hala çok gergin olduğunu fark etti. Oyuncu, genç satranç oyuncusunun yüzünün nasıl morardığını ya da solgunlaştığını gördü. Chaplin, çocuğun şöhret için sağlığı ve çocukluğuyla ödeme yaptığına inanıyordu.

10 yaşındaki Samuel Reshevsky ve aktör Charlie Chaplin (fotoğraf 1921'de The Kid'in çekimleri sırasında çekilmiştir)

Mahkemedeki işlemlerin ardından anne baba, oğullarının yeteneğini kullanmayı bir süreliğine bıraktı ve çocuk okumaya gitti. 1924’ten 1931’e kadar Samuel performans göstermedi, sadece eğitim aldı. Üniversiteden mezun olduktan sonra muhasebe diploması aldı ve ardından kendisinin ve sevdiklerinin geçimini sağlamak için muhasebeci olarak çalıştı. Zamanla oyuna geri döndü ve birkaç on yıl boyunca birçok ünlü şampiyonu yenerek Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en iyi satranç oyuncularından biri oldu.

Fischer’a karşı maç

1961’de, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en iyi satranç oyuncusunun kim olduğunu belirlemek zorunda oldukları için heyecan verici bir dizi oyun gerçekleşti. Samuel Reshevsky ve Bobby Fischer, kavgada en çok konuşulan kişilerdi. Makul bir yaş farkı, bu turnuvada daha fazla tartışma ve halkın ilgisini uyandırdı: o sırada Reshevsky 50 yaşındaydı ve Fischer 18 yaşındaydı. Heyecan inanılmazdı, herkes farklı nesillerden iki inek arasından kimin kazanacağını bilmek istedi.

Bölüm Samuel Reshevsky - Robert (Bobby) Fischer

Elbette herkes Reshevsky’nin neler yapabileceğini biliyordu, ancak Fischer ayrıca ulusal şampiyonada bir dizi maçta kendini mükemmel bir şekilde gösterdi. Samuel yeteneklerine güveniyordu ve Bobby’nin rakibi olmadığını ve ona kaybetmeyeceğini söyledi. On bir maç oynadıktan sonra rakipler tepeden tırnağa gitti ama sonra kimsenin beklemediği bir şey oldu. Bu oyunun sponsoru Jacqueline Pyatigorskaya, kocası ünlü müzisyen Grigory Pyatigorsky’nin konserine zamanında gelmesi gerektiğinden, bir sonraki oyunun başlangıcını birkaç saat önce biraz kaydırmasını istedi.

Ancak Fisher, önceden onaylanan saatte geleceğini söyledi – öğleden sonra bir. Kimseyi dinlemek istemeyen Jacqueline, sabah 11’de startı duyurdu ama Fischer uyardığı gibi dövüşe gelmedi. Bu nedenle Fischer teknik bir yenilgi aldı ve zafer Reshevsky’ye gitti. Bundan sonra kaybeden, rakibini turnuvalarda diğer katılımcılarla oyunu bitirmeden oynamaya devam etmekle suçlayarak dava etti. Ancak mahkeme iddiasını tatmin etmedi.

Dünya şampiyonu unvanını kazanamadı

Reshevsky’nin birçok şampiyonu yenmesine rağmen, gıpta ile bakılan dünya unvanını asla elde edemedi. Belki de orta öğrenimini bitirdiğinde uzun bir yedi yıl rekabeti bırakması onu engellemiştir. 30-50’lerde Yahudi kökenli bir Amerikalı satranç oyuncusu, sürekli olarak dünya şampiyonu unvanı için yarışmacılar grubuna dahil edildi, ancak bu unvanı asla almadı. Ancak sekiz kez Amerika Birleşik Devletleri şampiyonu oldu. Samuel en son 1972’de 61 yaşında şampiyon oldu.

Ve Reshevsky birçok şampiyonu yenmesine rağmen asla dünya şampiyonu olmayı başaramadı.

Her durumda, Samuel Reshevsky oyun tarihine sonsuza dek girdi. İnanılmaz güçlü bir oyuncuydu. Büyük usta, gerektiğinde hem konumsal oyunda hem de taktiksel satrançta mükemmeldi. Çoğu zaman bir satranç oyuncusu açılışta çok zaman kullandı ki bu tehlikeli bir taktikti, çünkü o zaman oyunun geri kalanında hızlı kararlar vermek zorunda kaldı.

Bazen bu, elbette rakiplerini tedirgin etmeye yardımcı oldu, ancak Samuel’in kendisinin de bundan muzdarip olduğu zamanlar oldu. Reshevsky, büyük yeteneğine rağmen, açılış konusundaki yetersiz çalışmasının ve zaman baskısının onun bir dünya şampiyonu olmasını engellediğini inkar etmiyor. Hayatının son yıllarında herkesin ilgisinden sıkılan Reshevsky, sevgili eşiyle evde vakit geçirmeyi tercih etti. O da sadece evde satranç oynadı. 1992’de seksen yaşında büyük usta öldü.

kaynak : https://ru.wikipedia.org/wiki/%D0%A0%D0%B5%D1%88%D0%B5%D0%B2%D1%81%D0%BA%D0%B8%D0%B9,_%D0%A1%D0%B0%D0%BC%D1%83%D1%8D%D0%BB%D1%8C

Nükleer uçak 

Bölüm 3


M-60 stratejik atom bombacısı projesi

1950’lerde olduğu gerçeğiyle başlayalım. SSCB’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin aksine, bir atom bombacısının yaratılması sadece arzu edilir, hatta çok değil, hayati bir görev olarak algılanıyordu. Bu tutum, ordunun ve askeri-sanayi kompleksinin üst düzey liderleri arasında iki durumun gerçekleşmesinin bir sonucu olarak oluştu. Birincisi, potansiyel bir düşmanın topraklarına atom bombası atma olasılığı açısından Devletlerin muazzam, ezici avantajı. Avrupa, Orta ve Uzak Doğu’daki onlarca hava üssünden hareket eden ABD uçakları, sadece 5-10 bin km uçuş menzili ile bile SSCB’nin herhangi bir noktasına ulaşıp geri dönebiliyordu. Sovyet bombardıman uçakları, kendi bölgelerindeki hava alanlarından çalışmaya zorlandı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan benzer bir baskın için 15-20 bin km’yi aşmak zorunda kaldılar.

İlk Sovyet stratejik bombardıman uçakları M-4 ve Tu-95, Amerika Birleşik Devletleri’nin yalnızca en kuzeyini ve her iki kıyının nispeten küçük bölümlerini “kapsayabilir”. Ancak 1957’de bu makineler bile sadece 22 idi. Ve o zamana kadar SSCB’ye saldırabilecek Amerikan uçaklarının sayısı 1800’e ulaşmıştı! Üstelik bunlar, B-52, B-36, B-47 atom silahlarını taşıyan birinci sınıf bombardıman uçaklarıydı ve birkaç yıl sonra bunlara süpersonik B-58’ler katıldı.

  

119 projesinin bir parçası olarak Tu-95 temelinde inşa edilen Tupolev uçuş laboratuvarı, aslında bir nükleer santral fikrinin bir şekilde metale uygulandığı tek uçak oldu.

  

İkincisi, 1950’lerde geleneksel bir elektrik santrali ile gerekli uçuş menziline sahip bir jet bombardıman uçağı yaratma görevi. fazlasıyla zor görünüyordu. Ayrıca, ihtiyacı hava savunma sistemlerinin hızlı gelişmesiyle belirlenen süpersonik. SSCB’nin ilk süpersonik stratejik taşıyıcısı M-50’nin uçuşları, 3-5 tonluk bir yükle, havada iki kez yakıt ikmali yapılsa bile menzilinin neredeyse 15.000 km’ye ulaşamayacağını gösterdi. Ancak hiç kimse süpersonik hızda ve ayrıca düşman topraklarında nasıl yakıt ikmali yapılacağına cevap veremedi. Yakıt ikmali ihtiyacı, bir savaş görevini tamamlama olasılığını önemli ölçüde azalttı ve ek olarak, böyle bir uçuş, uçakların yakıt ikmali ve yakıt ikmali için 500 tonun üzerinde büyük miktarda yakıt gerektiriyordu. Yani, sadece bir sortide, bir bombardıman alayı 10.000 tondan fazla gazyağı tüketebilir!

Aynı zamanda, ülke nükleer enerji kullanımının çeşitli sorunlarını çözmek için güçlü bir araştırma ve üretim üssüne sahipti. Nisan 1943’te Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın zirvesinde I.V. Kurchatov liderliğinde düzenlenen SSCB Bilimler Akademisi’nin 2 Nolu Laboratuvarından kaynaklandı. ancak daha sonra yeni bir enerji türünün kullanılması için başka olasılıklar için aktif bir arayış başladı. Mart 1947’de – ABD’dekinden sadece bir yıl sonra – SSCB’de ilk kez devlet düzeyinde (Bakanlar Konseyi’ne bağlı Birinci Ana Müdürlüğün Bilimsel ve Teknik Konseyi toplantısında) kullanma sorunu santrallerde nükleer reaksiyonların ısısı yükseltildi.

  

Gelecekteki akademisyen A.P. Aleksandrov, çalışmanın bilimsel danışmanı oldu. Nükleer havacılık santrallerinin çeşitli varyantları dikkate alındı: ramjet, turbojet ve turboprop motorlara dayalı açık ve kapalı döngü. Çeşitli tipte reaktörler geliştirildi: hava ile ve ara sıvı metal soğutma ile, termal ve hızlı nötronlarla vb. Havacılıkta kullanım için kabul edilebilir soğutucular ve mürettebatı ve gemideki ekipmanı radyasyona maruz kalmaktan koruma yöntemleri incelenmiştir. Haziran 1952’de Alexandrov, Kurchatov’a şunları bildirdi: “… Nükleer reaktörler alanındaki bilgimiz, önümüzdeki yıllarda ağır uçaklar için kullanılan nükleer enerjili motorlar yaratma konusunu gündeme getirmemize izin veriyor …”.

Ancak, fikrin yolunu açması üç yıl daha aldı. Bu süre zarfında ilk M-4 ve Tu-95 göklere çıkmayı başardı, dünyanın ilk nükleer santrali Moskova bölgesinde faaliyete geçti ve ilk Sovyet nükleer denizaltısının inşasına başlandı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ajanlarımız, orada bir atom bombacısı oluşturmak için yürütülen büyük ölçekli çalışma hakkında bilgi aktarmaya başladı. Bu veriler, havacılık için yeni bir enerji türü vaadinin teyidi olarak algılandı. Son olarak, 12 Ağustos 1955’te, SSCB Bakanlar Kurulu’nun 1561-868 sayılı Kararnamesi yayınlandı ve bir dizi havacılık endüstrisi kuruluşunun nükleer konularda çalışmaya başlaması talimatını verdi. Özellikle A.N.’den OKB-156 Tupolev, V.M.’den OKB-23. Myasishchev ve S.A.’dan OKB-301. Kuznetsov ve OKB-165 A.M.

Teknik olarak en basit görev, S.A. Lavochkin başkanlığındaki OKB-301’e verildi – M.M. Bondaryuk OKB-670 tarafından tasarlanan nükleer ramjet motorlu deneysel bir seyir füzesi “375” geliştirmek. Bu motordaki geleneksel bir yanma odasının yeri, açık çevrimli bir reaktör tarafından işgal edildi – hava doğrudan çekirdekten akıyordu. Roket gövdesinin tasarımı, geleneksel bir ramjet ile kıtalararası seyir füzesi “350” üzerindeki gelişmelere dayanıyordu. Göreceli sadeliğine rağmen, “375” teması önemli bir gelişme göstermedi ve S.A. Lavochkin’in Haziran 1960’ta ölümü bu çalışmalara tamamen son verdi.

  


“Rocker” şemasının atomik turbojet motoru

  


Atomik turbojet motoru “koaksiyel” şeması

  


Myasishchev’in nükleer deniz uçağının olası yerleşim planlarından biri

  


Nükleer uçuş laboratuvarı projesi
M-50’ye dayalı

  


M-30 stratejik atom bombacısı projesi

Daha sonra M-50’nin yaratılmasıyla uğraşan Myasishchev ekibine, “baş tasarımcı A.M. Lyulka’nın özel motorlarıyla” bir süpersonik bombardıman uçağının ön projesini yürütmesi emredildi. Tasarım Bürosunda tema “60” indeksini aldı, Yu.N. Trufanov bunun baş tasarımcısı olarak atandı. En genel ifadeyle, sorunun çözümü M-50’nin nükleer enerjili motorlarla donatılmasında ve açık çevrimde çalıştırılmasında (basitlik nedeniyle) görüldüğünden, M-60’ın geleceğine inanılıyordu. SSCB’deki ilk nükleer uçak olmak. Ancak 1956’nın ortalarında ortaya çıkan sorunun bu kadar basit bir şekilde çözülemeyeceği anlaşıldı. Yeni kontrol sistemine sahip makinenin, uçak tasarımcılarının daha önce hiç karşılaşmadığı bir dizi özel özelliğe sahip olduğu ortaya çıktı. Ortaya çıkan sorunların yeniliği o kadar büyüktü ki, OKB’de hiç kimse,

İlk sorun, insanların radyoaktif radyasyondan korunmasıydı. O ne olmalı? Kaç kilo olmalısın? Mürettebatın aşılmaz kalın duvarlı bir kapsül içine alınmış normal işleyişi nasıl sağlanır, dahil. işyerlerinden inceleme ve acil kaçış? İkinci sorun, güçlü radyasyon ve reaktörden yayılan ısı akışlarının neden olduğu, bilinen yapısal malzemelerin özelliklerinde keskin bir bozulmadır. Bu nedenle yeni malzemeler yaratma ihtiyacı. Üçüncüsü, nükleer uçakların işletilmesi ve çok sayıda yer altı yapısı ile uygun hava üslerinin inşası için tamamen yeni bir teknoloji geliştirme ihtiyacıdır. Sonuçta, açık döngü motorunu durdurduktan sonra, tek bir kişinin 2-3 ay daha ona yaklaşamayacağı ortaya çıktı! Bu, uçağın ve motorun uzaktan yer bakımına ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Kuyu,

Bunların ve diğer birçok taş üstüne taş probleminin farkında olmak, M-50 planörünü kullanma konusundaki orijinal fikri bırakmadı. Tasarımcılar, yukarıdaki sorunların çözülebilir göründüğü yeni bir düzen bulmaya odaklandılar. Aynı zamanda, nükleer santralin uçaktaki yerini seçmenin ana kriteri, mürettebattan maksimum mesafesi olarak kabul edildi. Buna uygun olarak, M-60’ın bir ön tasarımı geliştirildi; burada dört nükleer turbojet motor, tek bir nükleer bölme oluşturan “iki katlı” çiftler halinde arka gövdeye yerleştirildi. Uçağın, ince bir trapez çıkıntılı kanadı ve omurganın tepesinde bulunan aynı yatay kuyruğu olan bir orta kanat şeması vardı. İç süspansiyona roket ve bomba silahlarının yerleştirilmesi planlandı. Uçağın uzunluğunun yaklaşık 66 m olması gerekiyordu,

Mürettebatın, özel malzemelerden yapılmış güçlü çok katmanlı korumaya sahip kör bir kapsüle yerleştirilmesi gerekiyordu. Atmosferik havanın radyoaktivitesi, kabini basınçlandırmak ve solumak için kullanma olasılığını dışladı. Bu amaçlar için, gemideki sıvı gazların buharlaştırılmasıyla özel gazlaştırıcılarda elde edilen oksijen-azot karışımının kullanılması gerekiyordu. Görsel görüş eksikliği periskoplar, televizyon ve radar ekranlarının yanı sıra tam otomatik bir uçak kontrol sisteminin kurulmasıyla telafi edilmek zorundaydı. İkincisinin, kalkış ve iniş, hedefe erişim vb. Dahil olmak üzere uçuşun tüm aşamalarını sağlaması gerekiyordu. Bu mantıksal olarak insansız bir stratejik bombardıman uçağı fikrine yol açtı. Ancak Hava Kuvvetleri, kullanımda daha güvenilir ve esnek olduğu için insanlı bir versiyonda ısrar etti.

  


Yer Reaktörü Test Tezgahı

M-60 için nükleer turbojet motorlarının 22.500 kgf mertebesinde bir kalkış itişi geliştirmesi gerekiyordu. OKB A.M. Lyulka bunları iki versiyonda geliştirdi: halka şeklindeki reaktörün geleneksel yanma odasının arkasına yerleştirildiği ve turboşarj milinin içinden geçtiği bir “koaksiyel” şema; ve “rocker” şeması – kavisli bir akış parçası ve reaktörün şaftın dışına çıkarılması ile. Myasishchevtsy, her iki motor türünü de kullanmaya çalıştı ve her birinde hem avantaj hem de dezavantaj buldu. Ancak M-60 ön taslağının Sonuç bölümünde yer alan ana sonuç şuydu: “… uçağın motorunu, ekipmanını ve gövdesini oluşturmadaki büyük zorlukların yanı sıra, sağlanmasında tamamen yeni sorunlar ortaya çıkıyor. zorunlu iniş durumunda yer operasyonu ve mürettebatı, nüfusu ve araziyi korumak. Bu görevler … henüz çözülmedi. Aynı zamanda, Nükleer motorlu insanlı bir uçak yaratmanın uygunluğunu belirleyen bu sorunları çözme olasılığıdır. Gerçekten kehanet sözleri!

Bu sorunların çözümünü pratik bir düzleme çevirmek için V.M. Myasishchev, ön gövdeye bir nükleer motorun yerleştirileceği M-50’ye dayalı bir uçuş laboratuvarı için bir proje geliştirmeye başladı. Ve bir savaş durumunda nükleer uçak üslerinin beka kabiliyetini kökten artırmak için, beton pistlerin kullanımının tamamen terk edilmesi ve nükleer bombardıman uçağının süpersonik (!) bir M-60M uçan tekneye dönüştürülmesi önerildi. Bu proje, arazi versiyonuna paralel olarak geliştirildi ve onunla önemli bir süreklilik sağladı. Tabii aynı zamanda motorların kanatları ve hava girişleri de olabildiğince suyun üzerine çıkarıldı. Kalkış ve iniş cihazları, bir burun hidro-kayağı, ventral geri çekilebilir hidrofiller ve kanadın uçlarında döner yanal stabilite şamandıraları içeriyordu.

  


Reaktör ve radyasyon sensörlerinin Tu-95LAL’e yerleştirilmesi

Tasarımcıların karşılaştığı problemler en zor olanıydı, ancak çalışma devam etti ve tüm zorlukların, geleneksel uçakların uçuş menzilini arttırmaktan önemli ölçüde daha az olan bir zaman diliminde aşılabileceği görüldü. 1958’de V.M. Myasishchev, SBKP Merkez Komitesi Başkanlığı’nın talimatıyla, “Stratejik Havacılığın Durumu ve Olası Beklentileri” adlı bir rapor hazırladı ve burada kesin olarak şunları söyledi: “… M-52K ve M-56K projeleri [konvansiyonel yakıtlı bombardıman uçakları, – ed.] Savunma Bakanlığı tarafından bu tür sistemlerin menzilinin yetersizliği hattında, tüm çalışmaları stratejik bombardıman uçaklarına odaklamak bize faydalı görünüyor. nükleer motorlu süpersonik bir bombardıman sisteminin,

Myasishchev’in aklında, her şeyden önce, N. D. Kuznetsov Tasarım Bürosu tarafından tasarlanan kapalı çevrim nükleer santralli yeni bir stratejik bombardıman-füze gemisi projesi vardı. Bu arabayı 7 yılda yaratması bekleniyordu. 1959’da, bunun için bir delta kanadı ve önemli ölçüde süpürülmüş bir ön kuyruk ünitesine sahip uydurma bir aerodinamik konfigürasyon seçildi. Altı nükleer turbojet motorunun uçağın kuyruk bölümüne yerleştirilmesi ve bir veya iki paket halinde birleştirilmesi gerekiyordu. Reaktör gövdeye yerleştirildi. Soğutucu olarak sıvı metal kullanması gerekiyordu: lityum veya sodyum. Motorlar gazyağı ile çalışabiliyordu. Kontrol sisteminin kapalı çalışma döngüsü, kokpitin atmosferik hava ile havalandırılmasını ve korumanın ağırlığını büyük ölçüde azaltmayı mümkün kıldı.

M-30’un ilk uçuşu 1966 için planlandı, ancak OKB-23 Myasishchev’in tasarım çalışmalarına başlamak için zamanı bile yoktu. Bir hükümet kararnamesi ile OKB-23 Myasishchev, OKB-52 V.N. ve roket ve uzay konularına tamamen yeniden yönelmek. Böylece, OKB-23’ün nükleer uçak açısından birikmiş iş yükü gerçek tasarımlara çevrilmedi.

  


Tu-95LAL. Ön planda – radyasyon sensörlü bir kap

Süpersonik bir stratejik uçak yaratmaya çalışan V.M. Myasishchev ekibinin aksine, A.N. Tupolev’in Tasarım Bürosu-156’ya başlangıçta daha gerçekçi bir görev verildi – bir ses altı bombardıman uçağı geliştirmek. Pratikte bu görev, Amerikalı tasarımcıların karşılaştığı görevle tamamen aynıydı – mevcut bir makineyi bir reaktörle, bu durumda Tu-95 ile donatmak. Bununla birlikte, Tupolev’lerin, Aralık 1955’te, Sovyet istihbarat kanallarından ABD’de bir reaktörle B-36’nın test uçuşları hakkında raporlar gelmeye başladığında, önlerindeki işi kavramak için zamanları bile olmamıştı. Şimdi bir akademisyen olan ve o yıllarda Kurchatov Enstitüsü’nün genç bir çalışanı olan N.N. Ponomarev-Stepnoy, Amerika’da reaktörlü bir uçağın uçtuğunu hatırlıyor. Şimdi tiyatroya gidiyor ama performansın sonunda böyle bir projenin olasılığı hakkında bilgi sahibi olması gerekiyor. Merkin bizi topladı. Beyin fırtınasıydı. Böyle bir uçağın var olduğu sonucuna vardık. Gemide bir reaktörü var ama konvansiyonel yakıtla uçuyor. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “.

28 Mart 1956’da, Tupolev Tasarım Bürosu’nun Tu-95 serisine dayalı bir uçan nükleer laboratuvar (LAL) tasarlamaya başladığı SSCB Bakanlar Kurulu Kararı yayınlandı. Bu çalışmaların doğrudan katılımcıları olan V.M. Vul ve D.A. Leipunsky, N.N. Ponomarev-Stepnoy, V.I. malzemelere, kontrol sistemine vb. Çok geçmeden bu seminerlerde hararetli tartışmalar başladı: nükleer teknoloji ile uçak gereklilikleri ve sınırlamaları nasıl birleştirilir. İşte bu tür tartışmalara bir örnek: Reaktör tesisinin hacmi başlangıçta bize nükleer bilim adamları tarafından küçük bir evin hacmi olarak tanımlandı. Ancak OKB bağlayıcıları, LAL için koruma düzeyi için belirtilen tüm gereklilikleri yerine getirirken, boyutlarını, özellikle koruyucu yapıları büyük ölçüde “sıkıştırmayı” başardı. Seminerlerden birinde A.N. Tupolev “… evler uçaklarda taşınmaz” fark etti ve düzenimizi gösterdi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi.

  


Tu-95LAL. Kaplamalar ve reaktör hava girişi

Bu toplantılar sırasında, LAL’nin oluşturulması için ana hedefler formüle edildi. radyasyonun uçak üniteleri ve sistemleri üzerindeki etkisinin incelenmesi, kompakt radyasyondan korunmanın etkinliğinin doğrulanması, çeşitli uçuş irtifalarında havadan gama ve nötron radyasyonunun yansımasının deneysel olarak incelenmesi, nükleer santrallerin işleyişine hakim olmak. Kompakt koruma, Tupolev’in “know-how”larından biri haline geldi. Tasarımları, mürettebatı her yönde sabit kalınlıkta küresel korumalı bir kapsüle yerleştirmeyi sağlayan OKB-23’ün aksine, OKB-156 tasarımcıları değişken kalınlıkta koruma kullanmaya karar verdiler. Aynı zamanda, maksimum koruma derecesi yalnızca reaktörden, yani pilotların arkasından gelen doğrudan radyasyondan sağlandı. Aynı zamanda kabinin yan ve ön siperi minimumda tutulmalı, çevreleyen havadan yansıyan radyasyonu emme ihtiyacı nedeniyle. Yansıtılan radyasyon seviyesinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi için, esas olarak bir uçuş deneyi kuruldu.

Tasarım Bürosu’nun birçok departmanı, uçak gövdesi ve ekipman ve montajların önemli bir kısmı elden geçirildiği için LAL çalışmalarına katıldı. Ana yük, bağlayıcılara (S.M. Eger, G.I. Zaltsman, V.P. Sakharov, vb.) ve enerji santralleri departmanına (K.V. Minkner, V.M. Vulya, A.P. Baluev , B.S. Ivanova, N.P. Leonova ve diğerleri) düştü. A.N. Tupolev her şeyi kendisi denetledi. G.A. Ozerov’u bu konuda baş asistanı olarak atadı.

Reaktörle ilgili ön çalışma ve deneyim kazanmak için, tasarım işi I.F. Nezval başkanlığındaki Tasarım Bürosu’nun Tomilin şubesine emanet edilen bir yer test tezgahı inşa edilmesi planlandı. Stand, Tu-95 gövdesinin orta kısmı temelinde oluşturuldu ve reaktör, asansörlü özel bir platform üzerine kuruldu ve gerekirse indirilebilir. Stantta ve ardından LAL’de radyasyondan korunma, üretimi yeni teknolojiler gerektiren havacılık için tamamen yeni olan malzemeler kullanılarak yapıldı.

A.S. Feinshtein liderliğinde Tasarım Bürosu’nun metal olmayan bölümünde geliştirildiler. Koruyucu malzemeler ve bunlardan yapı elemanları, kimya endüstrisinden uzmanlarla ortaklaşa oluşturuldu, nükleer bilim adamları tarafından test edildi ve kullanıma uygun bulundu. 1958’de, yer standı inşa edildi ve Semipalatinsk yakınlarındaki hava alanlarından birindeki deney üssünün adı olan Polovinka’ya taşındı. Ertesi yılın Haziran ayında stantta reaktörün ilk lansmanı yapıldı. Testleri sırasında belirli bir güç seviyesine ulaşmak, radyasyon kontrol ve izleme cihazlarını, bir koruma sistemini test etmek ve LAL ekibi için öneriler geliştirmek mümkün oldu. Aynı zamanda LAL için bir reaktör tesisi de hazırlandı.

  


Tu-95LAL. Reaktör sökümü.

15.000 hp güce sahip dört NK-12M turboprop motorlu Tu-95M seri stratejik bombardıman uçağı No. 7800408, Tu-95LAL adını alan bir uçan laboratuvara dönüştürüldü. Uçaktaki tüm silahlar çıkarıldı. Mürettebat ve deneyciler, nüfuz eden radyasyonu kaydeden bir sensörü de barındıran ön basınçlı kabindeydiler. Kokpitin arkasına, toplam kalınlığı yaklaşık 20 cm olan 5 cm’lik kurşun levha ve birleşik malzemelerden (polietilen ve ceresin) yapılmış koruyucu bir ekran yerleştirildi.Muharebe yükünün olduğu bomba bölmesine ikinci bir sensör yerleştirildi. gelecekte yer almak. Arkasında, uçağın kuyruğuna daha yakın bir yerde reaktör vardı. Üçüncü sensör arabanın arka kabinindeydi. Çıkarılamayan metal kaportalarda kanat panellerinin altına iki sensör daha monte edildi.

Reaktörün kendisi, yine kurşun ve kombine malzemelerden oluşan güçlü bir koruyucu kabukla çevriliydi ve uçak motorlarıyla hiçbir bağlantısı yoktu – yalnızca bir radyasyon kaynağı olarak hizmet ediyordu. İçinde nötron moderatörü ve aynı zamanda soğutucu olarak damıtılmış su kullanıldı. Isıtılan su, kapalı birincil su sirkülasyon devresinin bir parçası olan bir ara ısı eşanjöründe ısı verdi. Metal duvarları sayesinde, bir su-hava radyatöründe dağıtıldığı ikincil devrenin suyuna ısı çıkarıldı. İkincisi, uçuş sırasında gövdenin altındaki büyük bir hava girişinden bir hava akımıyla üflendi. Reaktör, uçak gövdesinin konturlarının biraz ötesine uzanıyordu ve yukarıdan, aşağıdan ve yanlardan metal kaplamalarla kaplandı. Reaktörün dairesel korumasının yeterince etkili olduğu düşünüldüğünden, yansıyan radyasyon üzerinde deneyler yapmak için uçuş sırasında açılabilen pencereler sağladı. Pencereler, çeşitli yönlerde radyasyon ışınları oluşturmayı mümkün kıldı. Açılış ve kapanışları deneyi yapan kişinin kokpitteki konsolundan kontrol ediliyordu.

  


Tu-114’e dayalı bir nükleer denizaltı karşıtı uçak projesi

Tu-95LAL’in inşası ve gerekli ekipmanla donatılması 1959-60’ı aldı. 1961 baharında, “… uçak Moskova yakınlarındaki havaalanındaydı,” diye devam ediyor N.N. Ponomarev-Stepnoy, “ve Tupolev, Bakan ile geldi. Dementyev ona bakmak için. Tupolev radyasyondan korunma sistemini şöyle açıkladı: “… En ufak bir boşluk olmaması gerekir, aksi takdirde nötronlar bunun içinden dışarı çıkar.” “Ne olmuş?” Bakan anlamadı. Ve sonra Tupolev basit bir şekilde açıkladı: “Soğuk bir günde, havaalanına çıkacaksınız ve düğmeniz açılacak – her şey donacak!” Bakan güldü – diyorlar ki, şimdi nötronlarla her şey açık…”.

Mayıs’tan Ağustos 1961’e kadar Tu-95LAL’de 34 uçuş gerçekleştirildi. Uçak test pilotları M.M. Nyukhtikov, E.A. Goryunov, M.A. Zhila ve diğerleri, mühendis N.V. Lashkevich arabanın lideriydi. Uçuş testlerine deneyin başkanı nükleer bilim adamı N. Ponomarev-Stepnoy ve operatör V. Mordashev katıldı. Uçuşlar hem “soğuk” bir reaktörle hem de çalışan bir reaktörle gerçekleştirildi. Kokpitteki ve denize düşen radyasyon durumuyla ilgili çalışmalar fizikçiler V. Madeev ve S. Korolev tarafından gerçekleştirildi.

Tu-95LAL testleri, uygulanan radyasyondan korunma sisteminin oldukça yüksek bir verimliliğini gösterdi, ancak aynı zamanda onun hantallığını, çok fazla ağırlığını ve daha fazla iyileştirme ihtiyacını ortaya çıkardı. Ve bir nükleer uçağın ana tehlikesi, kaza olasılığı ve geniş alanların nükleer bileşenlerle kirlenmesi olarak kabul edildi.

Tu-95LAL uçağının diğer kaderi, Sovyetler Birliği’ndeki diğer birçok uçağın kaderine benzer – imha edildi. Testleri tamamladıktan sonra, Semipalatinsk yakınlarındaki hava alanlarından birinde ve 1970’lerin başında uzun süre durdu. Irkutsk Askeri Havacılık Teknik Okulu’nun eğitim havaalanına transfer edildi. Daha önce uzun yıllar uzun menzilli havacılıkta görev yapmış olan okul müdürü Tümgeneral S.G. Kalitsov, bir uzun menzilli havacılık müzesi yaratma hayali kurmuştu. Doğal olarak, reaktör çekirdeğindeki yakıt elementleri çoktan çekilmiştir. Gorbaçov’un stratejik silah azaltma döneminde, uçak bir savaş birimi olarak kabul edildi, parçalara ayrıldı ve hurda metale dönüştüğü bir çöp sahasına atıldı.

Tu-95LAL testleri sırasında elde edilen veriler A.N. uygulanması. OKB-23 artık mevcut olmadığından, Tupolev’ler hem ses altı hem de süpersonik stratejik uçaklarla uğraşmayı planladılar. Bu yoldaki önemli bir aşama, iki geleneksel turboprop motorlu NK-12M ve iki nükleer NK-14A ile geliştirilen deneysel uçak “119” (Tu-119) olacaktı. İkincisi kapalı bir döngüde çalıştı ve kalkış ve iniş sırasında sıradan gazyağı kullanma fırsatı buldu. Aslında, aynı Tu-95M idi, ancak LAL tipi bir reaktör ve reaktörden iç motorlara bir boru sistemi ile. Bu arabayı 1974’te havaya kaldırması gerekiyordu. Tupolev’in planına göre, Tu-119’a, asıl amacı denizaltı karşıtı olmak olan dört NK-14A ile geçiş uçağı rolünü oynaması istendi. savunma (FKÖ). Bu makine üzerindeki çalışmaların 1970’lerin ikinci yarısında başlaması planlanıyordu. Hem reaktörün hem de denizaltı karşıtı silah kompleksinin kolayca sığdığı nispeten “kalın” gövdede yolcu Tu-114’ü temel alacaklardı.

  

Program 1970’lerde varsayılmıştır. “120” (Tu-120) tek adı altında bir dizi nükleer süpersonik ağır uçağın geliştirilmesi başlayacak. Kuznetsov Tasarım Bürosu tarafından geliştirilen kapalı çevrim nükleer turbojet motorlarla donatılacağı varsayılmıştır. Bu serideki ilki, Tu-22’ye yakın, uzun menzilli bir bombardıman uçağı olacaktı. Uçak, normal aerodinamik konfigürasyona göre gerçekleştirildi ve kokpitten maksimum mesafede, eğimli kanatları ve kuyruğu, bisiklet iniş takımı, arka gövdesinde iki motorlu bir reaktörü olan yüksek kanatlı bir uçaktı. İkinci proje, alçak delta kanadı olan alçak irtifa saldırı uçağıydı. Üçüncüsü, uzun menzilli bir stratejik bombardıman uçağı projesiydi.

Yine de, Myasishchev’in projeleri gibi Tupolev programı da gerçek tasarımlara dönüştürülmeye mahkum değildi. Birkaç yıl sonra da olsa, SSCB hükümeti onu da kapattı. Sebepler, genel olarak Amerika Birleşik Devletleri’ndekiyle aynıydı. Önemli olan – atom bombacısının dayanılmaz derecede karmaşık ve pahalı bir silah sistemi olduğu ortaya çıktı. Yeni ortaya çıkan kıtalararası balistik füzeler, düşmanın tamamen yok edilmesi sorununu çok daha ucuza, daha hızlı ve tabiri caizse daha garantili olarak çözdü. Ve Sovyet ülkesinin de yeterli parası yoktu – o zamanlar yoğun bir ICBM konuşlandırması ve tüm fonların harcandığı bir nükleer denizaltı filosu vardı. Nükleer uçağın güvenli bir şekilde işletilmesiyle ilgili çözülmemiş sorunlar da rol oynadı. Siyasi heyecan da Sovyet liderliğini terk etti: o zamana kadar Amerikalılar bu alandaki çalışmaları çoktan kısıtlamıştı,

Ve LAL yer standının uygun bir araştırma tesisi olduğu ortaya çıktı. Havacılık konusu kapatıldıktan sonra bile, radyasyonun çeşitli malzemeler, cihazlar vb. üzerindeki etkisini belirlemek için başka çalışmalarda defalarca kullanıldı. Tupolev Tasarım Bürosu uzmanlarına göre, “… LAL’de ve analog stantta elde edilen araştırma materyalleri, nükleer santraller oluşturmanın bilimsel, teknik, yerleşim, tasarım, operasyonel, çevresel ve diğer sorunları hakkındaki bilgileri önemli ölçüde artırdı, ve bu nedenle bu çalışmanın sonuçlarından çok memnunuz. Aynı zamanda bu çalışmalar durdurulduğunda da daha az memnuniyet duymadık çünkü. kesinlikle kazasız havacılığın olmadığını kendi deneyimlerinden ve dünya deneyimlerinden biliyorlardı. Bilimsel, teknik ve insani sorunların karmaşıklığı nedeniyle münferit olaylardan %100 kaçınmak mümkün değil.”

Bununla birlikte, Tupolev Tasarım Bürosunda atom konusunun kapatılması, nükleer santralin bu şekilde terk edilmesi anlamına gelmiyordu. SSCB’nin askeri-politik liderliği, atom uçağını yalnızca kitle imha silahlarını doğrudan hedefe ulaştırma aracı olarak kullanmayı reddetti. Bu görev, dahil olmak üzere balistik füzelere verildi. denizaltılara dayanmaktadır. Denizaltılar Amerika açıklarında aylarca gizlice görevde kalabilir ve her an yakın mesafeden yıldırım düşebilir. Doğal olarak Amerikalılar, Sovyet füze denizaltılarıyla mücadeleye yönelik önlemler almaya başladı ve özel olarak oluşturulmuş saldırı denizaltılarının böyle bir mücadelenin en iyi aracı olduğu ortaya çıktı. Buna cevaben, Sovyet stratejistleri bu gizli ve hareketli gemiler için ve hatta ana kıyılarından binlerce mil uzaktaki bölgelerde bile bir av düzenlemeye karar verdiler.

Kapsam, her zaman Sovyet askeri programlarının özelliği olmuştur ve bu kez, o yılların dünyasının en büyük uçağı olan An-22 Antey temelinde ultra uzun menzilli bir FKÖ makinesi oluşturmaya karar verildi. 26 Ekim 1965’te, SBKP Merkez Komitesinin ve SSCB Bakanlar Konseyi’nin ilgili Kararı yayınlandı. Antey, büyük bir denizaltı karşıtı silah yükü, operatör işleri, dinlenme odaları ve tabii ki bir reaktör barındırmak için ideal olan gövdenin geniş iç hacimleri nedeniyle ordunun dikkatini çekti. Santralin, Tupolev’in projelerinde olduğu gibi NK-14A motorları içermesi gerekiyordu. Kalkışta ve inişte, 13.000 hp güç üreten geleneksel yakıt kullanmak zorunda kaldılar ve uçuş sırasında işlerini bir reaktör (8.900 hp) sağladı. Tahmini aylaklık süresi 50 saat, uçuş menzili ise 27.500 km olarak belirlendi. Tabii ki,

Kaynak

Nükleer uçak (14 fotoğraf)

  


M-60 stratejik atom bombacısı projesi1950’lerde olduğu gerçeğiyle başlayalım. SSCB’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin aksine, bir atom bombacısının yaratılması sadece arzu edilir, hatta çok değil, hayati bir görev olarak algılanıyordu. Bu tutum, ordunun ve askeri-sanayi kompleksinin üst düzey liderleri arasında iki durumun gerçekleşmesinin bir sonucu olarak oluştu. 

Birincisi, potansiyel bir düşmanın topraklarına atom bombası atma olasılığı açısından Devletlerin muazzam, ezici avantajı. Avrupa, Orta ve Uzak Doğu’daki onlarca hava üssünden hareket eden ABD uçakları, sadece 5-10 bin km uçuş menzili ile bile SSCB’nin herhangi bir noktasına ulaşıp geri dönebiliyordu. Sovyet bombardıman uçakları, kendi bölgelerindeki hava alanlarından çalışmaya zorlandı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan benzer bir baskın için 15-20 bin km’yi aşmak zorunda kaldılar.İlk Sovyet stratejik bombardıman uçakları M-4 ve Tu-95, Amerika Birleşik Devletleri’nin yalnızca en kuzeyini ve her iki kıyının nispeten küçük bölümlerini “kapsayabilir”. Ancak 1957’de bu makineler bile sadece 22 idi. Ve o zamana kadar SSCB’ye saldırabilecek Amerikan uçaklarının sayısı 1800’e ulaşmıştı! 

Üstelik bunlar, B-52, B-36, B-47 atom silahlarını taşıyan birinci sınıf bombardıman uçaklarıydı ve birkaç yıl sonra bunlara süpersonik B-58’ler katıldı.

  

119 projesinin bir parçası olarak Tu-95 temelinde inşa edilen Tupolev uçuş laboratuvarı, aslında bir nükleer santral fikrinin bir şekilde metale uygulandığı tek uçak oldu.

  İkincisi, 1950’lerde geleneksel bir elektrik santrali ile gerekli uçuş menziline sahip bir jet bombardıman uçağı yaratma görevi. fazlasıyla zor görünüyordu. Ayrıca, ihtiyacı hava savunma sistemlerinin hızlı gelişmesiyle belirlenen süpersonik. SSCB’nin ilk süpersonik stratejik taşıyıcısı M-50’nin uçuşları, 3-5 tonluk bir yükle, havada iki kez yakıt ikmali yapılsa bile menzilinin neredeyse 15.000 km’ye ulaşamayacağını gösterdi. 

Ancak hiç kimse süpersonik hızda ve ayrıca düşman topraklarında nasıl yakıt ikmali yapılacağına cevap veremedi. Yakıt ikmali ihtiyacı, bir savaş görevini tamamlama olasılığını önemli ölçüde azalttı ve ek olarak, böyle bir uçuş, uçakların yakıt ikmali ve yakıt ikmali için 500 tonun üzerinde büyük miktarda yakıt gerektiriyordu. 

Yani, sadece bir sortide, bir bombardıman alayı 10.000 tondan fazla gazyağı tüketebilir!Aynı zamanda, ülke nükleer enerji kullanımının çeşitli sorunlarını çözmek için güçlü bir araştırma ve üretim üssüne sahipti. Nisan 1943’te Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın zirvesinde I.V. Kurchatov liderliğinde düzenlenen SSCB Bilimler Akademisi’nin 2 Nolu Laboratuvarından kaynaklandı. ancak daha sonra yeni bir enerji türünün kullanılması için başka olasılıklar için aktif bir arayış başladı. Mart 1947’de – ABD’dekinden sadece bir yıl sonra – SSCB’de ilk kez devlet düzeyinde Bakanlar Konseyi’ne bağlı Birinci Ana Müdürlüğün Bilimsel ve Teknik Konseyi toplantısında) kullanma sorunu santrallerde nükleer reaksiyonların ısısı yükseltildi.

  Gelecekteki akademisyen A.P. Aleksandrov, çalışmanın bilimsel danışmanı oldu. Nükleer havacılık santrallerinin çeşitli varyantları dikkate alındı: ramjet, turbojet ve turboprop motorlara dayalı açık ve kapalı döngü. 

Çeşitli tipte reaktörler geliştirildi: hava ile ve ara sıvı metal soğutma ile, termal ve hızlı nötronlarla vb. Havacılıkta kullanım için kabul edilebilir soğutucular ve mürettebatı ve gemideki ekipmanı radyasyona maruz kalmaktan koruma yöntemleri incelenmiştir. Haziran 1952’de Alexandrov, Kurchatov’a şunları bildirdi: “… Nükleer reaktörler alanındaki bilgimiz, önümüzdeki yıllarda ağır uçaklar için kullanılan nükleer enerjili motorlar yaratma konusunu gündeme getirmemize izin veriyor …”.Ancak, fikrin yolunu açması üç yıl daha aldı. 

Bu süre zarfında ilk M-4 ve Tu-95 göklere çıkmayı başardı, dünyanın ilk nükleer santrali Moskova bölgesinde faaliyete geçti ve ilk Sovyet nükleer denizaltısının inşasına başlandı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ajanlarımız, orada bir atom bombacısı oluşturmak için yürütülen büyük ölçekli çalışma hakkında bilgi aktarmaya başladı. Bu veriler, havacılık için yeni bir enerji türü vaadinin teyidi olarak algılandı. Son olarak, 12 Ağustos 1955’te, SSCB Bakanlar Kurulu’nun 1561-868 sayılı Kararnamesi yayınlandı ve bir dizi havacılık endüstrisi kuruluşunun nükleer konularda çalışmaya başlaması talimatını verdi. 

Özellikle A.N.’den OKB-156 Tupolev, V.M.’den OKB-23. Myasishchev ve S.A.’dan OKB-301. Kuznetsov ve OKB-165 A.M.Teknik olarak en basit görev, S.A. Lavochkin başkanlığındaki OKB-301’e verildi – M.M. Bondaryuk OKB-670 tarafından tasarlanan nükleer ramjet motorlu deneysel bir seyir füzesi “375” geliştirmek. Bu motordaki geleneksel bir yanma odasının yeri, açık çevrimli bir reaktör tarafından işgal edildi – hava doğrudan çekirdekten akıyordu. 

Roket gövdesinin tasarımı, geleneksel bir ramjet ile kıtalararası seyir füzesi “350” üzerindeki gelişmelere dayanıyordu. Göreceli sadeliğine rağmen, “375” teması önemli bir gelişme göstermedi ve S.A. Lavochkin’in Haziran 1960’ta ölümü bu çalışmalara tamamen son verdi.

  


“Rocker” şemasının atomik turbojet motoru



  
Atomik turbojet motoru “koaksiyel” şeması

  


Myasishchev’in nükleer deniz uçağının olası proje planlarından biri
  
Nükleer uçuş laboratuvarı projesi
M-50’ye dayalı
  
M-30 stratejik atom bombacısı projesi
Daha sonra M-50’nin yaratılmasıyla uğraşan Myasishchev ekibine, “baş tasarımcı A.M. Lyulka’nın özel motorlarıyla” bir süpersonik bombardıman uçağının ön projesini yürütmesi emredildi. Tasarım Bürosunda tema “60” indeksini aldı, Yu.N. Trufanov bunun baş tasarımcısı olarak atandı. En genel ifadeyle, sorunun çözümü M-50’nin nükleer enerjili motorlarla donatılmasında ve açık çevrimde çalıştırılmasında (basitlik nedeniyle) görüldüğünden, M-60’ın geleceğine inanılıyordu. SSCB’deki ilk nükleer uçak olmak. Ancak 1956’nın ortalarında ortaya çıkan sorunun bu kadar basit bir şekilde çözülemeyeceği anlaşıldı. Yeni kontrol sistemine sahip makinenin, uçak tasarımcılarının daha önce hiç karşılaşmadığı bir dizi özel özelliğe sahip olduğu ortaya çıktı. Ortaya çıkan sorunların yeniliği o kadar büyüktü ki, OKB’de hiç kimse,İlk sorun, insanların radyoaktif radyasyondan korunmasıydı. O ne olmalı? Kaç kilo olmalısın? Mürettebatın aşılmaz kalın duvarlı bir kapsül içine alınmış normal işleyişi nasıl sağlanır, dahil. işyerlerinden inceleme ve acil kaçış? İkinci sorun, güçlü radyasyon ve reaktörden yayılan ısı akışlarının neden olduğu, bilinen yapısal malzemelerin özelliklerinde keskin bir bozulmadır. Bu nedenle yeni malzemeler yaratma ihtiyacı. Üçüncüsü, nükleer uçakların işletilmesi ve çok sayıda yer altı yapısı ile uygun hava üslerinin inşası için tamamen yeni bir teknoloji geliştirme ihtiyacıdır. Sonuçta, açık döngü motorunu durdurduktan sonra, tek bir kişinin 2-3 ay daha ona yaklaşamayacağı ortaya çıktı! Bu, uçağın ve motorun uzaktan yer bakımına ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Kuyu,Bunların ve diğer birçok taş üstüne taş probleminin farkında olmak, M-50 planörünü kullanma konusundaki orijinal fikri bırakmadı. Tasarımcılar, yukarıdaki sorunların çözülebilir göründüğü yeni bir düzen bulmaya odaklandılar. Aynı zamanda, nükleer santralin uçaktaki yerini seçmenin ana kriteri, mürettebattan maksimum mesafesi olarak kabul edildi. Buna uygun olarak, M-60’ın bir ön tasarımı geliştirildi; burada dört nükleer turbojet motor, tek bir nükleer bölme oluşturan “iki katlı” çiftler halinde arka gövdeye yerleştirildi. Uçağın, ince bir trapez çıkıntılı kanadı ve omurganın tepesinde bulunan aynı yatay kuyruğu olan bir orta kanat şeması vardı. İç süspansiyona roket ve bomba silahlarının yerleştirilmesi planlandı. Uçağın uzunluğunun yaklaşık 66 m olması gerekiyordu,Mürettebatın, özel malzemelerden yapılmış güçlü çok katmanlı korumaya sahip kör bir kapsüle yerleştirilmesi gerekiyordu. Atmosferik havanın radyoaktivitesi, kabini basınçlandırmak ve solumak için kullanma olasılığını dışladı. Bu amaçlar için, gemideki sıvı gazların buharlaştırılmasıyla özel gazlaştırıcılarda elde edilen oksijen-azot karışımının kullanılması gerekiyordu. Görsel görüş eksikliği periskoplar, televizyon ve radar ekranlarının yanı sıra tam otomatik bir uçak kontrol sisteminin kurulmasıyla telafi edilmek zorundaydı. İkincisinin, kalkış ve iniş, hedefe erişim vb. Dahil olmak üzere uçuşun tüm aşamalarını sağlaması gerekiyordu. Bu mantıksal olarak insansız bir stratejik bombardıman uçağı fikrine yol açtı. Ancak Hava Kuvvetleri, kullanımda daha güvenilir ve esnek olduğu için insanlı bir versiyonda ısrar etti.

  


Yer Reaktörü Test TezgahıM-60 için nükleer turbojet motorlarının 22.500 kgf mertebesinde bir kalkış itişi geliştirmesi gerekiyordu. OKB A.M. Lyulka bunları iki versiyonda geliştirdi: halka şeklindeki reaktörün geleneksel yanma odasının arkasına yerleştirildiği ve turboşarj milinin içinden geçtiği bir “koaksiyel” şema; ve “rocker” şeması – kavisli bir akış parçası ve reaktörün şaftın dışına çıkarılması ile. Myasishchevtsy, her iki motor türünü de kullanmaya çalıştı ve her birinde hem avantaj hem de dezavantaj buldu. Ancak M-60 ön taslağının Sonuç bölümünde yer alan ana sonuç şuydu: “… uçağın motorunu, ekipmanını ve gövdesini oluşturmadaki büyük zorlukların yanı sıra, sağlanmasında tamamen yeni sorunlar ortaya çıkıyor. zorunlu iniş durumunda yer operasyonu ve mürettebatı, nüfusu ve araziyi korumak. Bu görevler … henüz çözülmedi. Aynı zamanda, Nükleer motorlu insanlı bir uçak yaratmanın uygunluğunu belirleyen bu sorunları çözme olasılığıdır. Gerçekten kehanet sözleri!Bu sorunların çözümünü pratik bir düzleme çevirmek için V.M. Myasishchev, ön gövdeye bir nükleer motorun yerleştirileceği M-50’ye dayalı bir uçuş laboratuvarı için bir proje geliştirmeye başladı. Ve bir savaş durumunda nükleer uçak üslerinin beka kabiliyetini kökten artırmak için, beton pistlerin kullanımının tamamen terk edilmesi ve nükleer bombardıman uçağının süpersonik (!) bir M-60M uçan tekneye dönüştürülmesi önerildi. Bu proje, arazi versiyonuna paralel olarak geliştirildi ve onunla önemli bir süreklilik sağladı. Tabii aynı zamanda motorların kanatları ve hava girişleri de olabildiğince suyun üzerine çıkarıldı. Kalkış ve iniş cihazları, bir burun hidro-kayağı, ventral geri çekilebilir hidrofiller ve kanadın uçlarında döner yanal stabilite şamandıraları içeriyordu.

  


Reaktör ve radyasyon sensörlerinin Tu-95LAL’e yerleştirilmesiTasarımcıların karşılaştığı problemler en zor olanıydı, ancak çalışma devam etti ve tüm zorlukların, geleneksel uçakların uçuş menzilini arttırmaktan önemli ölçüde daha az olan bir zaman diliminde aşılabileceği görüldü. 1958’de V.M. Myasishchev, SBKP Merkez Komitesi Başkanlığı’nın talimatıyla, “Stratejik Havacılığın Durumu ve Olası Beklentileri” adlı bir rapor hazırladı ve burada kesin olarak şunları söyledi: “… M-52K ve M-56K projeleri [konvansiyonel yakıtlı bombardıman uçakları, – ed.] Savunma Bakanlığı tarafından bu tür sistemlerin menzilinin yetersizliği hattında, tüm çalışmaları stratejik bombardıman uçaklarına odaklamak bize faydalı görünüyor. nükleer motorlu süpersonik bir bombardıman sisteminin,Myasishchev’in aklında, her şeyden önce, N. D. Kuznetsov Tasarım Bürosu tarafından tasarlanan kapalı çevrim nükleer santralli yeni bir stratejik bombardıman-füze gemisi projesi vardı. Bu arabayı 7 yılda yaratması bekleniyordu. 1959’da, bunun için bir delta kanadı ve önemli ölçüde süpürülmüş bir ön kuyruk ünitesine sahip uydurma bir aerodinamik konfigürasyon seçildi. Altı nükleer turbojet motorunun uçağın kuyruk bölümüne yerleştirilmesi ve bir veya iki paket halinde birleştirilmesi gerekiyordu. Reaktör gövdeye yerleştirildi. Soğutucu olarak sıvı metal kullanması gerekiyordu: lityum veya sodyum. Motorlar gazyağı ile çalışabiliyordu. Kontrol sisteminin kapalı çalışma döngüsü, kokpitin atmosferik hava ile havalandırılmasını ve korumanın ağırlığını büyük ölçüde azaltmayı mümkün kıldı.M-30’un ilk uçuşu 1966 için planlandı, ancak OKB-23 Myasishchev’in tasarım çalışmalarına başlamak için zamanı bile yoktu. Bir hükümet kararnamesi ile OKB-23 Myasishchev, OKB-52 V.N. ve roket ve uzay konularına tamamen yeniden yönelmek. Böylece, OKB-23’ün nükleer uçak açısından birikmiş iş yükü gerçek tasarımlara çevrilmedi.

  


Tu-95LAL. Ön planda – radyasyon sensörlü bir kapSüpersonik bir stratejik uçak yaratmaya çalışan V.M. Myasishchev ekibinin aksine, A.N. Tupolev’in Tasarım Bürosu-156’ya başlangıçta daha gerçekçi bir görev verildi – bir ses altı bombardıman uçağı geliştirmek. Pratikte bu görev, Amerikalı tasarımcıların karşılaştığı görevle tamamen aynıydı – mevcut bir makineyi bir reaktörle, bu durumda Tu-95 ile donatmak. Bununla birlikte, Tupolev’lerin, Aralık 1955’te, Sovyet istihbarat kanallarından ABD’de bir reaktörle B-36’nın test uçuşları hakkında raporlar gelmeye başladığında, önlerindeki işi kavramak için zamanları bile olmamıştı. Şimdi bir akademisyen olan ve o yıllarda Kurchatov Enstitüsü’nün genç bir çalışanı olan N.N. Ponomarev-Stepnoy, Amerika’da reaktörlü bir uçağın uçtuğunu hatırlıyor. Şimdi tiyatroya gidiyor ama performansın sonunda böyle bir projenin olasılığı hakkında bilgi sahibi olması gerekiyor. Merkin bizi topladı. Beyin fırtınasıydı. Böyle bir uçağın var olduğu sonucuna vardık. Gemide bir reaktörü var ama konvansiyonel yakıtla uçuyor. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “. Ve havada, bizi çok endişelendiren radyasyon akışının saçılmasıyla ilgili bir çalışma var. Böyle bir araştırma olmadan, nükleer bir uçağa koruma monte etmek imkansızdır. Merkin, Kurchatov’a bulgularımızı anlattığı tiyatroya gitti. Bundan sonra Kurchatov, Tupolev’i benzer deneyler yapmaya davet etti … “.28 Mart 1956’da, Tupolev Tasarım Bürosu’nun Tu-95 serisine dayalı bir uçan nükleer laboratuvar (LAL) tasarlamaya başladığı SSCB Bakanlar Kurulu Kararı yayınlandı. Bu çalışmaların doğrudan katılımcıları olan V.M. Vul ve D.A. Leipunsky, N.N. Ponomarev-Stepnoy, V.I. malzemelere, kontrol sistemine vb. Çok geçmeden bu seminerlerde hararetli tartışmalar başladı: nükleer teknoloji ile uçak gereklilikleri ve sınırlamaları nasıl birleştirilir. İşte bu tür tartışmalara bir örnek: Reaktör tesisinin hacmi başlangıçta bize nükleer bilim adamları tarafından küçük bir evin hacmi olarak tanımlandı. Ancak OKB bağlayıcıları, LAL için koruma düzeyi için belirtilen tüm gereklilikleri yerine getirirken, boyutlarını, özellikle koruyucu yapıları büyük ölçüde “sıkıştırmayı” başardı. Seminerlerden birinde A.N. Tupolev “… evler uçaklarda taşınmaz” fark etti ve düzenimizi gösterdi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi. Nükleer bilim adamları şaşırdılar – ilk önce bu kadar kompakt bir çözümle karşılaştılar. Kapsamlı bir analizden sonra, Tu-95’te LAL için ortaklaşa kabul edildi.

  


Tu-95LAL. Kaplamalar ve reaktör hava girişiBu toplantılar sırasında, LAL’nin oluşturulması için ana hedefler formüle edildi. radyasyonun uçak üniteleri ve sistemleri üzerindeki etkisinin incelenmesi, kompakt radyasyondan korunmanın etkinliğinin doğrulanması, çeşitli uçuş irtifalarında havadan gama ve nötron radyasyonunun yansımasının deneysel olarak incelenmesi, nükleer santrallerin işleyişine hakim olmak. Kompakt koruma, Tupolev’in “know-how”larından biri haline geldi. Tasarımları, mürettebatı her yönde sabit kalınlıkta küresel korumalı bir kapsüle yerleştirmeyi sağlayan OKB-23’ün aksine, OKB-156 tasarımcıları değişken kalınlıkta koruma kullanmaya karar verdiler. Aynı zamanda, maksimum koruma derecesi yalnızca reaktörden, yani pilotların arkasından gelen doğrudan radyasyondan sağlandı. Aynı zamanda kabinin yan ve ön siperi minimumda tutulmalı, çevreleyen havadan yansıyan radyasyonu emme ihtiyacı nedeniyle. Yansıtılan radyasyon seviyesinin doğru bir şekilde değerlendirilmesi için, esas olarak bir uçuş deneyi kuruldu.Tasarım Bürosu’nun birçok departmanı, uçak gövdesi ve ekipman ve montajların önemli bir kısmı elden geçirildiği için LAL çalışmalarına katıldı. Ana yük, bağlayıcılara (S.M. Eger, G.I. Zaltsman, V.P. Sakharov, vb.) ve enerji santralleri departmanına (K.V. Minkner, V.M. Vulya, A.P. Baluev , B.S. Ivanova, N.P. Leonova ve diğerleri) düştü. A.N. Tupolev her şeyi kendisi denetledi. G.A. Ozerov’u bu konuda baş asistanı olarak atadı.Reaktörle ilgili ön çalışma ve deneyim kazanmak için, tasarım işi I.F. Nezval başkanlığındaki Tasarım Bürosu’nun Tomilin şubesine emanet edilen bir yer test tezgahı inşa edilmesi planlandı. Stand, Tu-95 gövdesinin orta kısmı temelinde oluşturuldu ve reaktör, asansörlü özel bir platform üzerine kuruldu ve gerekirse indirilebilir. Stantta ve ardından LAL’de radyasyondan korunma, üretimi yeni teknolojiler gerektiren havacılık için tamamen yeni olan malzemeler kullanılarak yapıldı.A.S. Feinshtein liderliğinde Tasarım Bürosu’nun metal olmayan bölümünde geliştirildiler. Koruyucu malzemeler ve bunlardan yapı elemanları, kimya endüstrisinden uzmanlarla ortaklaşa oluşturuldu, nükleer bilim adamları tarafından test edildi ve kullanıma uygun bulundu. 1958’de, yer standı inşa edildi ve Semipalatinsk yakınlarındaki hava alanlarından birindeki deney üssünün adı olan Polovinka’ya taşındı. Ertesi yılın Haziran ayında stantta reaktörün ilk lansmanı yapıldı. Testleri sırasında belirli bir güç seviyesine ulaşmak, radyasyon kontrol ve izleme cihazlarını, bir koruma sistemini test etmek ve LAL ekibi için öneriler geliştirmek mümkün oldu. Aynı zamanda LAL için bir reaktör tesisi de hazırlandı.

  


Tu-95LAL. Reaktör sökümü.15.000 hp güce sahip dört NK-12M turboprop motorlu Tu-95M seri stratejik bombardıman uçağı No. 7800408, Tu-95LAL adını alan bir uçan laboratuvara dönüştürüldü. Uçaktaki tüm silahlar çıkarıldı. Mürettebat ve deneyciler, nüfuz eden radyasyonu kaydeden bir sensörü de barındıran ön basınçlı kabindeydiler. Kokpitin arkasına, toplam kalınlığı yaklaşık 20 cm olan 5 cm’lik kurşun levha ve birleşik malzemelerden (polietilen ve ceresin) yapılmış koruyucu bir ekran yerleştirildi.Muharebe yükünün olduğu bomba bölmesine ikinci bir sensör yerleştirildi. gelecekte yer almak. Arkasında, uçağın kuyruğuna daha yakın bir yerde reaktör vardı. Üçüncü sensör arabanın arka kabinindeydi. Çıkarılamayan metal kaportalarda kanat panellerinin altına iki sensör daha monte edildi.Reaktörün kendisi, yine kurşun ve kombine malzemelerden oluşan güçlü bir koruyucu kabukla çevriliydi ve uçak motorlarıyla hiçbir bağlantısı yoktu – yalnızca bir radyasyon kaynağı olarak hizmet ediyordu. İçinde nötron moderatörü ve aynı zamanda soğutucu olarak damıtılmış su kullanıldı. Isıtılan su, kapalı birincil su sirkülasyon devresinin bir parçası olan bir ara ısı eşanjöründe ısı verdi. Metal duvarları sayesinde, bir su-hava radyatöründe dağıtıldığı ikincil devrenin suyuna ısı çıkarıldı. İkincisi, uçuş sırasında gövdenin altındaki büyük bir hava girişinden bir hava akımıyla üflendi. Reaktör, uçak gövdesinin konturlarının biraz ötesine uzanıyordu ve yukarıdan, aşağıdan ve yanlardan metal kaplamalarla kaplandı. Reaktörün dairesel korumasının yeterince etkili olduğu düşünüldüğünden, yansıyan radyasyon üzerinde deneyler yapmak için uçuş sırasında açılabilen pencereler sağladı. Pencereler, çeşitli yönlerde radyasyon ışınları oluşturmayı mümkün kıldı. Açılış ve kapanışları deneyi yapan kişinin kokpitteki konsolundan kontrol ediliyordu.

  


Tu-114’e dayalı bir nükleer denizaltı karşıtı uçak projesiTu-95LAL’in inşası ve gerekli ekipmanla donatılması 1959-60’ı aldı. 1961 baharında, “… uçak Moskova yakınlarındaki havaalanındaydı,” diye devam ediyor N.N. Ponomarev-Stepnoy, “ve Tupolev, Bakan ile geldi. Dementyev ona bakmak için. Tupolev radyasyondan korunma sistemini şöyle açıkladı: “… En ufak bir boşluk olmaması gerekir, aksi takdirde nötronlar bunun içinden dışarı çıkar.” “Ne olmuş?” Bakan anlamadı. Ve sonra Tupolev basit bir şekilde açıkladı: “Soğuk bir günde, havaalanına çıkacaksınız ve düğmeniz açılacak – her şey donacak!” Bakan güldü – diyorlar ki, şimdi nötronlarla her şey açık…”.Mayıs’tan Ağustos 1961’e kadar Tu-95LAL’de 34 uçuş gerçekleştirildi. Uçak test pilotları M.M. Nyukhtikov, E.A. Goryunov, M.A. Zhila ve diğerleri, mühendis N.V. Lashkevich arabanın lideriydi. Uçuş testlerine deneyin başkanı nükleer bilim adamı N. Ponomarev-Stepnoy ve operatör V. Mordashev katıldı. Uçuşlar hem “soğuk” bir reaktörle hem de çalışan bir reaktörle gerçekleştirildi. Kokpitteki ve denize düşen radyasyon durumuyla ilgili çalışmalar fizikçiler V. Madeev ve S. Korolev tarafından gerçekleştirildi.Tu-95LAL testleri, uygulanan radyasyondan korunma sisteminin oldukça yüksek bir verimliliğini gösterdi, ancak aynı zamanda onun hantallığını, çok fazla ağırlığını ve daha fazla iyileştirme ihtiyacını ortaya çıkardı. Ve bir nükleer uçağın ana tehlikesi, kaza olasılığı ve geniş alanların nükleer bileşenlerle kirlenmesi olarak kabul edildi.Tu-95LAL uçağının diğer kaderi, Sovyetler Birliği’ndeki diğer birçok uçağın kaderine benzer – imha edildi. Testleri tamamladıktan sonra, Semipalatinsk yakınlarındaki hava alanlarından birinde ve 1970’lerin başında uzun süre durdu. Irkutsk Askeri Havacılık Teknik Okulu’nun eğitim havaalanına transfer edildi. Daha önce uzun yıllar uzun menzilli havacılıkta görev yapmış olan okul müdürü Tümgeneral S.G. Kalitsov, bir uzun menzilli havacılık müzesi yaratma hayali kurmuştu. Doğal olarak, reaktör çekirdeğindeki yakıt elementleri çoktan çekilmiştir. Gorbaçov’un stratejik silah azaltma döneminde, uçak bir savaş birimi olarak kabul edildi, parçalara ayrıldı ve hurda metale dönüştüğü bir çöp sahasına atıldı.Tu-95LAL testleri sırasında elde edilen veriler A.N. uygulanması. OKB-23 artık mevcut olmadığından, Tupolev’ler hem ses altı hem de süpersonik stratejik uçaklarla uğraşmayı planladılar. Bu yoldaki önemli bir aşama, iki geleneksel turboprop motorlu NK-12M ve iki nükleer NK-14A ile geliştirilen deneysel uçak “119” (Tu-119) olacaktı. İkincisi kapalı bir döngüde çalıştı ve kalkış ve iniş sırasında sıradan gazyağı kullanma fırsatı buldu. Aslında, aynı Tu-95M idi, ancak LAL tipi bir reaktör ve reaktörden iç motorlara bir boru sistemi ile. Bu arabayı 1974’te havaya kaldırması gerekiyordu. Tupolev’in planına göre, Tu-119’a, asıl amacı denizaltı karşıtı olmak olan dört NK-14A ile geçiş uçağı rolünü oynaması istendi. savunma (FKÖ). Bu makine üzerindeki çalışmaların 1970’lerin ikinci yarısında başlaması planlanıyordu. Hem reaktörün hem de denizaltı karşıtı silah kompleksinin kolayca sığdığı nispeten “kalın” gövdede yolcu Tu-114’ü temel alacaklardı.

  Program 1970’lerde varsayılmıştır. “120” (Tu-120) tek adı altında bir dizi nükleer süpersonik ağır uçağın geliştirilmesi başlayacak. Kuznetsov Tasarım Bürosu tarafından geliştirilen kapalı çevrim nükleer turbojet motorlarla donatılacağı varsayılmıştır. Bu serideki ilki, Tu-22’ye yakın, uzun menzilli bir bombardıman uçağı olacaktı. Uçak, normal aerodinamik konfigürasyona göre gerçekleştirildi ve kokpitten maksimum mesafede, eğimli kanatları ve kuyruğu, bisiklet iniş takımı, arka gövdesinde iki motorlu bir reaktörü olan yüksek kanatlı bir uçaktı. İkinci proje, alçak delta kanadı olan alçak irtifa saldırı uçağıydı. Üçüncüsü, uzun menzilli bir stratejik bombardıman uçağı projesiydi.Yine de, Myasishchev’in projeleri gibi Tupolev programı da gerçek tasarımlara dönüştürülmeye mahkum değildi. Birkaç yıl sonra da olsa, SSCB hükümeti onu da kapattı. Sebepler, genel olarak Amerika Birleşik Devletleri’ndekiyle aynıydı. Önemli olan – atom bombacısının dayanılmaz derecede karmaşık ve pahalı bir silah sistemi olduğu ortaya çıktı. Yeni ortaya çıkan kıtalararası balistik füzeler, düşmanın tamamen yok edilmesi sorununu çok daha ucuza, daha hızlı ve tabiri caizse daha garantili olarak çözdü. Ve Sovyet ülkesinin de yeterli parası yoktu – o zamanlar yoğun bir ICBM konuşlandırması ve tüm fonların harcandığı bir nükleer denizaltı filosu vardı. Nükleer uçağın güvenli bir şekilde işletilmesiyle ilgili çözülmemiş sorunlar da rol oynadı. Siyasi heyecan da Sovyet liderliğini terk etti: o zamana kadar Amerikalılar bu alandaki çalışmaları çoktan kısıtlamıştı,Ve LAL yer standının uygun bir araştırma tesisi olduğu ortaya çıktı. Havacılık konusu kapatıldıktan sonra bile, radyasyonun çeşitli malzemeler, cihazlar vb. üzerindeki etkisini belirlemek için başka çalışmalarda defalarca kullanıldı. Tupolev Tasarım Bürosu uzmanlarına göre, “… LAL’de ve analog stantta elde edilen araştırma materyalleri, nükleer santraller oluşturmanın bilimsel, teknik, yerleşim, tasarım, operasyonel, çevresel ve diğer sorunları hakkındaki bilgileri önemli ölçüde artırdı, ve bu nedenle bu çalışmanın sonuçlarından çok memnunuz. Aynı zamanda bu çalışmalar durdurulduğunda da daha az memnuniyet duymadık çünkü. kesinlikle kazasız havacılığın olmadığını kendi deneyimlerinden ve dünya deneyimlerinden biliyorlardı. Bilimsel, teknik ve insani sorunların karmaşıklığı nedeniyle münferit olaylardan %100 kaçınmak mümkün değil.”Bununla birlikte, Tupolev Tasarım Bürosunda atom konusunun kapatılması, nükleer santralin bu şekilde terk edilmesi anlamına gelmiyordu. SSCB’nin askeri-politik liderliği, atom uçağını yalnızca kitle imha silahlarını doğrudan hedefe ulaştırma aracı olarak kullanmayı reddetti. Bu görev, dahil olmak üzere balistik füzelere verildi. denizaltılara dayanmaktadır. Denizaltılar Amerika açıklarında aylarca gizlice görevde kalabilir ve her an yakın mesafeden yıldırım düşebilir. Doğal olarak Amerikalılar, Sovyet füze denizaltılarıyla mücadeleye yönelik önlemler almaya başladı ve özel olarak oluşturulmuş saldırı denizaltılarının böyle bir mücadelenin en iyi aracı olduğu ortaya çıktı. Buna cevaben, Sovyet stratejistleri bu gizli ve hareketli gemiler için ve hatta ana kıyılarından binlerce mil uzaktaki bölgelerde bile bir av düzenlemeye karar verdiler.Kapsam, her zaman Sovyet askeri programlarının özelliği olmuştur ve bu kez, o yılların dünyasının en büyük uçağı olan An-22 Antey temelinde ultra uzun menzilli bir FKÖ makinesi oluşturmaya karar verildi. 26 Ekim 1965’te, SBKP Merkez Komitesinin ve SSCB Bakanlar Konseyi’nin ilgili Kararı yayınlandı. Antey, büyük bir denizaltı karşıtı silah yükü, operatör işleri, dinlenme odaları ve tabii ki bir reaktör barındırmak için ideal olan gövdenin geniş iç hacimleri nedeniyle ordunun dikkatini çekti. Santralin, Tupolev’in projelerinde olduğu gibi NK-14A motorları içermesi gerekiyordu. Kalkışta ve inişte, 13.000 hp güç üreten geleneksel yakıt kullanmak zorunda kaldılar ve uçuş sırasında işlerini bir reaktör (8.900 hp) sağladı. Tahmini aylaklık süresi 50 saat, uçuş menzili ise 27.500 km olarak belirlendi. Tabii ki,

Kaynak

4

5 Şubat 2022

     

yorum Yap

Sadece yoldan geçen biri 

5 Şubat 2022 12:27 #

BiraRybkaKekSutyenŞemsiye - 3000 yorumSu ısıtıcısı - 7000 yorumDavul - 15000 yorumİlk yayın için konyakHer şey doğru yazılmış.Amerikalılar, gemiye yerleştirilmiş nükleer reaktörlü uçakların uçuş testlerini yaptılar.Tu-95LAL, reaktör çalışır durumdayken, uçuş halindeki reaktörün kontrolünün incelendiği bir dizi uçuş testine tabi tutuldu.ABD ve SSCB nükleer geliştirme programları 1960’ların ortalarında kapatılmış olsa da, 2003 yılında ABD Hava Kuvvetleri Askeri Araştırma Laboratuvarı, uçuş süresini birkaç aya çıkarmak için Global Hawk insansız keşif uçağı için bir atom motorunun geliştirilmesini finanse etti. …

2

cevap alıntı

https://www.drive2.ru/c/288230…

https://ekabu.ru/208434-atomnyy-samolet-14-foto.html

Nükleer motor sahip uçak

SSCB’nin nükleer uçağına ABD’den çok daha fazla ihtiyaç vardı. Ne de olsa, SSCB’ye nükleer saldırı planları gerçekti ve 1949’da RDS-1 nükleer bombasının ilk testinden önce, SSCB’nin cevaplayacak hiçbir şeyi yoktu. Bundan sonra Amerikalı analistler savaşı kaybetme şansı olduğu sonucuna varsalar da SSCB’nin durumu ciddiydi. Ne de olsa Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Avrupa, Uzak ve Orta Doğu’da düzinelerce askeri üssü vardı. Onlardan hareket eden ABD Hava Kuvvetleri, SSCB toprakları boyunca saldırabilir. Ve SSCB ancak kendi topraklarından hareket edebilirdi.    

                                                                                             

1950 lerde SSCB’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin aksine, bir atom bombacısının yaratılması sadece arzu edilir, hatta çok değil, hayati bir görev olarak algılanıyordu. Bu tutum, ordunun üst düzey liderleri ile askeri-sanayi kompleksi arasında iki koşulun gerçekleşmesi sonucu oluşmuştur. Birincisi, potansiyel bir düşmanın topraklarına atom bombası atma olasılığı açısından Devletlerin muazzam, ezici avantajı. Avrupa, Orta ve Uzak Doğu’daki onlarca hava üssünden hareket eden ABD uçakları, sadece 5-10 bin km uçuş menzili ile bile SSCB’nin herhangi bir noktasına ulaşıp geri dönebiliyordu. Sovyet bombardıman uçakları, kendi bölgelerindeki hava alanlarından çalışmaya zorlandı ve Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan benzer bir baskın için 15-20 bin km’yi aşmaları gerekiyordu. SSCB’de böyle bir menzile sahip hiç uçak yoktu. İlk Sovyet stratejik bombardıman uçakları M-4 ve Tu-95, Amerika Birleşik Devletleri’nin yalnızca en kuzeyini ve her iki kıyının nispeten küçük bölümlerini “kapsayabilir”.    

Ancak 1957’de bu makineler bile sadece 22 idi. Ve o zamana kadar SSCB’ye saldırabilecek Amerikan uçaklarının sayısı 1800’e ulaşmıştı! Üstelik bunlar, B-52, B-36, B-47 atom silahlarını taşıyan birinci sınıf bombardıman uçaklarıydı ve birkaç yıl sonra bunlara süpersonik B-58’ler katıldı. Bu koşullar altında, menzil sınırlaması olmayan bir nükleer uçak fikri çok çekici görünüyordu.

İkincisi, 1950’lerde geleneksel bir elektrik santrali ile gerekli uçuş menziline sahip bir jet bombardıman uçağı yaratma görevi. fazlasıyla zor görünüyordu. Ayrıca, ihtiyacı hava savunma sistemlerinin hızlı gelişmesiyle belirlenen süpersonik. SSCB’nin ilk süpersonik stratejik taşıyıcısı M-50’nin uçuşları, 3-5 tonluk bir yükle, havada iki kez yakıt ikmali yapılsa bile menzilinin neredeyse 15.000 km’ye ulaşamayacağını gösterdi. Ancak hiç kimse süpersonik hızda ve ayrıca düşman topraklarında nasıl yakıt ikmali yapılacağına cevap veremedi. Yakıt ikmali ihtiyacı, bir savaş görevini tamamlama olasılığını önemli ölçüde azalttı ve ek olarak, böyle bir uçuş, uçakların yakıt ikmali ve yakıt ikmali için 500 tonun üzerinde büyük miktarda yakıt gerektiriyordu. Yani, sadece bir sortide, bir bombardıman alayı 10.000 tondan fazla gazyağı tüketebilir!

Aynı zamanda, ülke nükleer enerji kullanımının çeşitli sorunlarını çözmek için güçlü bir araştırma ve üretim üssüne sahipti. Nisan 1943’te Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın zirvesinde I.V. Kurchatov liderliğinde düzenlenen SSCB Bilimler Akademisi’nin 2 Nolu Laboratuvarından kaynaklandı. ancak daha sonra yeni bir enerji türünün kullanılması için başka olasılıklar için aktif bir arayış başladı. Mart 1947’de – ABD’den sadece bir yıl sonra – SSCB’de ilk kez devlet düzeyinde (Bakanlar Konseyi’ne bağlı Birinci Ana Müdürlüğün Bilimsel ve Teknik Konseyi toplantısında) kullanma sorunu santrallerde nükleer reaksiyonların ısısı yükseltildi. Ancak, fikrin yolunu açması üç yıl daha aldı. Bu süre zarfında ilk M-4 ve Tu-95 göklere çıkmayı başardı, dünyanın ilk nükleer santrali Moskova bölgesinde faaliyete geçti ve ilk Sovyet nükleer denizaltısının inşasına başlandı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ajanlarımız, orada bir atom bombacısı oluşturmak için yürütülen büyük ölçekli çalışma hakkında bilgi aktarmaya başladı. Bu veriler, havacılık için yeni bir enerji türü vaadinin teyidi olarak algılandı. Son olarak, 12 Ağustos 1955’te, SSCB Bakanlar Kurulu’nun 1561-868 sayılı Kararnamesi yayınlandı ve bir dizi havacılık endüstrisi kuruluşunun nükleer konularda çalışmaya başlaması talimatını verdi. Özellikle A.N.’den OKB-156 Tupolev, V.M.’den OKB-23. Myasishchev ve S.A.’dan OKB-301. Kuznetsov ve OKB-165 A.M.

                                                          Самолёт М-4 Uçak M-4

 1947’de, geleceğin akademisyeni A.P. Aleksandrov’un rehberliğinde, gemileri, denizaltıları ve uçakları hareket ettirmek için nükleer enerji kullanma sorunlarını inceleme çalışmaları başladı. 1952’de Alexandrov, Kurchatov’a nükleer motorlu uçaklar yaratmak için nükleer reaktörler alanındaki bilginin yeterliliğini bildirdi. Ancak SSCB Bakanlar Kurulu’nun nükleer motorlu uçaklarda çalışmaya başlama kararı yalnızca Ağustos 1955’te yayınlandı. Bu zamana kadar, Obninsk’teki ilk nükleer santral çoktan inşa edilmişti, ilk Sovyet nükleer denizaltısı inşa ediliyordu ve Amerikalıların nükleer bir uçak üzerindeki çalışmaları hakkında istihbarat bildirildi. Myasishchev ve Tupolev’in tasarım bürolarının bir nükleer santral ile kendi bombardıman uçağı çeşitlerini yaratması gerekiyordu ve Lyulka ve Kuznetsov Tasarım Bürosu nükleer motorların yaratılmasıyla meşguldü. Başlangıçta, Myasishchev Tasarım Bürosu, halihazırda geliştirilmekte olan M-50 süpersonik uçağına dayalı bir nükleer uçak yaratmayı planladı.

                  Ağır bombardman uçağı M 50

Ancak çok geçmeden bir dizi yeni ve özel sorunun çözülmesi gerektiği anlaşıldı:

  • Mürettebatın radyoaktif radyasyondan korunması.
  • Işınlama sırasında özelliklerini kaybetmeyen yeni malzemeler.
  • Yeraltı tesisleri ile yeni hava üsleri.
  • Uçak ve motorların yerden uzaktan bakımı.
  • Bir uçak kazası durumunda güvenlik sorunu.

Teknik olarak en basit görev, S.A. Lavochkin başkanlığındaki OKB-301’e verildi – M.M. Bondaryuk OKB-670 tarafından tasarlanan nükleer ramjet motorlu deneysel bir seyir füzesi “375” geliştirmek. Bu motordaki geleneksel bir yanma odasının yeri, açık çevrimli bir reaktör tarafından işgal edildi – hava doğrudan çekirdekten aktı. Roket gövdesinin tasarımı, geleneksel bir ramjet ile kıtalararası seyir füzesi “350” üzerindeki gelişmelere dayanıyordu. Göreceli sadeliğine rağmen, “375” teması önemli bir gelişme göstermedi ve S.A. Lavochkin’in Haziran 1960’ta ölümü bu çalışmalara tamamen son verdi

Daha sonra M-50’nin yaratılmasıyla uğraşan Myasishchev ekibine, “baş tasarımcı A.M. Lyulka’nın özel motorlarıyla” bir süpersonik bombardıman uçağının ön projesini yürütmesi emredildi. Tasarım Bürosunda tema “60” indeksini aldı, Yu.N. Trufanov bunun baş tasarımcısı olarak atandı. En genel ifadeyle, sorunun çözümü M-50’nin nükleer enerjili motorlarla donatılmasında ve açık çevrimde çalıştırılmasında (basitlik nedeniyle) görüldüğünden, M-60’ın SSCB’deki ilk nükleer uçak olmak. Ancak 1956’nın ortalarında ortaya çıkan sorunun bu kadar basit bir şekilde çözülemeyeceği anlaşıldı. Yeni kontrol sistemine sahip makinenin, uçak tasarımcılarının daha önce hiç karşılaşmadığı bir dizi özel özelliğe sahip olduğu ortaya çıktı. Ortaya çıkan sorunların yeniliği o kadar büyüktü ki, OKB’de hiç kimse,                                                                                                                                      – İlk sorun, insanların radyoaktif radyasyondan korunmasıydı. O ne olmalı? Kaç kilo olmalısın? Mürettebatın aşılmaz kalın duvarlı bir kapsül içine alınmış normal işleyişi nasıl sağlanır, dahil. işyerlerinden inceleme ve acil kaçış?                                       

İkinci sorun, güçlü radyasyon ve reaktörden yayılan ısı akışlarının neden olduğu, bilinen yapısal malzemelerin özelliklerinde keskin bir bozulmadır. Bu nedenle yeni malzemeler yaratma ihtiyacı.  

 

 

                                                                                                                       

 – Üçüncüsü, nükleer uçakların işletilmesi ve çok sayıda yer altı yapısı ile uygun hava üslerinin inşası için tamamen yeni bir teknoloji geliştirme ihtiyacıdır. Sonuçta, açık döngü motorunu durdurduktan sonra, tek bir kişinin 2-3 ay daha ona yaklaşamayacağı ortaya çıktı! Bu, uçağın ve motorun uzaktan yer bakımına ihtiyaç olduğu anlamına gelir.

Bunların ve diğer birçok taş üstüne taş probleminin farkında olmak, M-50 planörünü kullanma konusundaki orijinal fikri bırakmadı. Tasarımcılar, yukarıdaki sorunların çözülebilir göründüğü yeni bir düzen bulmaya odaklandılar. Aynı zamanda, nükleer santralin uçaktaki yerini seçmenin ana kriteri, mürettebattan maksimum mesafesi olarak kabul edildi. Buna uygun olarak, M-60’ın bir ön tasarımı geliştirildi; burada dört nükleer turbojet motor, tek bir nükleer bölme oluşturan “iki katlı” çiftler halinde arka gövdeye yerleştirildi. Uçağın, ince bir trapez çıkıntılı kanadı ve omurganın tepesinde bulunan aynı yatay kuyruğu olan bir orta kanat şeması vardı. İç süspansiyona roket ve bomba silahlarının yerleştirilmesi planlandı. Uçağın uzunluğunun yaklaşık 66 m olması gerekiyordu.

Mürettebatın, özel malzemelerden yapılmış güçlü çok katmanlı korumaya sahip kör bir kapsüle yerleştirilmesi gerekiyordu. Atmosferik havanın radyoaktivitesi, kabini basınçlandırmak ve solumak için kullanma olasılığını dışladı. Bu amaçlar için, gemideki sıvı gazların buharlaştırılmasıyla özel gazlaştırıcılarda elde edilen oksijen-azot karışımının kullanılması gerekiyordu. Görsel görüş eksikliği periskoplar, televizyon ve radar ekranlarının yanı sıra tam otomatik bir uçak kontrol sisteminin kurulmasıyla telafi edilmek zorundaydı. İkincisinin, kalkış ve iniş, hedefe erişim vb. Dahil olmak üzere uçuşun tüm aşamalarını sağlaması gerekiyordu. Bu mantıksal olarak insansız bir stratejik bombardıman uçağı fikrine yol açtı. Ancak Hava Kuvvetleri, kullanımda daha güvenilir ve esnek olduğu için insanlı bir versiyonda ısrar etti.

M-60 için nükleer turbojet motorlarının 22.500 kgf mertebesinde bir kalkış itişi geliştirmesi gerekiyordu. OKB A.M. Lyulka bunları iki versiyonda geliştirdi: halka şeklindeki reaktörün geleneksel yanma odasının arkasına yerleştirildiği ve turboşarj milinin içinden geçtiği bir “koaksiyel” şema; ve “rocker” şeması – kavisli bir akış parçası ve reaktörün şaftın dışına çıkarılması ile. Myasishchevtsy, her iki motor türünü de kullanmaya çalıştı ve her birinde hem avantaj hem de dezavantaj buldu. Ancak M-60 ön taslağının Sonuç bölümünde yer alan ana sonuç şuydu: “… uçağın motorunu, ekipmanını ve gövdesini oluşturmadaki büyük zorlukların yanı sıra, sağlanmasında tamamen yeni sorunlar ortaya çıkıyor. zorunlu iniş durumunda yer operasyonu ve mürettebatı, nüfusu ve araziyi korumak. Bu görevler … henüz çözülmedi. Aynı zamanda, Nükleer motorlu insanlı bir uçak yaratmanın uygunluğunu belirleyen bu sorunları çözme olasılığıdır. Gerçektenkehanetsözleri!

Bu sorunların çözümünü pratik bir düzleme çevirmek için V.M. Myasishchev, ön gövdeye bir nükleer motorun yerleştirileceği M-50’ye dayalı bir uçuş laboratuvarı için bir proje geliştirmeye başladı. Ve bir savaş durumunda nükleer uçak üslerinin beka kabiliyetini kökten artırmak için, beton pistlerin kullanımının tamamen terk edilmesi ve nükleer bombardıman uçağının süpersonik (!) bir M-60M uçan tekneye dönüştürülmesi önerildi. Bu proje, arazi versiyonuna paralel olarak geliştirildi ve onunla önemli bir süreklilik sağladı. Tabii aynı zamanda motorların kanatları ve hava girişleri de olabildiğince suyun üzerine çıkarıldı. Kalkış ve iniş cihazları, bir burun hidro-kayağı, ventral geri çekilebilir hidrofiller ve kanadın uçlarında döner yanal stabilite şamandıraları içeriyordu.

M-30’un ilk uçuşu 1966 için planlandı, ancak OKB-23 Myasishchev’in tasarım çalışmalarına başlamak için zamanı bile yoktu. Bir hükümet kararnamesi ile OKB-23 Myasishchev, OKB-52 V.N. ve roket ve uzay konularına tamamen yeniden yönelmek. Böylece, OKB-23’ün nükleer uçak açısından birikmiş iş yükü gerçek tasarımlara çevrilmedi.M-60’ın bir ön tasarımı geliştirildi. Kuyrukta dört Lyulka nükleer motoru bulunan 250 tonluk bir makinenin 20 kilometre tırmanması ve 3000 km / s hızla uçması gerekiyordu. Mürettebat, çok katmanlı korumaya sahip sağır bir kapsülün içine yerleştirildi. Kapsülde lomboz yoktu ama periskoplar, radarlar ve televizyon ekranları vardı. Ve otomatik kontrol sisteminin kalkış, iniş ve hedefe erişim sağlaması gerekiyordu. Aslında, insansız bir stratejik bombardıman uçağının taslağıydı. Ancak Hava Kuvvetleri, insanlı bir versiyonda ısrar etti.

Bu araba hala çok uzaktaydı. İlk olarak Myasishchev, tek atomik motora sahip M-50’ye dayalı bir uçan laboratuvar tasarlamaya başladı. Ayrıca 1958’de M-30’un bir taslağı oluşturuldu. Bu delta kanatlı uçak, uydurma bir modelde tasarlandı. Altı Kuznetsov motoru kapalı bir devrede inşa edildi ve radyoaktif bir iz bırakmayacaktı. Makinenin ilk uçuşunun 1966 yılında yapılacağı varsayılmıştır.

M-30 uçağının taslağı

Tupolev’e nükleer enerjiyle çalışan bir ses altı bombardıman uçağı yapmak gibi daha kolay bir görev verildi. O zamana kadar istihbarat, NB-36H uçuşlarını bildirmişti. Beyin fırtınasından sonra, Kurchatov Enstitüsü’ndeki bilim adamları, Amerikalıların reaktörden yayılan radyasyonu inceledikleri ve mürettebatın radyasyon korumasını test ettikleri sonucuna vardılar. 28 Mart 1956’da Tupolev Tasarım Bürosu tarafından Tu-95’e dayalı uçan bir nükleer laboratuvarın tasarımına ilişkin bir kararname yayınlandı. Radyasyonun havadaki dağılımını, radyasyonun uçağın yapısı ve birimleri üzerindeki etkisini araştırması, mürettebatın korunmasını kontrol etmesi ve operasyon yöntemlerine hakim olması gerekiyordu. 1958’de Semipalatinsk yakınlarındaki hava alanlarından birinde bir test sahası inşa edildi. Ve Temmuz 1959’da reaktörün ilk lansmanını yaptılar. Aynı zamanda Tu-95 serisi bir uçuş laboratuvarına dönüştürüldü.

kaynak :

https://www.drive2.ru/c/288230…

https://ekabu.ru/208434-atomnyy-samolet-14-foto.html

Devam edecek …

FED HİSSEDARLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİ TASARLAMIŞ OLABİLİRLER

Allegory – Parable

Kölelik bitti mi sanıyorsunuz?

İşte gerçekler:

Kaynak : https://onedio.com/haber/7-maddede-insanligin-en-onursuz-hareketi-olan-kolelik-ve-tarihi-543483

https://www.toplumsal.com.tr/dunya/kolelik-bitti-mi-saniyorsunuz-iste-gercekler-h40455.html

https://onedio.com/haber/7-maddede-insanligin-en-onursuz-hareketi-olan-kolelik-ve-tarihi-543483

BÖLÜM – 1

Kölelik yasaklanmış olsa da, kapitalizmin esiri dünyadaki yeni formlarıyla “modern kölelik” insanlığın en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Özgür Yürü Vakfı’nın (Walk Free Foundation) Uluslararası Göç Örgütü ile ortak hazırladığı Küresel Kölelik Endeksi 2018 raporuna göre, dünya genelinde 40 milyondan fazla “modern köle” bulunuyor.

Modern kölelik kurbanlarının yüzde 71’ini kadınlar ve kız çocukları, yüzde 29’unu ise erkekler oluşturuyor. Modern kölelerin 15,4 milyonunu zorla evlendirilenler, 24,9 milyonunu ise zorla çalıştırılanlar oluşturuyor.

MODERN KÖLELİK NEDİR?
Modern kölelik tabiri, tehdit, şiddet, zorlama, hile, gücün suistimal edilmesi gibi nedenlerle kişilerin istismar edildikleri duruma karşı koyamaması ve mevcut durumlarını terk edemediği koşulları tanımlamak için kullanılıyor.

Tayland’da balıkçılık sektörü, Kuzey Kore’de kömür madenciliği, Fildişi Sahili’nde kakao üretimi, Brezilya’da sığır otlaklarının yanı sıra modern kölelik örneklerine Avustralya’da bazı diplomatların evlerinde ve İngiltere’de araba yıkama sektöründe rastlamak mümkün.

BİN KİŞİDEN BEŞİ MODERN KÖLE
2018 verilerine göre 40 milyondan fazla kişiyle dünyada her 1000 kişiden 5’i modern kölelik kurbanı. Modern köleliğin yoğun olduğu bölgeler “zorla çalıştırılma” ve “zorla evlendirilme” gibi farklı kategorilerde farklılık gösteriyor.

Köleliğe dair elde edilmiş verilerin bütünü dikkate alındığında Afrika’da her bin kişiden 7,6’sı, Asya Pasifik’te 6,1’i, Avrupa ve Orta Asya’da 3,9’u modern köle. Bu bölgeleri her bin kişiden 3,3’ünün modern köle olduğu Arap ülkeleri ve her bin kişiden 1,9’unun modern köle olduğu Kuzey ve Güney Amerika izliyor.

Firavun rahiplere:

Bakın – aşağıda, zincirlenmiş kölelerin uzun sıraları her seferinde bir taş taşıyor. Birçok asker tarafından korunuyorlar. Ne kadar çok köle olursa devlet için o kadar iyidir – biz hep böyle düşündükdedi Firavun. Ama ne kadar çok köle olursa, isyanlarından o kadar çok korkmak gerekir. Köle sayısı artıkça güvenliği güçlendiriyoruz br çok güvenlik görevlileri ve asker artıriyoruz. Kölelerimizi iyi beslememiz gerekiyor, aksi takdirde ağır fiziksel işleri yapamayacakla.Ama yine de tembeldirler ve isyana eğilimlidirler…

“Ne kadar yavaş hareket ettiklerine bakın!

Ve tembel gardiyanlar, izleyin sağlıklı ve güçlü köleler bile onları kırbaçla kovalamıyor ve onları dövmüyor.  Ancak artık köleler çok daha hızlı hareket edecekler. 

Nedeni Muhafızlara ihtiyaçları yok. Gardiyanlar da köleye dönüşecek çok yakın zamanda izleyin. 

Bunun gibi bir şey yapabilirsin. Müjdeciler bugün, gün batımından önce firavunun emrini yerine getirsinler:

“ Yeni bir günün şafağında, tüm kölelere tam bir özgürlük verilir. Şehre teslim edilen her taş için özgür bir kişi bir madeni para alacak. Madeni paralar yiyecek, giyecek, konut, şehirdeki bir saray ve şehrin kendisi ile takas edilebilir. Bundan sonra sizler özgür insanlarsınız .” …

Ertesi günün sabahı Rahipler ve Firavun yeniden yapay dağın platformuna çıktılar. 

Gözlerine sunulan resim inanılmazdı. Eski köleler olan binlerce insan, eskisi gibi aynı taşları sürüklemek için yarıştı. Birçoğu ter içinde iki taş taşıdı. Her birinde bir tane olan diğerleri, tozu tekmeleyerek kaçtı. Bazı gardiyanlar da taş taşıyordu. Kendilerini özgür gören insanlar – sonuçta, prangalar onlardan çıkarıldı, mutlu hayatlarını inşa etmek için mümkün olduğunca çok gıpta ile bakılan madeni para almaya çalıştılar.

devam edecek….

KÖLELİK  

Birinci Bölüm

KAYNAK :https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%B6lelik

KÖLELİK TANIMI.

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Kölelik, bir insanın başka birinin malı ve mülkü olması. Başka bir kişinin malı ve mülkü olan kişiye köle, memlûk veya kul; köle sahibine ise efendi veya mevla denir.

Çok eski tarihlerden beri savaşta esir düşenler, ağır suç işleyenler, borcunu ödeyemeyenler, korsanlar tarafından kaçırılanlar köle kabul edilir, köle pazarlarında satılırdı.

Erkek kölelerin çocukları da köle olur. Cariyelerin efendilerinden oğulları Yahudi ve Arap toplumları gibi bazı toplumlarda köle kabul edilmemişlerdir. Ziraat ve ticaretle uğraşan bütün toplumlarda köleliğin çeşitli şekillerine rastlanmaktadır. Mezopotamya’da, eski Mısır’da Yunan’da, Roma’da, İslam öncesi İranOrta Asya ve Anadolu’da yaşayan kavimlerde kölelik son derece doğal sosyal bir olgu olarak kabul edilirdi.

Etimoloji

Köle kelimesinin kökeni belirsizdir. Nişanyan SözlükArapça köle anlamına gelen ġulām, Farsça piç manasındaki kola, veya Türkçe kul kelimesinin sözcüğün kökenini oluşturabileceğinin belirtir. Diğer yandan kelime yük hayvanı anlamına gelen Türkçe kölük kelimesiyle de karşılaştırılmıştır. Türkçede ilk kullanım 15. yüzyılın sonlarında kaydedilmiştir. Meninski‘nin Thesaurus eserinde de yer almaktadır.[1]

Köle kelimesi yerine Türkçede bazen kul, bende, halayık, esir ve kadın köle için de cariye veya odalık tabirlerinin kullanıldığı görülmektedir.[2]

Tarihçe

Gustave Boulanger‘ın bir köle pazarını tasvir eden Le Marché d’esclaves eseri

Kölelik, yazılı tarihten daha eski olup, pek çok farklı kültürde yer almıştır.[3] Avcı-toplayıcı toplumlarda, kölelik için üretici rantı ile toplumsal tabakalaşmaya olan ihtiyaçtan dolayı köleliğin nadir olduğu tespit edilmiştir. Buna karşın çok zengin kaynaklara sahip bölgelerde yaşayan avcı-toplayıcı halklarda (örneğin somon avcılığı yapan bazı Kızılderili halkları) yer almıştır. Yaklaşık 11.000 yıl önce meydana gelmiş tarım devrimiyle beraber kölelik yaygın bir kurum haline gelmiştir.[4]

İlk yazılı kaynaklara göre kölelik topluma çoktan yerleşmiş bir kurum olarak ele alınmıştır. Yaklaşık olarak MÖ 1760’de yazılmış Hammurabi Kanunları, bir kölenin kaçmasına yardım eden veya kaçak bir köleyi barındıran kişiler için ölüm cezası hükmetmektedir.[5] Antik Çağ medeniyetlerinin hemen hemen hepsinde kölelik var olmuştur.[3] Köleler, borçların ödenememesi, bir suça ceza olarak, savaş esirleri, çocukların terk edilmesi veya kölelerin çocuklarının da köleleştirilmesi gibi farklı metotlar vasıtasıyla elde edilmiştir.[6]

Batı ülkeleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Kölelik, Orta Çağ’ın bitimine değin, Batı toplumunun iktisadî ve sosyal açıdan ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Batı dünyasında; feodalizmin tarih sahnesinden çekilerek yerini burjuva ekonomik sistemine bırakmaya başladığı ana kadar kölelik kurumu, emek veriminin düşük ve teknik imkânların son derece kısıtlı olması sebebiyle en önemli üretim aracı olagelmiştir. Son derece ağır şartları haiz olan köle hayatında ancak 19. yüzyıl sonlarından itibaren bir miktar düzelme meydana gelmiştir.

Arap ülkeleri|  kaynağı değiştir

13. yüzyıl köle pazarı, Yemen Şeriat anlayışında köle mal gibidir; Alınıp satılabilir, hibe edilebilir, kiralanabilir, miras bırakılır, ortak mülkiyete konu olabilir.

Kölelik, İslam öncesi Arabistan‘da yaygın bir kurum olmuştur. İslam öncesi ve sonrası devirde diğer coğrafyalarda olduğu gibi Araplarda da kölelik sistemi mevcuttu.[7]

Teorik olarak, İslami yasalar köleliği bir sınıf veya ırka göre ayırmamakla birlikte, pratikte genellikle böyle olmamıştır.[8] Köleler, İslami devletlerde alt sınıf işlerden, Padişah’ın yanındaki üst sınıf işlere kadar çeşitli sosyal ve ekonomik rolleri üstlenmişlerdir. Buna ek olarak kölelerden orduda yararlanılmış, GaznelilerHarezmşahlarDelhi Sultanlığı ve Memlükler gibi devletler köleler tarafından kurulmuştur.[9] Bazı durumlarda, kölelere davranılan kötü muameleden ötürü Zenc İsyanı gibi çeşitli ayaklanmalar meydana gelmiştir.[10] Ülke içi köle nüfusu artan talebi karşılayamadığından ötürü, çeşitli devletler tarafından Müslüman olmayan bölgelerden köle ithalatı yapılmış, kölelerin tutsak edilmesi ve taşınması sırasında çok miktarda ölüm gerçekleşmiştir.[11]

Arap köle ticareti, Batı Asya ile Kuzey ve Güneydoğu Afrika’da yoğunlaşmıştı. Tarihçilere göre Arap köle ticareti bin yıldan fazla sürmüştür.[12] Bu zarfta Hint Okyanusu, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın kıyı bölgelerine Arap tüccarlar tarafından yaklaşık 17 milyon köle taşınmıştır.[13] Birinci Dünya Savaşı sonrasında kölelik Müslüman bölgelerde, bölgeye genişleyen Fransa ve Birleşik Krallık gibi devletlerin baskı ve teşviki ile yasaklanmaya başlanmıştır.

Afrikalı köleler

Kölelik, bir insanın başka birinin malı ve mülkü olması. Başka bir kişinin malı ve mülkü olan kişiye köle, memlûk veya kul; köle sahibine ise efendi veya mevla denir.

Çok eski tarihlerden beri savaşta esir düşenler, ağır suç işleyenler, borcunu ödeyemeyenler, korsanlar tarafından kaçırılanlar köle kabul edilir, köle pazarlarında satılırdı.

Erkek kölelerin çocukları da köle olur. Cariyelerin efendilerinden oğulları Yahudi ve Arap toplumları gibi bazı toplumlarda köle kabul edilmemişlerdir. Ziraat ve ticaretle uğraşan bütün toplumlarda köleliğin çeşitli şekillerine rastlanmaktadır. Mezopotamya’da, eski Mısır’da Yunan’da, Roma’da, İslam öncesi İranOrta Asya ve Anadolu’da yaşayan kavimlerde kölelik son derece doğal sosyal bir olgu olarak kabul edilirdi.

Etimoloji ve isimlendirme

Köle kelimesinin kökeni belirsizdir. Nişanyan SözlükArapça köle anlamına gelen ġulām, Farsça piç manasındaki kola, veya Türkçe kul kelimesinin sözcüğün kökenini oluşturabileceğinin belirtir. Diğer yandan kelime yük hayvanı anlamına gelen Türkçe kölük kelimesiyle de karşılaştırılmıştır. Türkçede ilk kullanım 15. yüzyılın sonlarında kaydedilmiştir. Meninski‘nin Thesaurus eserinde de yer almaktadır.[1]

Köle kelimesi yerine Türkçede bazen kul, bende, halayık, esir ve kadın köle için de cariye veya odalık tabirlerinin kullanıldığı görülmektedir.[2]

Köleliğin yasaklanması

İlk kanunlar İngiltere’de ve ABD’de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1807 yılında çıkarılmış, daha sonra diğer Avrupa devletleri onları izlemiştir.

Osmanlı’da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de bir fermanla yasaklanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kölelik Müslüman bölgelerde, bölgeye genişleyen Fransa ve Birleşik Krallık gibi devletlerin baskı ve teşviki ile yasaklanmaya başlanmıştır. Suudi ArabistanYemen ile birlikte, Birleşik Krallık’ın baskısı altında köleliği 1962 yılında kaldırmıştır.[14] 60’larda Suudi Arabistan‘daki köle nüfusu 300.000 olarak tespit edilmiştir.[15] Bunu 1970 yılında Umman takip etmiştir. Moritanya‘da köleliğe karşı ilk yasa Fransızlar tarafından 1905’te çıkartılmış, ancak devlet daha sonra, 1981 yılında, köleliği yasaklayan son devlet olana kadar kölelik karşıtı bir yasa çıkarmamıştır. Moritanya’da köleliğe karşı herhangi bir yaptırım uygulan ilk yasa ise 2007 yılında çıkmıştır.[16] Günümüzde Müslüman çoğunluğun yaşadığı Çad, Moritanya, NijerMali ve Sudan gibi ülkelerde kölelik hala yaygın bir kurumdur.[17]

1926’da Milletler Cemiyeti bütün dünyada köleliği yasaklamış, daha sonra Birleşmiş Milletler de bu hükmü teyit etmiştir.

Dini görüşler[değiştir | kaynağı değiştir]

Köle damgası, 1853

İslam

İslam’da kölelik, tarih boyunca birbirinden farklı şekillerde ve görüşlerde ele alınmış bir konudur.[18][19][20] Kur’an ve hadislerde kölelikle ilgili ifadeler aşağıda verilmiştir:

  • Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazılmıştır. Hür kişiye karşılık hür, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi. Kim kardeşi tarafından herhangi bir şekilde affa uğrarsa, bu durumda örfü izlemek ve affedene en güzel biçimde bir ödeme yapmak gerekir. (2/178)
  • Allah size kendinizden bir misal vermektedir: Size verdiğimiz rızıklarda, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bu ortaklarınızı sayar mısınız? (Rum Suresi 28)
  • Herhangi bir köle kaçarsa, korunma ve güvenlik hakkını yitirmiş olur.” “Bir köle kaçtığı zaman, onun hiçbir namazı kabul edilmez.” (Müslim, İman 123-124)

Şeriata göre insanlar satın alma, savaştan geri kalanların esir edilmeleri ve ganimet olarak cihat yapanlara dağıtılmaları ve ayrıca bu esir ve kölelerin yine esir veya köle olan insanlardan yaptıkları çocukların köle veya cariye sayılmaları yoluyla köleleştirilebilir.[21][22] Muâmelât bakımından köle mal gibidir. Alınıp satılabilir, hibe edilebilir, kiralanabilir, ortak mülkiyete konu olabilir. Kazandıkları efendisine âit olur. Kendisine karşı yapılacak haksız fiilden elde edilecek tazminatları efendisi alır. Başkasına karşı işleyeceği haksız fiillerde ise zararı ya efendisi öder ya da köleyi zarar görene devreder.[21]

Eski Yunan’da kölelik, tabiî ve makbul bir müessese olarak kabul ediliyordu. Bugün dahi Yunan milletinin medar-ı iftiharı olan Yunan filozoflarından hiçbiri köleliğin çirkin, adalete ve genel ahlaka aykırı olduğunu söylememiştir. Bilakis Eflâtun cumhuriyet rejimini kölelerin varlığı üzerine kurmuş, Aristo daha ileri giderek Politika adlı eserinde köleliğin tabiî ve meşrû olduğunu ispat etmeye çalışmıştır. Birçok ırkın hürriyet için gerekli ruh yüceliğine sahip olmadığı kanaatindedir. Nitekim ona göre “İnsanlar doğuştan hür ve köle olarak iki ayrı sınıf halinde doğarlar. Köleler, ruhlu bir âlet yahut hayat sahibi bir metadırlar.”

Yunanistan’da hemen her hürün birkaç kölesi bulunurdu. Peloponnes savaşlarından önce sadece Atina’da 75 bin köle vardı. Yunan sahilleri tarih boyu köle ticaretinin yapıldığı en önemli merkezlerdendi.

https://www.derintarih.com/islam-tarihi/10-soruda-islamiyet-ve-kolelik/

Romalılara gelirsek, yeni memleketler istilâ edip zenginleştikçe hem hürlerin çalışmasını zül telakki etmiş, hem de köle sahibi olmayı zenginlik alâmeti saymışlardır. Roma’da insanlar hür (liber) ve köle (servus) olarak ikiye ayrılmıştı. Roma’da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri, korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirilen insanlarla kölelerden doğan çocuklar teşkil ediyordu. Bunların yanı sıra önceleri borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle olma kuralı hâkimdi. Roma hukukunda ‘Ius Gentium’a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu; başlangıçta azat edilmeleri de yasaktı. Daha sonra sınırlı bazı imkânlar getirildi.

İslam’a göre bir Müslüman çok sayıda cariyeye diğer bir deyişle kadın kölelere sahip olabilir[23] ve Müslüman bir erkeğin bu cariyelerle nikahsız ilişkileri helal sayılır.[24] İslam hukukuna göre bir köle veya cariye, efendisine belli bir özgürlük bedeli ödemek koşuluyla özgür kalabilir. Köle veya cariyenin efendisine ücret ödemesi ile özgür kalmasına mükatebe denir ve Kur’an’da Nur Suresi’nin 33. ayetinde bu husus kısmen detaylandırılmıştır.[25] Ayrıca sahibinden çocuğu olan bir köle, sahibinin ölümü ile özgür duruma gelir.[kaynak belirtilmeli]

Kısas uygulamalarında: Kısas aşirete dayalı toplum düzeninde misilleme olarak anlaşılan ve toplumsal denklik şartı üzerinden yürütülen bir uygulamadır. Öldürülen kişinin kadın, erkek, köle-hür insan, seçkin ya da sıradan olması göz önüne alınarak katilin aşiretinden öldürülene denk birisi öldürülür. Örneğin köleye karşılık ancak bir köle, kadına karşılık bir kadın öldürülebilirdi.[26] Kısasta sosyal denklik şartı, sosyal olarak alt sınıfta bulunanların üst sınıftan birini öldürmelerinde kısasın uygulanacağı, üst sınıftan birinin alt sınıftan birini öldürmesi durumunda kısas uygulanamayacağı, ancak diyet ödenebileceği anlamına gelmektedir. Kur’an’da kısas toplumsal denklik şartı ile birlikte (Bakara 178) ele alınır. Hanefilere göre bir köleyi öldüren hür kimse de kısas yoluyla öldürülür. Diğer mezheplere göre, bu durumda kısas uygulanmaz. Köle ve cariyelere zina ve zina iftirası suçunda hürlere verilen cezânın yarısı hırsızlık ve irtidad suçlarında tam cezâ uygulanır.[27] (Nisa Suresi, 25)

İslam fıkhına göre kölenin şahitliği kabul edilmez.[28]

Ayrıca bakınız

2023 Davos İsviçrere Dünya Ekonomi Forum

2023 Davos İsviçrere Dünya Ekonomi Forum sunulan “15 dakikalık şehir” içinde tüm insanlığın yeni bir gettolaşma ve ya Toplama kampları kurulma ve Yönetim düzen tanıtımı

Hayalinizdeki iş hangisi?

https://toptalent.co/hayalinizdeki-is-nedir-sorusuna-cevap-vermenin-sihirli-formulu https://toptalent.co/endustri-4-0-nedir-endustri-4-0-uygulamalari
World Econonıc Forum

Davos planlanan sırada “Davos forum toplantı” bu yıl 16-20 Ocak tarihlerinde Davos’ta gerçekleştirildi. Dünya Ekonomik Forumu’nun himayesinde Kathy Hopkins / Kaitlin Hopkins’in 15 dakikalık Oxford’u anlatan videosu tanıtılmaya başlandı. Yeni Yıl arifesinde internette göründüğünü, ancak yine de viral olduğunu söylemek gerekir. Hopkins kendisini bir “Haksızlaştırıcı vey a hak ihlakeden” ve aşırı sağcı siyasi yorumcu olarak konumlandırıyor. Ancak bu, siyasi yelpazenin kenarları birbirine bağlandığında tam olarak böyledir. Sonuçta, Klaus Schwab’ın DEF’si artık neo-Troçkistlerin ve küreselcilerin fikirlerini uyguluyor, yani – Aşırı Sol Klip toplantısı. Bu yıl toplantıda Planlana Proje Oxford  uygulanmakta olan ve iklim değişikliği adına “15 dakikalık bir şehir” “oluşturacakları bir plandan bahsedilecek. Bu plana göre şehir altı bölüme ayrılmıştır ve sakinlerinin hareketi “kendilerine ait” belirli kısımlarla sınırlıdır. Aslında burası “hizmetçiler” için yeni bir getto

Aslında Proje geliştiricilerin kafasında “15 dakikalık şehir” kavramı tam olarak tanımlanmamış. 

“Okullara, kreşlere, kliniklere ve mağazalara araç kullanmadan 15 dakikada yürüyerek ya da iki tekerlekli elektrikli aletlerle ulaşabileceğiniz türden bir belediye burası herhalde”, akla ilk gelen şeydir. Aslında bu, modern Batılı şehircilerin uzun süredir devam eden bir gelişmesidir ve VEF Upperrat (© Pelevin) kendi fikirlerine uyacak şekilde elden geçirmiştir. Terim ilk olarak geçen yüzyılın 80’lerinde ortaya çıktı. Daha sonra, kentsel alanlarda optimal bir sakin yoğunluğu ve onlar için olanaklar yaratmakla ilgiliydi. Ancak son 30 yılda, 15 dakikalık şehir kavramı, Fransız-Kolombiyalı bilim adamı Carlos Moreno’nun çalışmalarıyla ilişkilendirilen büyük değişikliklere uğradı. 2016’da büyük revizyonlar yaptı. Ona göre böyle bir şehir , “komple topluluklar” adını verdiği “5 dakikalık mahallelerden” oluşmalıdır . Bütün bunlar Moreno tarafından “yerel yaşam tarzına dönüş” olarak sunuldu.. Bilim adamı, 2021’deki makalesinde “15 dakikalık şehir” kavramına açıklık getirdi. 6 (altı) ana işlevi evlerinden yürüyerek veya bisikletle 15 dakika içinde yerine getirmeyi garanti etmelidir: yaşamak, çalışmak, ticaret yapmak, tıbbi tedavi görmek, eğitim almak ve eğlenmek. Moreno’ya göre bu modelin çerçevesi dört zihinsel “sütundan” oluşur: kentsel gelişim için en uygun yoğunluk ; hem uzayda hem de zamanda yakınlık ; karma kullanım geliştirme ve çok kültürlü alanlarda çeşitlilik ; 4. sanayi devrimi kapsamında dijitalleşme – “akıllı şehir” teknolojilerinin, uzaktan çalışmanın ve iletişimin tanıtımı. Sadece ifadeyi hatırlamak istiyorum – burası köpeğin karıştırıldığı yer!

Görünüşe göre çok uzun zaman önce Birleşik Arap Emirlikleri’nin şeyhlerinin ailesiyle tanışması sebepsiz değil. 

Ne de olsa BAE ve Suudi Arabistan Krallığı yakınlarda bulunuyor. 

Bugünlerde 15 dakikalık Dünyanın bugüne kadar yürütüğü en değişik proje. Projenin tanıtımı Suudi Arabistan Krallığı’nda yapılıyor ve Proje Adı : “The Line” / The Line. 

The Line

170 kilometre uzunluğunda ve 200 metre genişliğinde, potansiyel olarak 9 milyon insanı barındıran bir “ayna” metropol. Hat görünüşe göre yüzde 100 yenilenebilir enerji ile çalışacak ve sakinlerin ihtiyaç duyduğu tüm tesisler beş dakikalık yürüme mesafesinde mevcut olacak. Açıkçası, bu “15 dakikalık şehir” kavramını tamamen yeni bir seviyeye taşıyor ve Dünya dijitalleşmesini başlangıç ve devam etmesi önü açılmakta. Suudi Kralığı Yeni Köleşme Proje başlangıcı olarak üstlenebilir.

İsrail’den Cookie Schwaeber-Issan, 6 Ocak’ta AllIsrael’de yayınlanan bir makalede, Kathy Hopkins’in reklamını yaptığı “Oxford” projesinin, geçmişi Roma İmparatorluğu’na kadar uzanan Yahudi gettolarına benzediğini bildirdi. “50. doğum günümden önce hiç Roma’ya gitmemiştim. Görüşler harikaydı, ancak bunlardan biri bugüne kadar hatırlandı. Roma sinagoguna gittiğimde, 1600’lerde binlerce ve binlerce Yahudi’nin yedi dönümlük bir arazide toplandığını ve buranın esasen bir Roma gettosu haline geldiğini ve burada üç yüzyıl yaşadıklarını söylediler. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Varşova gettosunun aksine, Roma gettoları çok daha az biliniyor.– Kudüs’ten eski bir okul öğretmeni yazıyor. İngiliz kadının videosunda, sakinlerinin Oxford’un belirli bir bölümüyle sınırlı olduğu ve yılda yalnızca 100 kez semtleri geçmek için geçiş izni verecekleri “yeni bir getto” görüyor. Yabancı bir bölgeye girmek için “hareketlilik sınırını” aşarsanız para cezası uygulanacaktır. Bu deneyin organizatörlerine yardımcı olmak için, “aşı pasaportları” ile COVID-19 “pandemi” deneyimi ve insanların yalnızca yüzlerle değil, aynı zamanda hareketlerin motor becerileriyle de tanındığı eksiksiz bir video gözetim sistemi. Schweber-Issan, 15 Dakika Şehri’nin tam olarak şehircilikte yeni bir trend olarak ilan edildiğini belirtiyor. “Dijital para biriminden böcek yemeye ve arabaları terk etmeye kadar her türden küreselleşmeyi zorlayan aynı oyuncular olan WEF’e bağlıysa, başka nasıl çerçevelenebilir?”makalenin yazarı retorik bir soru sorar.

Oxford’da bu planlar halk arasında ciddi protestolara neden oldu ve geçici olarak kazandılar. Yetkililer Aralık ayından itibaren bu “getto-gerçek” hikayeyi “vatandaşlar için endişe” ile açıklamaya başlayarak sözlerinden geri döndüler. Oxfordshire İl Meclisi şu mazereti kabul etti: “Teklif aslında ‘daha dayanıklı, güvenilir ve kapsayıcı bir sistem’ geliştirmeye yardımcı olmak için yoğun saatlerde belirli yolları kullanan sürücüleri cezalandıracak trafik filtreleriyle ilgili.” Ancak bu cümlede bile Klaus Schwab’ın DEF’i ile doğrudan bir bağlantı var.

WEF Genel Müdürü, Yeni Bir Ekonomi ve Toplum Merkezi Direktörü Saadia Zahidi, 15 dakikalık şehrin mevcut Davos toplantısının gündemine alınmasını şu şekilde açıkladı: “İklim ve insani gelişme Dünyanın ilgi odağında olmalı liderler, mevcut krizlerle mücadele ederken bile. İşbirliği ilerlemenin tek yoludur.” Aslında, dünyanın dört bir yanındaki geleceğin “hizmet görevlilerinin” ev hapsine mahkum edilmesinden oluşuyor, bu da onlara 15 dakikalık bir eylem yarıçapının “lüksünü” sağlıyor.

 Cookie Schweber-Issan , “Hareket özgürlüğünü ve diğer tüm özgürlükleri kısıtlama zamanının geldiğini düşünen DEF’den daha iyi tanıdığımızı kim düşüneceğiz?” diye yazıyor.Makalesini 2023 yılı için Dünya insanlarına veda sözleriyle bitiriyor: “Bu yıl herkesin haklarını korumak için özgürlüğünü ve kişisel seçimini kullanmasını diliyorum – Yüce Allah’ın bize bahşettiği hediyeler görmek ve elde etme dileklerimizle!” dileklere katılıyorum

Bill Gates Küresel ısınma yavaşlatma Söylemi “Güneş gizlenmesi Proje önerisi gelebilir… sonraki evre Güneş Işığı satmaya önü açılmış olabilir  

https://www.forbes.com/sites/davidrvetter/2022/01/20/solar-geoengineering-why-bill-gates-wants-it-but-these-experts-want-to-stop-it/?sh=3853e9cc1842

Yakın gelecekte İş alımı ana Soru : Hayalinizdeki iş hangisi?
Muhtemel Cevabı: Güneş Işığını pazarlama
1. Hangi becerilerimi kullanmamı istiyorsunuz?
Satış Pazarlama becerileri. Güneş İşığını Pazarlama İşi!

https://toptalent.co/en-onemli-is-gorusmesi-sorulari-ve-cevaplari

Son zamanlarda havayla ilgili garip bir şeyler oluyor. Suudi Arabistan’da şiddetli yağmurlar, Amerika Birleşik Devletleri’nden bir kar fırtınası, Avustralya’da yangınlar ve Sahra’da kar … Svabyalılar tüm bunları Şarm’da düzenlenen BM Uluslararası İklim Konferansı COP27 tarafından onaylanan “küresel ısınmaya” bağlıyor. -Şeyh, bu yıl 6’dan 18 Kasım’a kadar. Ancak bu simülakrımı “aşmak” için gerçek anlamda bir önlem planlanmamış ve “ısınma” ile mücadelede ne ülkelerin iklim yükümlülüklerinin “-1,5 santigrat derece” ilkesine göre güncellenmesinde ne de fosil yakıtların terk edilmesinde ilerleme kaydedilmiştir. . Ancak küreselcilerin her zaman bir B planları vardır. Bu, artık Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın “güneşi karartmak” için sponsor olduğu bir proje haline geliyor. Bugün lanse edilmedi, ancak yakın zamanda halka açıldı.

İlk olarak, kolektif Batı’ya aşina olan #highlylikely tarzında bir varsayımda bulunalım. “Küresel ısınmanın” ABD’nin geçen yüzyılın 50’li yıllarının sonlarında başlayan “iklim kontrolü” deneylerine dayanan tamamen yapay bir jeomühendislik projesi olduğu hipotezinin yaşam hakkı vardır. O halde, tüm bu “doğal” hava değişikliklerinin insanlığı gezegenin genel bir yer-dönüşümüne doğru ittiği varsayımı da anlamsız değildir. İklim değişiyorsa, birinin buna ihtiyacı var demektir. Böylece durumun, Bill Gates’in Güneş’i “söndürme” projesi için yıllardır hazırlandığı ortaya çıktı.

Reuters’e göre Harvard’ın Stratosferik Kontrollü Pertürbasyon Deneyi (SCoPEx), güneş ışığını yansıtan parçacıkları atmosfere püskürterek “küresel ısınmanın” durdurulabileceği teorisini test etmeyi planlıyor. Proje, insanlığın gezegen ekosisteminin engin yönlerini değiştirebileceği varsayımını test ediyor. Bunu yapmak için, güneş spektrumunun ışınlarının bir kısmını Dünya yüzeyine ulaşmayacak şekilde yansıtmak gerekir. Böyle bir deneyin nihai amacı hakkında konuşmaya değmez, aksi takdirde kendinizi tamamen komplo teorilerine kaptırmanız gerekir. SCoPEx’in Gates tarafından finanse edildiğini iddia eden ITSOFT blogu önemli bir soru sordu:

“Güneşin kararması Dünya’yı kurtarabilir mi? Bill Gates, küresel ısınmayı durdurmak için stratosfere milyonlarca ton toz püskürtmek istiyor… ama uzmanlar bunun felakete yol açacağından korkuyor. Planın birkaç sorunu var, en önemlisi, öngörülemeyen sonuçların ne olabileceğini bilmememiz. Ancak çevreciler için sorun şu ki, küresel ısınmayı istedikleri gibi çözmüyor.”

SCoPEx projesinde yer alan Harvardlı kimyager Frank Keutsch’a göre, “Bu teknoloji gözümü korkutuyor, aslında panik içindeyim ama ısınmayla mücadele etmenin tek yolu bu olabilir. Bu aşamada emisyonları azaltmak bize yardımcı olmaz.”

İşte Harvard jeomühendislik profesörü David Keith’in görüşü:

“Beniendişelendiren, mevcutmodelleregöregüneş jeomühendisliğinin çokiyigörünmesi. Bütün sorunlarımızı çözebilecek gibi görünüyor. Şu anda atmosfer bilimleri için büyük soru, hangi konuda yanılıyor olabiliriz? Bu modeller biraz önyargılı olabilir. Keşfetmenin tek yolu gerçek bir deney yapmaktır. Evet, yol boyunca bizi bekleyen tehlike konusunda sürekli endişeleniyorum. Dürüst olmak gerekirse, bu yüzden uykum kaçıyor. Ancak, riskle ilişkilendirilebiliyorsa, kurtuluş yollarını aramayı reddetmenin etik olmadığına eminim.

SCoPExin özü, stratosferik bir balon kullanarak İsveç’in kuzey bölgesi üzerinde atmosferde 20 km yükseklikte belirli miktarda kalsiyum karbonat parçacığını (100 gdan 2 kga kadar) fırlatmak ve dağınık bir bulut oluşturmaktır. Teorik olarak, deney, jeomühendisliğin potansiyel risklerini keşfetmeye ve parçacıkların stratosferde ve ayrıca güneş ve kızılötesi radyasyonla nasıl etkileşime girdiğini anlamaya yardımcı olacaktır. Gelecekte, eğer başarılı olursa, küreselciler bu tür parçacıkları Dünya atmosferi boyunca püskürtecekler. Atmosfere yansıtıcı parçacıklar göndermek için binlerce balon kullanırsanız, doğrudan güneş ışığının Dünya’ya ulaşmasını kısmen engelleyebileceğinizi düşünüyorlar. Güneş radyasyonunun birkaç yüzdesini yansıtmak bile “küresel ısınma” sürecini yavaşlatabilir, hatta tersine çevirebilir.

SCoPEx deneyinin Haziran 2021’de yapılması planlandı ve bu zamana kadar İsveç hükümeti ve Harvard’ın 9 uzmandan oluşan bağımsız inceleme kurulundan onay alması gerekiyordu. Ancak geçen yıl Şubat ayında, İsveçli çevre örgütleri ve Yerli Sami Konseyi hükümete açık bir mektup göndererek deneyin ertelenmesi çağrısında bulundu. Birkaç haftalık gecikmenin ardından Harvard Komitesi, halkın tepkisi nedeniyle projenin “İsveç halkıyla daha fazla tartışılmak üzere” askıya alındığını duyurdu. Harvard’dan bilim adamlarına göre, lansman artık 2022’den önce gerçekleşmeyecek. Ve işte son mesaj:

Buhafta, İsveç Uzay Şirketi, Harvardaraştırmacılarının önümüzdekiHaziranayındaArktik şehriKirunayakınlarındabirsıcakhavabalonufırlatmasınayardımetmeyikabuletti. 20 km (12 mil) yükseklikte 600 kg bilimsel ekipmanla bir gondol taşıyacak.” Atmosfer üzerindeki deney, İsveç’in NATO’ya katıldığı 2023’te devam etme fırsatına sahip ve yetkililerinin halk üzerinde başka baskı araçları olacak. Anlamak için, Gates ve onun küreselci şirketinin başka planları var. Örneğin, bilim adamları Olivia Borg / Olivia Borgue ve Andreas Hein / Andreas Hein, Aralık ayında Acta Astronautica’da yayınlanan bir makalede, Güneş’i “karartmak” için silikon dioksit nanotüplerden yapılmış ultra hafif bir film kullanmayı öneriyorlar. Şöyle yazıyorlar: “Onlardan gelen gölgeler, güneş ışığını yeniden yönlendirmek için şeffaf bir kırılma yüzeyine sahip olacak.”

DünyaileGüneş arasındakiLagrangeL1 noktasındabirparçacıksürüsü bulunacak. Yazarlar, Dünya’nın sıcaklığını “sanayi öncesi seviyelere” geri getirmek için güneş ışığının yalnızca %2 ila 4’ünün engellenmesi gerektiğini tahmin ediyor. Bu teknoloji 15 yıl içinde ulaşılabilir olacak. Her halükarda, küreselciler Dünya’yı “gölgelemeyi” planlıyorlar. Bunun hangi sonuçlara yol açacağı gerçekten belirsizdir. Amerika Birleşik Devletleri tarafından organize edilen küresel iklim değişikliğinin sonucu olması gereken bu eylemin süper görevi ne kadar belirsiz. Bu arada, The Economist dergisinin kapaklarıyla birlikte kehanetlerden biri olarak kabul edilen “Simpsonlar” dizisinde “şemsiye” ile ilgili hikaye uzun zamandır tahmin ediliyordu.

kaynak:

https://communitarian.ru/news/politika/organizovannoe-ssha-globalnoe-poteplenie-kak-povod-dlya-billa-gejtsa-zatenit-solnce_02012023

Yabancı Kaynak Okuyucu yorumları:

bednayKrestianin2 января 22:25 Bukadar İnsan Nefreti ile bir çok can alan bu Canavar adamlar niye hala canlı yaşam onlara sabırla Dünya üzerinde can almayi planliyor.

Ardjuna3 января 02:29 Dünyayi soğuttuktan sonra nasıl yaşayacaklar bu kurt adamlar? Kuzey kutubuna gitsinler İnsanlık yaşadığı yerde yaşasın

Мамзя3 января 07:2 İnsanları bir çok yöntemlerle zehirlediler kadın erkek dengeyi bozdular başaramadılar şimdi Soğuk iklim ile yok edecekler

Владимир Плотников3 января 08:50 Eskilerde bir çok doğa olaylarını yenen kahramanlar yarattılar örn super men kötülükleri yok ediyordu…şimdi Güneş kötülükleri simgeleme operasyonu ve Dünya Kahramanları Güneş ile savaşacak ve bir çok silah üretimine başlayacaklar…sonunda her şeyi yok edecekler kendileride yok olacak

Din ve Bilim – Stanford Felsefe Ansiklopedisi

kaynak : https://kualiafelsefedergisi.com/2020/04/din-ve-bilim-stanford-felsefe-ansiklopedisi/

Hasan Ayer

Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz filolojisi lisans öğrencisidir. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakar siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri çalışmaktadır.

Yazıyı PDF olarak okumak için tıklayınız.

Din ve bilim arasındaki ilişki felsefede ve teolojide halen daha devam etmekte olan bir tartışma konusudur. Din ve bilim ne ölçüde uyumludur? Dinsel inançlar bilime destek olurlar mı veyahut kaçınılmaz bir biçimde bilimsel araştırmaya engel midirler? ‘’Teoloji ve bilim’’ olarak da adlandırılan interdisipliner ‘’bilim ve din’’ alanı bu ve diğer soruları cevaplandırmayı amaçlamakta; bu alanlar arasındaki tarihsel ve çağdaş etkileşimi araştırmakta ve onların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunun felsefi analizlerini sunmaktadır.

Bu giri (entry) bilim ile dindeki meselelerin ve tartışmaların genel bir taslağını sunmaktadır. Birinci bölüm her iki alanın kapsamını ve birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu ana hatlarıyla göstermektedir. İkinci bölüm üç dinsel gelenekteki; Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm, bilim ve din ilişkisine değinmektedir. Üçüncü bölüm bilim ve dinin kesişmiş olduğu, yaratılışa, ilahi eyleme ve insanın kökenine odaklanan çağdaş bilimsel araştırma konularını tartışmaktadır. Dördüncü bölüm ise bilim ve din araştırmalarının gelecekteki istikametine göz atarak sonuçlanır.

1.  Bilim ve Din Nedir ve Birbirleriyle Nasıl İlişkilidir?
1.1 Bilim ve Din Alanının Kısa Tarihi
1.2  Bilim Nedir, Din Nedir?
1.3  Bilim ve Din Arasındaki Etkileşime Dair Kuramlar
1.4  Bilimsel Din Araştırmaları
1.5 Akademik Camiadaki Dinsel İnançlar
2. Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm’de Bilim ve Din
2.1 Hristiyanlıkta Bilim ve Din
2.2 İslam’da Bilim ve Din
2.3 Hinduizm’de Bilim ve Din
3. Bilim ve Din Arasındaki Çağdaş Bağlantılar
3.1 İlahi Eylem ve Yaratılış
3.2 İnsanın Kökenleri
4. Din ve Bilimin Gelecekteki Yönelimleri
4.1 Evrimsel Ahlak
4.2 Bilişsel Din Biliminin Dini İnançların Rasyonelliği Üzerine Etkileri

1.         Bilim ve Din Nedir ve Birbirleriyle Nasıl İlişkilidir?

1.1       Bilim ve Din Alanının Kısa Tarihi

1960lardan beri teoloji, felsefe, tarih ve bilim alanındaki uzmanlar bilim ve din arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Bilim ve din; işine kendini adamış dergileriyle (Zygon ve Journal of Religion and Science gibi), akademisyenleriyle (Oxford Üniversitesi Bilim ve Din profesörü Andreas Idreos gibi), akademik topluluklarıyla (Science and Religious Forum gibi), yinelenmekte olan konferanslarıyla (The European Societf For the Study of Science and Theology her iki yılda bir konferans düzenlemektedir) saygın bir alandır. Yazarları ya teologlar (John Haught, Sarah Coakley gibi), bilime ilgi duyan felsefeciler ya da rahip olup da dine dair uzun soluklu bir ilgisi olan eski bilim adamlarıdır (biyokimyacı Arthur Peacocke, fizikçi John Polkinghorne ve moleküler biyofizikçi Alister Mcgrath).

Sistematik bilim ve din çalışmaları 1960larda Ian Barbour (1966) ve Thomas F. Torrance (1969) gibi ‘’bilim ve din savaştadır veya birbirleriyle ilgisizdir’’ kanısına meydan okuyan yazarlar ile başladı. Barbour’un ‘’Bilim ve Dindeki Meseleler’’i (Issues in Science and Religion) her iki alandaki metodolojinin ve teorinin kıyaslanmasını da içerseyen ebedi birçok temayı gösterdi. Zygon, bilim ve din üzerine uzmanlaşmış olan ilk dergi, da 1966 yılında piyasaya çıktı. Başlangıçta bilim ve din çalışmaları metodolojik meseleler üzerine eğilmişken, 1980lerin sonlarında 2000lere kadarki yazarlar bilim ve din ilişkisinin detaylı tarihsel incelemesini de içerseyen bağlamsal (contextual) yaklaşımlar geliştirdiler (örneğin Brooke 1991). Peter Harrison (1988) savaş hali modeline (the warfare model) doğanın ve insanlığın Protestan teolojisindeki algılanış biçimlerinin 17.yy’da bilime yol açtığını iddia ederek karşı çıkmıştır. Peter Bowler (2001, 2009) 19. ve 20.yy’larda evrim teorisiyle dinsel inancı uzlaştırmayı amaçlayan liberal Hristiyan ve evrimci hareketlere dikkat çekti.

1990larda Vatikan Rasathanesi, Teoloji ve Doğa Bilimleri Merkezi ilahi eylem (divine action) üzerine bir dizi konferansın sponsorluğuna destek oldular. Felsefe ve teoloji dünyasından (örneğin Nancey Murphy) ve bilim dünyasından (örneğin Francisco Ayala) katılımcılar vardı. Bu konferansların amacı çağdaş bilimlerin ışığında ilahi eylemi idrak etmekti. Bu beş konferansın her biri kuantum kozmolojisi (1992, Russel ve arkadaşları 1993), kaos ve karmaşayı (1994, Russel ve arkadaşları 1999), nörobilim ile bireyi (1998, Russel ve arkadaşları 2000) ve kuantum mekaniğini (2000, Russel ve arkadaşları 2001) de içerseyen doğa bilimleri sahasına ve onun dinle olan ilişkisine adandı.

Günümüz toplumunda bilim ve din arasındaki en önemli etkileşim evrim teorisi ve yaratılışçılık/akıllı tasarım üzerinden meydana gelmektedir. Hukuk savaşları (örneğin 2005 yılında meydana gelen Kitzmiller ve Dover duruşması) ve Amerikan okullarında evrim ve yaratılışçılık öğretimini kapsayan lobicilik din ve bilimin birbirleriyle çeliştiği hissini yaydı. Ancak herhangi bir birey evrim teorisinin kabulüne odaklanacak olsa bile din ve bilim arasındaki ilişki karmaşıktır. Örneğin Birleşik Krallıkta bilim adamları, din adamları ve popüler yazarlar 19 ve 20.yy’ların başı süresince din ve bilimi uzlaştırmaya çalışmışlarken Amerika Birleşik Devletleri evrim düşüncesine karşı Scope davası ile örneklendirilebilecek fundamentalist muhalefetin yükselişine tanıklık etmiştir (Bowler 2001, 2009)

Geçtiğimiz 10 yılda kilise liderleri evrim teorisi üzerine uzlaştırıcı bir basın açıklaması yapmıştır. Papa John Paul II (1966) Papalık Bilimler Akademisine (Pontifical Academy of Sciences) mesajında evrim teorisini olumladı ancak ayrı ve özel bir yaratımın sonucu olarak gördüğü insan ruhu açısından reddetti. İngiltere Kilisesi teorisinin başlangıçta reddedilmesinden dolayı Charles Darwine yönelik bir özür de dahil olmak üzere evrim teorisini resmi olarak onayladı. Son 50 yılda bilim ve din fiili olarak batı bilimi ve Hristiyanlıktan ibaretti – Hristiyan inancı Batı biliminin bulguları ile ne ölçüde uyumlu hale getirilebilir? Bilim ve din alanının Hristiyan olmayan geleneklere, Yahudilik, Budizm ve İslam, dikkatini vermesi çok yakın bir geçmişte meydana gelmiştir.

1.2       Bilim Nedir, Din Nedir?

Din ve bilimin kapsamını ve onların arasında nasıl bir etkileşim olduğunu anlamak için en azından kabaca bilim ve dinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. her şeyden öte ‘’din ve ‘’bilim’’ açık anlamlara sahip sonsuza kadar değişmeyecek olan kavramlar değillerdir. Onlar zamana ve kültüre bağlı çeşitli anlamlara sahip olan ve daha çok yeni kazanılmış kavramlardır. 19.yy’dan önce ‘’din’’ kavramı çok nadir kullanılmıştır. Aquinas gibi ortaçağdaki yazarlar için ‘’religio’’ kavramı dindarlık veya ibadet etme ve onun ortodoksi olarak düşündüğü şeyin dışındaki ‘’dini’’ sistemlerin inkarı anlamlarına gelirdi. ‘’Din’’ kavramı geniş ölçekteki mevcut anlamını kavramı sistematik bir biçimde dünya çapındaki dinler için kullanan E.B Taylor gibi antropologların eserleri sayesinde kazandı.

Halihazırda kullanıldığı şekliyle ‘’bilim’’ kavramı 19.yy’da yaygınlaşmıştır. Bu tarihten önce ‘’bilim’’ dediğimiz şey ‘’doğa felsefesi’’ veya ‘’deneysel felsefe’’ olarak adlandırılırdı. William Whewell (1834) ‘’bilim insanı’’ kavramını çeşitli doğa felsefelerinin uygulayıcısı anlamında standardize etti. Bilim felsefecileri bilimi bilgi arayışındaki diğer uğraşlardan, özellikle din, ayırdılar. Örneğin Karl Popper (1959) bilimsel hipotezlerin (dinsel olanlardan farklı olarak) temelde yanlışlanabilir olduğunu iddia etmiştir. Her iki kavramın anlamları tarihsel olarak birbirlerine bağlı olsalar bile, birçoğu (örneğin Taylor) bilim ve din arasında bir farklılık olduğunu olumlamıştır ancak kesin bir biçimde bu iki alanın sınırlarının nasıl belirleneceği hususunda mutabık değillerdir.

Din ve bilimi birbirlerinden ayrıştırmanın bir yolu bilimin doğal dünya ile ilgileniyor, dinin ise hem doğal hem de doğaötesi dünya ile ilgileniyor olduğu iddiasıdır. Bilimsel açıklamalar tanrılar ve melekler gibi doğaüstü entitelere veyahut karma, mucizeler ve Qi gibi doğal olmayan güçlere başvurmazlar. Örneğin nörobilimciler tipik bir biçimde düşüncelerimizi maddi olmayan ruhlara veya varlıklara referansla değil, beyin durumlarımıza referansla açıklayacaklardır.

Naturalistler metodolojik naturalizm (bilimsel araştırmayı doğal entiteler ve yasalar ile sınırlayan epistemolojik bir ilke) ile ontolojik veya felsefi naturalizm (doğaüstünü reddeden metafizik ilke) arasında bir ayrım yaparlar. Metodolojik naturalizm bilimin uygulamaları (practice) ile ilgilendiğinden doğaüstü entitelerin var olup olmadığı konusunda bir açıklama yapmamaktadır. Belki de varlardır ancak bu bilimsel araştırmanın/soruşturmanın kapsamının dışında yatmaktadır. Bazı yazarlar (örneğin Rosenberg 2014) bilimsel çıktıları/sonuçları ciddi bir biçimde ele almanın özgür irade veya ahlaki bilgi gibi zor sorunlara yönelik olumsuz cevaplara yol açacağını düşünmektedirler. Ancak bu keskin olan sonuçlar tartışmalıdır.

Bilimin kendi metodolojik naturalizmi içinde dinden ayrılabileceği görüşü daha yaygın bir biçimde kabul görmektedir. Örneğin Kitzmiller ve Dover davasında bilim felsefecisi Robert Pennock davacılar tarafınca çağrılıp akıllı tasarımın bir çeşit yaratılışçılık ve dolayısıyla da bir din olup olmadığı üzerine ifade vermiştir. Eğer öyle olsaydı Dover okul yönetimi politikası ‘’Establishment Clause of The First Amendment’’i ihlal ederdi. Daha önceki çalışmalara dayanarak Pennock doğaüstü mekanizmalara başvurması bağlamında akıllı tasarımın metodolojik olarak naturalistik olmadığını ve metodolojik naturalizmin bilimin temel bir bileşeni olduğunu iddia etmiştir -her ne kadar dogmatik bir gereksinim olmasa da metodolojik naturalizm, teorileri ampirik olarak test etmek gibi makul kanıtsal gereksinimlerin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Isaac Newton, Johannes Kepler, Robert Hooke ve Robert Boyle gibi doğa felsefecileri bazen dpğa felsefelerinde (biz bu gün ‘’bilim’’ diyoruz) doğaüstü etmenlere başvurdular. Yinede doğa felsefesinde genel olarak naturalistik açıklamaları destekleme eğilimi vardı. Naturalistik nedenleri destekleme tercihi naturalistik açıklamaların geçmişteki başarıları sayesinde teşvik edilmiş olabilir. Paul Draper gibi önde gelen yazarlar metodolojik naturalizmin başarısının ontolojik naturalizme bir kanıt teşkil edebileceğini iddia etmektedirler. Metodolojik naturalizm 19.yy’da X-club, Thomax Huxley ve arkadaşları tarafından dinsel dogmalardan arındırılmış bir bilimi teşvik etmeyi amaçlayan bir lobi grubu, ile piyasaya çıktı. X-club kısmen amatör din adamı menşeili bilim adamlarınca bilim alanında sürdürülen rekabeti elimine etme ve bundan kaynaklı alanı tam zamanlı (full-time) profesyonellere bırakma istenci tarafınca güdülenmiş olabilir.

‘’Bilim’’ ve ‘’din’’ tanımlanmaya karşı çıktığından bilim (genel olarak) ve din (genel olarak) arasındaki ilişkiyi tartışmak anlamsız olabilir. Örneğin Kelly Clark (2014) bizim sadece makul bir düzeyde yaygın bir biçimde kabul edilmiş bilimsel iddialar (örneğin kuantum mekaniği veya nörobilimdeki bulgular) ve belirli bir dinin spesifik bir iddiası (örneğin benliğin yokluğunun Budist bağlamdaki karşılığı) arasındaki ilişki hakkında tahkikat (soruşturma) yapabileceğimizi iddia eder.

1.3       Bilim ve Din Arasındaki Etkileşime Dair Kuramlar

Bilim ve din arasındaki etkileşimi karakterize eden birçok tipoloji vardır. Örneğin Mikael Stenmark (2004) 3 görüş kategorize etmiştir: bağımsızlık görüşü (bilim ve din arasında bir örtüşme yoktur), etkileşim görüşü (iki alan arasında bazı örtüşmeler vardır) ve son olarak bilim ve dinin etkinlik alanının birliği görüşü. Stenmark bu görüşlerin içerisinde ilave alt başlıklar tanımlamıştır. Örneğin ‘’etkileşim’’ (contact) bir çatışma veyahut uyum formunda olabilir. Bilim ve din arasındaki etkileşime dair en etkili kalan kuran Barbourun kuramıdır: çatışma (conflict), bağımsızlık (independence) diyalog (dialogue) ve entegrasyon (integration). Barbaorun kendisinin de dahil olduğu sonradan gelen yazarlar bu sınıflandırmayı billurlaştırıp geliştirdiler. Ancak diğerleri (örneğin Cantor ve Kenny 2001) bu iki alan arasında vuku bulan geçmişteki etkileşimleri anlamanın faydalı olmadığını iddia etmişlerdir. Evvela bu, dinlerin ritüeller ve toplumsal yapılar gibi diğer yönleri pahasına bilişsel içeriğiyle ilgilenmekte. Dahası ‘’çatışma’’nın, kanıtsal veyahut mantıksal, ne anlama geldiğinin belirgin bir tanımı mevcut değil. Bu kuram örneğin Steinmarkınki gibi kendinden sonra piyasaya çıkan kuramlar kadar felsefi bir biçimde çok yönlü (sophisticated). Yinede güçlü bir etkiye sahip olduğundan bu tasnifi detaylıca tartışmakta fayda var.

Din ve bilimin ebedi ve doğası gereği bir çatışma içerisinde olduklarını iddia eden çatışma kuramı iki tarihsel anlatıya bel bağlamıştır: Galileo’nun yargılanması ve Darwinizmin kabulü. Çatışma kuramı 19.yy’da şu iki yayın tarafınca geliştirildi ve savunuldu: Biri John Draper’in (1874)  Din ve Bilim Arasındaki Çatışmanın Tarihi (The History of The Conflict Between Religion and Science) diğeri ise White’ın iki ciltlik Bilimin Hristiyan Teolojisiyle Savaşının Tarihi (The History of The Warfare of Science With Theology in Christendom). Her iki yazar da din ve bilimin kaçınılmaz bir biçimde çatışmada olduğunu söylemektedirler zira her ikisi de temelde aynı alan üzerine tartışma yürütmekteler. Bilim ve din alanındaki yazarların çok büyük bir bölümü çatışma kuramını eleştirmekteler ve onun tarihi kayıtların sığ ve yandaş bir biçimde okunmasına dayandığına inanmaktalar. İroniktir ki her ne kadar ortak noktaları pek bulunmasa da gerek bilimsel materyalizm gerek aşırı uç İncil literalizmi burada bir çatışma modeli varsaymakta: her ikisi de eğer bilim doğruysa din yanlıştır veya din doğruysa bilim yanlıştır şeklinde bir varsayıma sahiptir.

Her ne kadar şu anda çatışma kuramına inananlar azınlık olsa da kuram lehine bazıları (örneğin Philipse 2012) felsefi argümantasyonlar ortaya koydu veyahut Galileo’nun yargılanması gibi tarihsel kanıtları yeniden gözden geçirdiler. Alvin Plantinga (2011) çatışmanın bilim ve din arasında değil, bilim ve naturalizm arasında olduğunu iddia etmektedir.

Bağımsızlık kuramı bilim ve dinin ayrı sorular soran ayrı bilgi alanlarını keşfetmekte olduğunu benimser. Stephen Jay Gould, NOMA (Non-Overlapping Magisteria ‘’birbirleriyle örtüşmeyen alanlar’’) ilkesiyle etkili bir bağımsızlık modeli geliştirdi: bilim ve din arasındaki çatışma eksikliği ilgili uzmanlık alanları arasındaki örtüşme eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Gauld bilimin uzmanlık alanının evrenin oluşumu gibi empirik sorunlar, dinin alanının ise ahlaki değerler ve spiritüel anlamlar gibi sorunlar olduğunu tanımlamıştır. NOMA hem tanımlayıcı hem de normatiftir: örneğin tıpkı bilim adamlarının ahlaki meseleler ile ilgili iddialarda bulunmamaları gerektiği gibi dini liderler de evrim teorisiyle ilgili gerçekçi iddialar öne sürmekten sakınmalılardır. Gould iki alanın sınırları (border) arasında belli etkileşimler (örneğin bizim diğer canlılara yönelik sorumluluklarımız gibi) olabileceğini düşünmektedir. Bağımsızlık modelindeki belirgin problemlerden biri dinlerin olgusal/gerçekçi izahlar yapmaktan alıkonmaları durumunda değer ve ahlaka dair iddialarını meşrulaştırmalarının zor olması olacaktır. Örnek vermek gerekirse herhangi bir birey yaratıcıyı memnun ettiği için başka bir bireyin kapı komşusuna iyi davranması gerektiğin iddia edemeyecektir. Kaldı ki dinler empirik iddialarda (örneğin ilk dönem İbranilerinin kızıl denizin iki yana ayrılmış olan sularından geçtiğine veya İsa’nın ölümünden sonra tekrar gözüktüğü vb gibi) bulunuyorlar gibi gözükmekteler.

Diyalog kuramı din ve bilime dair karşılıklı bir ilişki önermektedir. Bağımsızlık kuramından farklı olarak diyalog kuramı bu iki alan arasında ortak bir zemin olduğunu, bir ihtimal varsayımlarında; metodlarında ve konseptlerinde, varsaymaktadır. Örneğin Hristiyan yaratılış doktrini yaratılışın (bir tasarımcının ürünü olan yaratılışın) hem akıllıca hem de intizamlı olduğunu varsayarak bilimi teşvik etmiş olabilir. Bundan dolayı bir kimse henüz keşfedilmemiş ve keşfedilebilecek yasalar olduğunu umabilir. Tanrının özgür eyleminin sonucu olduğundan yaratılış da ona bağımlıdır ve bundan dolayı doğa yasaları a priori düşünme tarafınca keşfedilemez ki bu durum empirik soruşturma ihtiyacını tetikler. Barboura göre gerek bilimsel gerek teolojik araştırma/soruşturma teoriye bağımlıdır veya en kötü modele bağımlıdır. Örneğin üçleme doktrini hristiyan teologların genesisin ilk bölümünü yorumlama şeklini renklendirmekte ve metaforlara, modellere, kapsamlılığa ve verimliliğe dayanır. Diyalog kuramında alanlar birbirinden ayrı kalmakta ancak birbirleriyle ortak metodlar, konseptler ve varsayımlar kullanarak konuşmaktadırlar. Wentzel van Huyssteen din ve bilimin epistemolojik bağlamdaki örtüşmelerine dayanarak güzel bir düette olduklarını söyleyerek diyalog pozisyonunu savunmuştur.

Entegrasyon kuramı bilim ve teolojiyi birleştirmede çok daha kapsamlıdır. Barbour (2000) üç tür entegrasyon tanımlar. İlki tanrının varlığı ve nitelikleri konusunda argümanlar formulize eden doğal teolojidir. Doğal teoloji, argümanlarında doğa bilimlerinden gelen sonuçları ömcül olarak kullanır. Örneğin tanrının varlığına dair çağdaş kozmolojik argümanda evrenin zamansal bir başlangıcı olduğu varsayımı ve kozmolojik sabitler ile doğa yasalarının yaşama izin vermesi (ancak sabitlerin ve yasaların diğer birçok kombinasyonu yaşamın ortaya çıkmasına engel olmakta) hassas ayar argümanlarında kullanılmakta. İkincisi olan doğa teolojisi bilimden değil, dinsel bir çerçeveden hareketle işe koyulur ve bunun bilimin bulgularını nasıl zenginleştirebileceğini ve hatta revize edebileceğini inceler. Örneğin McGrath doğa bulgularının ve bilimsel bulguların hristiyan bir perspektif ile nasıl hesaba katılabileceğini inceleyerek bir hristiyan doğa teolojisi geliştirmiştir. Üçüncü olarak Barbour, Whiteheadın felsefi metodunun din ve bilimi birbirilerine entegre edebilmesi açısından gelecek vaad eden bir yol olduğuna inanmıştır.

Entegrasyon kuramı cazip görünsede (özellikle teologlar için) belirli bir alanın bilimsel ve dini özelliklerinin tam olarak hakkını vermek zordur. Örneğin hem paleoantropoloji hem de teolojide bilgi sahibi olan Pierre Teilhard de Chardin (1971) yolun sonunda teleolojik olarak alışılmadık bir evrim görüşünü ve Ortodoks olmayan bir teolojiyi (ilk günahın alışılagelmedik bir yorumunu benimseyip başı Roma Katolik Kilisesi ile belaya girmiştir) benimsemiştir. Teolojik heterodoksi tek başına bir kuramdan/modelden şüphe etmek için bir neden olamaz ancak o entegrasyon kuramının daha geniş çaptaki teologlar ve felsefeciler topluluğu içerisinde başarılı olma hususunda zorluklara sahip olduğuna işaret etmiştir.

1.4       Bilimsel Din Araştırmaları

Bilim ve din, bilimsel din araştırmalarında birbirleriyle yakından ilişkilidirler. Doğa tarihçileri insan davranışı, kültürü; din, duygu ve ahlak gibi alanlara dair naturalistik açıklamalar ortaya koymuşlardır. Örneğin Bernard de Fontenelle’nin ‘’Masalların Kökenleri (De l’Origine des Fables)’’ (1724) adlı kitabı doğaüstüne olan inancın nedensel açıklamalarını sunmaktadır. İnsanlar genellikle olağandışı olayların altında yatan doğal sebepleri anlayamadıklarında doğaüstü açıklamalara başvururlar: ‘’Bir kimse ne kadar cahil ve ne kadar tecrübesiz ise o kadar mucize görür’’. Bu fikir Auguste Comte’un (1841) mitler tedrici bir biçimde yerlerini bilimsel açıklamalara bırakacaklardır görüşünü önceden ima etmektedir. Hume’un ‘’Dinin Doğal Tarihi (Natural History of Religion) adlı kitabı dinsel inançların doğal tarihsel açıklamasının en iyi bilinen örneğidir. Kitap politeizmin, ki bu Hume için dinsel inançların en erken biçimiydi, kökenlerini dış dünyaya yönelik korku ve endişe ile birleşmiş doğal nedenlere yönelik cehalete dayandırmaktadır. İlk insanlar çevrelerindeki nesnelere tanrısal anlamlar yükleyerek tanrıları ikna etmeyi veyahut onlara rüşvet vermeyi denemişlerdir ve bundan dolayı da bir tür kontrol hissi elde etmişlerdir. 19.yy’da ve 20.yy’nın başlarında antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi daha yeni yeni ortaya çıkmış bilimlerden uzmanlar dinsel inançların naturalistik kökenlerini açıklamaya çalışmışlardır. Bütün kültürlerin aynı çizgi seyrince evrildiği ve geliştiği görüşü antropolojide yaygındı. Çok çeşitli dini görüşler barındıran kültürler henüz daha gelişim aşamasının başında olarak görülmüştü. Örneğin Taylor (1871) animizmi, ruhların dünyayı hareketlendirdiği inancı, dinsel inançların en erken biçimi olarak görmekteydi. Comte (1841) bütün toplumların dünyayı anlamlandırma teşebbüslerinde aynı gellişim aşamalarından geçtiğini öne sürmüştür: dinsel açıklamaların hüküm sürdüğü teolojik (dinsel) aşama ilk evredir, bunu metafizik evre takip eder ve bilimsel açıklamaların ve empirik gözlemlerin olduğu bilimsel evre ile son bulur (çevirmen dipnotu: Bkz; 3 Hal Yasası).

Sosyolog Emile Durkheim (1915) dinsel inançları toplumların bir arada olmasına yardım eden toplumsal bir tutkal olarak görmekteydi. Psikolog Sigmund Freud (1927) ise dinsel inancı bir ilüzyon olarak görmekteydi. Freudun öne sürdüğü hikayenin tamamı oldukça tuhaf: geçmişte kabiledeki bütün kadınları tekeline alan bir baba kendi erkek çocukları tarafınca öldürülür ve yenir, ardından çocuklar suçluluk hissine kapılırlar ve katlettikleri babalarını idolleştirirler. Bu, yamyamlık ve ensest üzerine tabular ile birlikte, ilk dini yarattı. Bunun yanı sıra Freud ‘’okyanus hissi’’ni (sınırsızlık hissiyatı ve dünyayla bağlantılı olma) dinsel inançların kökenlerinden bir iolarak gördü. Freud bu hissiyatın bir bebeğin sütten kesilmeden önceki benlik deneyiminin bir kalıntısı olduğunu düşünmüştür. Karl Marx ve Max Weber gibi sosyal teorisyenlerle birlikte Durkheim ve Freud gibi yazarlar sekülerleşme teorisinin (modern teknoloji, bilim ve kültür karşısında dinlerin gerileyeceği görüşü) farklı versiyonlarını öne sürdüler. Felsefeci ve psikolog William James (1902) dinsel deneyimlerin fenomenolojisi ve psikolojik kökenleriyle ilgilenmiş ve bunların kurumsal dinlerin nihai kaynağı olduğuna inanmıştır.

1920lerden başlayarak dine dair bilimsel araştırmalar büyük anlatılarla ilgilenmeye daha az zaman ayırdı ve bunun yerine belirli dinsel gelenekler ve inançlarla ilgilenmeye başladı. Edward Evans-Pritchard (1937/1965) ve Bronislaw Malinowski (1925/1922) gibi antropologlar artık sadece ikinci el raporlara (genellikle düşük kalitede ve bozulmuş kaynaklardan olan) güvenmeyip ciddi alan araştırmalarıyla meşgul oldular. Ortaya koydukları etnografiler kültürel evrimin yanlış anlaşıldığını ve dinsel inançların önceden varsayılanın aksine daha çeşitli olduğunu belirtti. Dinsel inançların doğal mekanizmalara yönelik cehaletin bir sonucu olmadığını iddia ettiler; örneğin Evans-Pritchard, Azandelerin (Kuzey Orta Afrika’da büyücülükle ilgilenen bir etnik grup) termitlerin temellerini yediğinden dolayı evlerinin çökebileceğinin gayet farkında olduklarını ancak yine de belirli bir evin çökmesini açıklamada büyüye başvurduklarını belirtmiştir. Yakın geçmişte Cristine Legare ve arkadaşları (2012) çeşitli kültürlerdeki insanların açıkça doğaüstü ve doğal açıklamaları birleştirdiklerini bulmuşlardır. Örneğin Güney Afrikalılar AIDS’e bir virüsün neden olduğunu bilmektedirler ancak bazıları viral enfeksiyonlara en nihayetinde cadıların neden olduğuna da inanmaktadır.

Din psikologları ve sosyologları da dinsel inançların irrasyonaliteye, psikopatolojiye ve James (1902) ile önceki diğer psikiyatristlerin varsaydığı gibi diğer atipik psikolojik durumlara dayandığından şüphe etmeye başlamışlardır. Amerikada 1930ların sonlarından 1960lara doğru psikologlar dine yönelik yeni bir ilgi geliştirdiler zira bu durumu körükleyen gözlemler vardı: din gerilemiyordu, ki bu durum sekülerleşme teorisini şaibeli hale getiriyordu, ve tatmin edici bir biçimde yeniden canlanıyor gibi gözüküyordu. Din psikologları, içerisinde dışsal dindarlığın (kendinde bir amaç olarak dindar olmak, örneğin bir sosyal grup içerisinde yer alarak fayda elde etmek) ve içsel dindarlığın (dinlere öğretilerinden kaynaklı bağlanma) da olduğu dindarlık türleri arasında gittikçe daha ince bir ayrım yapmışlardır. (Allport ve Ross 1967). Psikologlar ve sosyologlar şu an dini; sağlık, suç, cinsellik ve sosyal iletişim üzerine etkileri ile olan bağımsız bir değişken olarak incelemektedirler.

Bilimsel din araştırmalarında son günlerde ortaya çıkan bir gelişme de bilişsel din bilimidir. Bilişsel din bilimi gelişim psikolojisi, antropoloji, felsefe ve bilişsel psikoloji alanlarından uzmanlarıyla multidisipliner bir alandır. Bilişsel din bilimi dinin salt olarak kültürel bir fenomen olmadığı, bunun yerine sıradan, daha yeni yeni gelişmiş evrensel bilişsel süreçlerin bir sonucu olduğu varsayımından hareketle onu diğer bilimsel yaklaşımlardan ayırmaktadır (örneğin Barret 2004, Boyer 2002). Bazı yazarlar dini, din için özel olarak evrimleşmiş bir işleve sahip olmayan bilişsel süreçlerin bir yan ürünü olarak görmektedirler. Örneğin Paul Blooma göre (2007) din olgusu zihin ve beden arasında yaptığımız sezgisel ayrımın bir yan ürünü olarak ortaya çıkar: Zihnin bedenen öldükten sonra bile varlığını sürdürdüğünü düşünmemiz ölüm sonrası hayata olan inancı tetikler.

1.5 Akademik Camiadaki Dinsel İnançlar

19.yy’a ve 20.yy’ın ilk dönemlerine kadar bilim adamları yaptıkları işlere rehberlik eden dinsel inançlara sahiptiler. 17.yy’da tasarım argümanı zirveye ulaştı ve doğa felsefecileri bilimin tanrı tarafından yaratılış düşüncesine kanıt sağladığına ikna olmuşlardı. Doğa felsefecilerinden Isaac Newton sağlam ancak alışılmışın dışında (unorthodox) olan dinsel görüşleri benimsemiştir. Bunun aksine çağdaş bilim insanları genel nüfus ile kıyaslandığında daha az bir dinsel eğilime sahiptirler. Ancak örnek vermek gerekirse İnsan Genom Projesinin bir zamanlarki lideri olan genetikçi Francis Collins gibi sesi çok çıkan istisnalar da bulunmaktadır. Collinsin ‘’Tanrının Sesi (The Language of God)’’ kitabı ve kurduğu Biologos Institute bilim ve hristiyanlık arasındaki bağdaşabilirliliği savunmuştur.

Sosyolojik (örneğin Ecklundt 2010) araştırmalar bilim insanlarının (özellikle Amerikadakiler) dinsel inançları olup olmadığını irdeleyip genel nüfusa kıyasla bilim adamları arasında dinsel eğilimler bakımından ciddi farklılıklar olduğunu belirtmiştirler. Pew Forum (Macsi ve Smith 2016) tarafınca yürütülen araştırmalar Birleşik Devletlerdeki on kişiden dokuzunun bir tanrıya veyahut evrensel bir ruha inandığını ve bu sayının geçtiğimiz on yıllar süresince çok küçük bir ölçekte gerilediğini saptamışlardır. Genç yetişkinler arasında teist oranı yaklaşık %80 civarındayken akademisyenler, özellikle seçkin enstitülerdekiler, arasında ateizm ve agnostisizm yaygın. Ulusal Bilimler Akademisi (National Academy of Sciences) üyeleri (heğsi ağırlıklı olarak seçkin fakültelerden olmak üzere) arasındaki bir araştırma, üyelerin ekseriyetinin tanrıya inanmadığını (%72.2), %20’sinin agnostik olduğunu ve sadece %7’lik bir bölümünün teist (Larson ve Wiham 1998) olduğunu ortaya koymuştur. Ecklund ve Schelitle Birleşik Krallıktaki 21 seçkin üniversitedeki gerek sosyal bilimler gerek pozitif bilimler alanlarında çalışmalar yapan bilim adamlarının geri bildirimlerini analiz etti. Katılımcılarının yaklaşık %31.2’si kendilerini ateist ve diğer %31’lik bir bölüm ise agnostik olarak tanımlamaktadırlar. Geriye kalanlar ise bir tür tanrı (%5.4), bazı şüphelerle beraber yine de bir tanrı (%15.5) veyahut herhangi bir şüpheye sahip olmaksızın tanrıya inanma (%9.7) bağlamında aşkın bir güce inanmaktadırlar. Genel nüfusun aksine bu örnekteki (sample) akademisyenler yüksek bir dinsel eğilim oranı göstermediler, bunun aksine bir tanrıya inanmadıklarını söylemeye daha meyaller. Ancak öte yandan Gross ve Simmons (2009); içerisinde halk eğitim merkezlerini, doktora veren seçkin enstitüleri ve seçkin olmayan 4 yıllık devlet okullarını da içerseyen Amerikan okullarındaki bilim adamlarına dair çok daha heterojen bir araştırma ortaya koymuşlardır. Araştırma üniversite profesörlerinin çoğunun bazı teistik inançlara sahip olduğunu (bir tanrıya inananlar (%34.9), kuşkuları olmasına rağmen inananlar (%16.6), bazen inananlar (%4.3) veyahut aşkın bir güce inananlar (%19.2) olarak) saptamıştır. Tanrı inancı kurumlar (çok daha prestijli okullarda teistik inançlar daha azdır) ve alanlar (fizik ve biyoloji bilimlerinde sosyal bilimler ve beşeri bilimlere kıyasla teistik inançlar daha azdır) bazında değişiklik göstermektedir.

Bu sonuncu bulgular akademisyenlerin popüler bir biçimde varsayılanın aksine dinsel açıdan daha çeşitli görüşlerde olduklarını ve çoğunluğun dine karşı olmadığını göstermiştir. Böyle olmasına rağmen Birleşik Devletlerdeki ateistlerin ve agnostiklerin akademideki oranı genel nüfusa kıyasla daha fazladır ki bu durum bir tür açıklama gerektiren bir uyumsuzluktur. Sebeplerden bir tanesi teistlere yönelik akademideki önyargılar olabilir. Örneğin sosyologlar bir adayın evanjelik bir hristiyan olduğunu bilmeleri durumunda onu istihdam edip etmeyeceklerine yönelik bir araştırmaya tabi tutulduklarında %39.1’i o adayı kabul etme ihtimallerinin daha düşük olduğunu belirtmişlerdir- mormonlar veya Müslümanlar gibi diğer dini gruplar için de benzer sonuçlar mevcut (Yancey 2012). Bir diğer sebep ise teistlerin yaygın olan negatif klişeleri (stereotype) içselleştirmeleri olabilir ki bu onların bilimsel görevlerde düşük seviyede bir performans göstermelerine ve bilimsel bir kariyere devam etme husundaki ilgilerini kaybetmelerine neden olabilir. Kimberly Rios ve arkadaşları dini olmayan katılımcıların; teistlerin, özellikle hristiyan olanlarının, bilim yapmak için yeterli olmadıklarına ve onların (teistlerin) bilime yeterince güvenmediklerine inandıklarını saptadılar. Bu klişe belirgin hale getirildiğinde hristiyan katılımcılar mantıksal akıl yürütme testinde klişeden bahsedilmediğindeki durumdakine kıyasla daha düşük performans göstermektedirler.

Dinsel ve bilimsel düşüncenin bilişsel olarak uyumsuz/bağdaşmaz olup olmadığı belirsizdir. Bazı araştırmalar dinin bilimi karakterize eden analitik akıl yürütme biçiminden farklı olarak sezgisel düşünme biçimini kullandığını öne sürmektedir (Gervais ve Norenzayan 2012). Öte yandan bilimsel ve teolojik görüşlerin kabulü tanıklığa güvenmeye dayanmakta ve bilişsel bilimciler çocukların ve yetişkinlerin dini ve bilimsel alanlardaki görünmez entitilere tanıklıklarını anlama şekilleri arasında bir paralellik saptadılar (Harris ve arkadaşları 2016). Dahası Kilise Babaları ve Skolastikler gibi teologların yazıları derin bir biçimde analitikti ki bu sezgisel ve dinsel düşünce arasındaki ortaklığın Batılı bir önyargı olduğunu belirtiyor. Dinsel ve bilimsel düşünme biçimleri arasında tabiatları gereği bir gerilim olup olmadığını sınamak için daha fazla araştırmaya gerek vardır.

2. Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm’de Bilim ve Din

Daha önce de belirtildiği gibi, bilim ve din arasındaki ilişki üzerine yapılan çoğu çalışma Hristiyanlık ve bilim arasındaki ilişkiye odaklanırken, diğer dini gelenekler hakkında çok az yayın yapılmaktadır (örneğin, Brooke and Numbers 2011). Hristiyanlık haricindeki dini çevrelerin nispeten daha azında din ve bilim arasındaki ilişki üzerine yazılar yazılmaktadır (örneğin Clark 2014, Yahudilik ve İslam’ı bu bağlamda ele alır).  Batı biliminin ortaya attığı iddialar her zaman evrensel olduğundan, bu iddiaların diğer dinlerle olan ilişkisinin Hristiyanlıkla olan ilişkisine benzediğini varsayabiliriz. Ancak dini ve mezhepsel ilkeler farklılık gösterdiğinden (örneğin, Hindu geleneğinde Tanrı, Hristiyan ve Yahudi geleneğinin aksine yaratıdan tamamen bağımsız değildir) ve bilim tarihsel süreçte farklı kültürlerde farklı biçimlerde geliştiğinden, farklı dini geleneklerde din ve bilim arasındaki ilişkilerin birbirine benzemediği söylenebilir. Bu çeşitliliğe genel bir bakış sunmak adına bu bölümde Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm geleneklerinde bilim ve din ilişkisi incelenecektir.

2.1 Hristiyanlıkta Bilim ve Din

Hıristiyanlık tek tanrılı, İbrahimi bir din olarak günümüzde dünyadaki en yaygın dindir. Milattan sonra birinci yüzyılda İsa’nın havarileri tarafından geliştirilmiş ve Yahudilikten koparak yeni bir din haline gelmiştir.  Hristiyanlar, kutsal metinler olarak Eski Ahite (Yahudilikten alınan yazıtlar), Yeni Ahite (Matta, Markos, Luka, Yuhanna gospelleri), erken dönem Hristiyan kiliselerinin öğreti ve olaylarına (Acts of the Apostles, Aziz Pavlus’un mektupları gibi) ve Vahiy kitabına (Revelation) inanırlar.

Hristiyanlıkta vahiy ile gelen yazıtların önemi göz önüne alındığında, Hristiyanlık ve bilim arasındaki ilişkiyi incelemek için iki kitap metaforundan (two books metaphor) başlamak faydalı olacaktır (bkz. Tanzella-Nitti 2005). Bu metafora göre Tanrı, nizami yasalarını “Doğa Kitabı” (Book of Nature) aracılığıyla, tarihsel anlatıları ve mucizeleri ise “Kutsal Kitap” (Book of Scripture) aracılığıyla ortaya koymuştur. Augustinus (354-430), Doğa Kitabını anlamanın daha kolay olduğunu, çünkü Kutsal Kitabı anlamanın okuryazarlık gerektirdiğini söyler. Aziz Maximos (580-662), Ambigua adlı eserlerinde (bu eserlerin bir derlemesi ve eleştirisi için bkz. Louth 1996) kutsal kitap ile doğa kitabı arasındaki ilişkiyi Enkarnasyon üzerinden yorumlar: İsa’nın insanlığı doğa kitabı aracılığıyla vahyedilirken, ilahiliği kutsal kitap aracılığıyla vahyedilmiş olur. Orta Çağ boyunca St. Victor’lu Hugo (1096-1141) ve Bonaventure (1221-1274) gibi yazarlar, Doğa Kitabı’nın da hiç de kolayca anlaşılamadığının farkına varmaya başladılar. Eğer ilk günah biz insanların akıl ve algı kabiliyetini hasara uğrattıysa, o halde gerçeklikten ne gibi bir sonuç çıkarabiliriz? Bonaventure bu kitap metaforunu daha da genişletti ve “liber naturae”nin (Doğa Kitabı’nın) yaratılışla eş anlamlı olduğunu düşündü. Günahın, insan aklını kararttığını ve onu doğa kitabını anlamaktan alıkoyduğunu, bundan dolayı dünyayla ilgili öğretileri anlamak için kutsal kitaba ihtiyaç duyulduğunu savundu.

Bilim ve din alanında çalışan Hristiyan yazarlar, bu iki kitabın nasıl bir ilişki içinde olduğunu hala tartışırlar. Concordism (ahenkçilik, uyumculuk), kutsal kitabı modern bilimin ışığında yeniden yorumlama konusunda bir girişimdir. İncili yorumlamaya yorumbilgisel (hermeneutical) açıdan yaklaşır ve İncilin Büyük Patlama teorisi ve Evrim teorisi gibi bilimsel gelişmeleri öngördüğünü savunur. Ancak Denis Lamoureux’un (2008: bölüm 5) da belirttiği gibi, İncil’de bilimsel gözüken birçok iddia yanlıştır: Hardal tohumu en küçük tohum değildir, erkek spermleri minyatür insanlardan oluşmaz, gök bir kubbe değildir, dünya da düz yahut hareket ettirilemez değildir. Dolayısıyla doğa kitabı ile kutsal kitapları birbirine entegre etmeye yönelik makul bir çalışma, bundan çok daha sofistike ve nüanslı olmalıdır. John Wesley (1703-1791) gibi teologlar, kutsal kitaba ve bilime ek olarak başka bilgi kaynaklarının da olduğunu savunurlar: Wesley dörtgeni (Wesleyan Quadrilateral) denen bu kuram, kutsal kitap, tecrübe (bilimin sağladığı deneysel bulgular da dahil), gelenek ve aklın meydana getirdiği dinamik bir etkileşimden bahseder (Outler 1985).

Birçok Hristiyan yazar bilim ve dini birbirine entegre etmeye çalışmıştır (ör. Haught 1995, Lamoureux 2008, Murphy 1995). Bu yazarlar Evrim teorisi veya Kaos teorisi gibi bilimsel bulguları teolojik bir ışık altında, yani klasik teizm, kenosis[1] ve yaratılış doktrini gibi yerleşik teoloji kuramlarını kullanarak yorumlamaya çalışırlar.  John Haught (1995), kenosis düşüncesinin evrim teorisi gibi bazı bilimsel teorileri öngördüğünü söyler: Kendi içini boşaltan bir Tanrı, yani kendi kendini sınırlayan bir Tanrı, kendi içinde istikrarlı bir dünya yaratır ve sonuç olarak evren kendi kendini düzenler hale (self-organizing) gelir. Bilim ve din alanının Hristiyan kanadında baskın epistemolojik görüş, hem teolojiye hem de bilime başvuran “eleştirel realizm” (critical realism) görüşüdür. Barbour (1966) bu görüşü bilim ve din literatüründe ilk olarak ortaya atmış, Arthur Peacocke (1984) ve Wentzel van Huyssteen (1999) gibi teologlar da daha sonra bu görüşü geliştirmişlerdir. Eleştirel realizm, dünyanın bizim onu algıladığımız şekliyle olduğunu savunan naif realizm (naive realism) ile algılarımız ve kavramlarımızın salt araçsal olduğunu savunan araçsalcılık (instrumentalism) arasında bir orta yol sunmayı amaçlar. Algı ve dünya üzerine eleştirel düşünmeyi teşvik eder, dolayısıyla “eleştirel” dir. Eleştirel realizm üzerine yazılan yazılarda birbirinden farklı düşüncelere rastlanılır; örneğin, van Huyssteen (1998, 1999) teolojik görüşlerin sosyal, kültürel ve biyolojik faktörler üzerinden belirlendiğini belirten posttemelci (postfoundationalist) bir rasyonalite kavramı geliştirir. Murphy (1995: 329–330) bilim ve dine yönelik düşünceler için belirli doktrinel ve bilimsel gereksinimler olduğunu söyler: İdeal olarak, entegre bir düşünce, Hristiyan doktriniyle ve özellikle yaratılış doktriniyle uyum içinde olmalıdır. Ancak aynı zamanda bilimsel pratiklerin bize sağladığı deneysel gözlemlerle de uyum içinde olmalıdır.

Birçok tarihçi (örneğin, Hooykaas 1972), Hıristiyanlığın Batı biliminin gelişiminde etkili olduğunu savunmuştur. Peter Harrison (2009), ilk günah doktrininin bunda önemli bir rol oynadığını ve erken modern dönemde Adem’in “düşüşten” önce daha iyi duyulara, zekaya ve algılara sahip olduğuna dair bir inancın olduğunu söyler. Bu inanca göre düşüşün bir sonucu olarak insanlar daha uyuşuk hale gelmiş, algı kabiliyetleri sınırlanmış ve doğayı daha az anlayabilmişlerdir. Sonuç olarak düşüşten sonra insanlar artık doğayı anlamak için a priori muhakemeye güvenemez hale gelmiştir. Dolayısıyla muhakeme ve duyularını mikroskop ve teleskop gibi yardımcı araçlarla desteklemek zorundadırlar. Robert Hooke, Micrographia eserinin girişinde şöyle der:

“Her insan, hem doğuştan gelen içsel çürüklüğünün hem de diğer insanlarla çoğalıp etkileşmesinin bir sonucu olarak her türlü hataya düşmeye oldukça yatkındır… Bunlar insan muhakemesinin içinde olan tehlikelerdir ve çaresine ancak gerçek, mekanik ve deneysel bir felsefeye bakılabilir.” (1665, Harrison 2009:5’te alıntılanmıştır)

Bilimin yükselişine yol açmış olan bir diğer teolojik gelişme de, Paris Kınamalarının[2] (Condemnations of Paris) 1277’de gerçekleşenidir. Burada kafirce (heretical) görülen doğa felsefesi okumaları (örneğin Aristoteles’in fizik yazıları) yasaklanmıştır. Nihayetinde bu kınama, o dönemin düşünürlerinin Antik Yunan doğa felsefesinin de ötesini düşünebilmesine imkan tanımıştır. Örneğin, John Buridan (14. yy) gibi ortaçağ filozofları, tıpkı Aristoteles gibi doğada boşluk olmadığı görüşünü savunuyorlardı. Ancak zamanla bu boşluk fikri makul hale gelmeye başlamış ve Evangelista Torricelli (1608-1647), Blaise Pascal (1623-1662) gibi doğa filozofları hava basıncı ve boşlukla ilgili deneyler yapmışlardır (bkz. Grant 1996).

Bazı yazarlar, Hristiyanlığın bilimin gelişimindeki etkili rolüne daha fazla kanıt olması açısından, on yedinci yüzyılın önde gelen doğa filozoflarının Hıristiyan inançlarına işaret etmektedir. Örneğin Clark şöyle der:

“Tanrıyı bilimin tanımı içerisinden çıkarırsanız; Kepler, Copernicus, Galileo, Boyle ve Newton gibi bilimsel devrimin önde gelen doğa filozoflarını da çıkarmış olursunuz” (2014: 42).

Bazı diğer yazarlar, Hristiyanlığın bilimsel devrimi eşsiz biçimde tetiklediğini söyleyecek kadar ileri giderler. Rodney Stark (2004), bilimsel devrimin özünde Orta Çağ Hristiyan teolojisinin zamanla evrimleşmiş bir hali olduğunu iddia eder. Fakat bu gibi iddialar İslam ve Antik Yunan alimlerinin modern bilime yaptığı katkıyı göz ardı ederler. Hristiyanlıkta bilim ve din ilişkisine dair bu olumlu okumaların yanı sıra oldukça direnişçi kaynaklar da mevcuttur. Örneğin Hristiyan köktencileri arasında hala evrim teorisine karşı büyük bir muhalefet vardır.

2.2 İslam’da Bilim ve Din

İslam, yedinci yüzyılda Muhammed’e geldiği iddia edilen bir dizi vahiy sonucunda ortaya çıkmış, tek tanrılı bir dindir. “İslam” terimi yedinci yüzyıldan sonra Emevi, Abbasi ve Osmanlılar gibi Müslüman hükümdarların meydana getirdiği imparatorluk ve halifelikleri de kapsar. Bunların yanı sıra aynı siyasi ve dini bağlamda kendi felsefi ve bilimsel geleneklerini geliştirerek ortaya çıkan bir kültürü de kapsar (Dhanani 2002). İslam’ın en tanımlayıcı özelliği, Adem, İbrahim ve Muhammed gibi peygamberler aracılığıyla vahiyler gönderen tek bir Tanrı, yani Allah inancına sahip olmasıdır. Allah’ın Muhammed’e gönderdiği vahiyler, İslam’ın kutsal kitabı olan Kuran’da kayıtlıdır. Kuran’ın ardından en önemli teolojik kaynak, Muhammed peygamberin davranışlarını ve söylevlerini içeren sözlü bir külliyat, yani hadislerdir. İslam’ın iki ana dalı olan Sünnilik ve Şiilik, Muhammed’in halefleri arasında çıkan çatışmalar üzerinden ayrışırlar. Dünyanın en yaygın ikinci dini olan İslam, içerisinde geniş bir inanç çeşitliliği barındırır. Temel inançlar arasında Tanrı’nın birliği ve tekliği (tevhid), Tanrı’nın tek, bölünemez olması, evreni yaratıp sürdürmesi, peygamberlere gönderilen vahiyler (özellikle Muhammed’e) ve ahiret inancı vardır. Bunların haricinde Müslümanların üzerinde tartıştığı birçok doktrinel sorun vardır.

İslam ve bilim arasındaki ilişki karmaşıktır. Bugün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bazı Müslüman ağırlıklı ülkeler yüksek şehirleşme ve teknolojik gelişmeye sahip olsa da, önde gelen bilimsel yayınlarda ve bilim adamı başına atıf sayısı gibi bilimsel araştırma metriklerinde düşük performans göstermektedir (bkz. Edis 2007). Bunun yanı sıra İslam ülkeleri Yaşlı Dünya yaratılışçılığı[3] ve namazın sırt ağrılarına tıbbi tedaviden daha iyi geldiği gibi sahte bilimci fikirlerin fink attığı yerler haline gelmiştir (Guessoum 2009: 4–5).

Dokuzuncu ve on beşinci yüzyıllar arasında matematik, astronomi, optik ve tıp gibi alanlarda İslam dünyasının Avrupalı kültürlerin çok ötesinde olduğu göz önüne alındığında, günümüzde bilime verilen önemin azlığı oldukça dikkat çekicidir. Bu bilgi alanlarına, onları Batıda ortaya çıkan bilimsel arayışlardan ayırmak için sıklıkla “Arap bilimi” denir (Huff 2003). Birçok Arap bilim adamı polymat olarak karşımıza çıkar. Örneğin Ömer Hayyam (1048-1131) şiir, astronomi, coğrafya ve mineraloji gibi alanlarda sonsuza dek sürecek bir ün kazanmıştır. Diğer örnekler arasında Şamlı bir siyaset felsefecisi olan, müzik teorisi, bilim ve matematik üzerine de araştırmalar yapmış olan Farabi (872-950) ve tıp, fizik, astronomi, fizyoloji, hukuk, müzik, coğrafya gibi alanlar üzerine yazmanın yanı sıra Yunan felsefesinden esinlenilmiş bir felsefi teoloji de geliştiren Endülüslü İbn Rüşd (1126-1198) vardır.

Arap bilimi için önemli bir itici güç de, Bağdat merkezli Abbasi halifeliğinin (758-1258) himayesiydi. Harun Reşit (786-809 arası hükümdarlık yapan) ve Ebu Cafer Abdullah Memun (813-833 arası hükümdarlık yapan) gibi erken dönem Abbasi hükümdarları Arap bilimine önemli ölçüde hamilik yaptılar. Bunların ilki, Aristoteles, Galenus ve diğer birçok Fars ve Hint filozofun eserlerinin Arapçaya çevirisinin gerçekleştirildiği Beytülhikme’yi kurmuştur. Bu kurum, Hindistan’dan ve hatta Hristiyan topraklarından (Nasturilerden) dahi astronom, matematikçi ve doktor getirmiş olan oldukça kozmopolit bir kurumdur. Arap dünyasında, camilere bağlı olarak açılan kütüphaneler, İslam’ın, Yunan felsefesinin ve Arap biliminin yayılışına hız kazandıran büyük bir bilgi kaynağı meydana getirdi. Bir ortak dilin (Arapçanın) kullanımı, ortak dini ve siyasi kurumlar ve büyüyen ticari ilişkiler gibi faktörler de İmparatorluk içerisinde bilimsel düşüncelerin yayılışına yardımcı oldu. Bu bilgi aktarımının bir kısmı, resmi bir kurum altında olmadan, örneğin iki kişi arasındaki mektuplaşmalar yoluyla gerçekleşirken; bir kısmı da resmi kurumlarda (hastaneler, rasathaneler ve medreseler gibi) hoca-öğrenci ilişkisi içerisinde gerçekleşmiştir. (bkz. Dhanani 2002). Abbasi halifeliğinin gerilemesi ve yıkılması Arap bilimine büyük bir darbe vurmuştur ancak nihayetinde sonunun neden geldiği ve Batı Avrupa’dakine benzer bir bilimsel devrimi neden tecrübe etmediği hala net değildir.

Fatima Mernissi (1992) gibi bazı liberal Müslüman yazarlar, İslam felsefi teolojisinde muhafazakar formların yükselişe geçmesinin, bilimsel görüşlü doğa filozoflarının önünü tıkadığını savunurlar. Dokuzuncu yüzyıldan on ikinci yüzyıla kadar, Mutezile ekolü (felsefi teolojik bir ekol) Yunan doğa felsefesini benimseyerek Arap biliminin gelişimine yardımcı olmuştu. Ancak nihayetinde Mutezile ve onun entelektüel halefleri sahip oldukları nüfuzu daha muhafazakar teoloji kollarına kaptırdılar. Gazali’nin on birinci yüzyılda yazdığı “Filozofların Tutarsızlığı” adlı eseri, Mutezile ekolünün sofistike bir eleştirisiydi. Gazali, bu eserinde Mutezile’nin metafizik varsayımlarının kanıtlanamayacağını savundu ve daha ortodoks İslami görüşleri destekledi. Müslüman entelektüel sınıfı daha ortodokslaştıkça, İslam harici felsefi fikirlere daha kapalı hale geldi ve neticede bu da Arap biliminin gerilemesine neden oldu.

Bu bakış açısının sorunu, İslam harici bilgiye karşı ortodoks endişelerin varlığının Gazali’den önceye dayandığını göz ardı etmesidir (Edis 2007: bölüm 2). Fıkıh üzerine yapılan çalışmalar Arap bilimine teolojik gelişmelerden daha fazla zarar vermiştir. On birinci yüzyılda İslam hukukunda meydana gelen değişiklikler, heterodoks düşünceyi önlemeye başladı: ortodoks düşünceden uzaklaşmak kişinin İslam’dan çıkmış, yani zındık olmasına neden oluyor ve cezalandırılmasına yol açıyordu; halbuki bundan önce kişinin dinden çıkabilmesi için bunu açıkça ifade etmiş olması gerekiyordu (Griffel 2009: 105). (Gazali yalnızca şu üç ana doktrinden sapmayı zındıklık olarak tanımlar: tek Tanrı inancına meydan okumak, Muhammed’in peygamberliğine meydan okumak ve ahiret inancına meydan okumak.) Heterodoks düşüncenin dinden çıkma olarak yorumlanmaya başlaması Arap biliminde oldukça engelleyici bir dönem başlattı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bilim ve teknoloji Batı toplumlarının değişmez parçaları haline gelmişken, Müslüman imparatorluklar parçalanıyor ve sömürülüyordu. Müslüman dünyasında evrim teorisi gibi bilimsel fikirler Avrupa kolonyalizmiyle eş görülüyor ve onlara şüpheyle yaklaşılıyordu.

Bilim ve Batı modernitesi arasında kurulan bu olumsuz ilişkiye rağmen, Müslüman alimler arasında ortaya çıkan yeni bir bilim ve din literatürü vardır. Fizikçi Nidhal Guessoum (2009) bilim ve dinin yalnızca birbiriyle bağdaşabilir olduğunu değil, aynı zamanda onların arasında bir ahenk olduğunu düşünür. Kuran’ı bilimsel bir ansiklopedi gibi ele almayı reddeder (ki bu, bilim ve din alanındaki birçok Müslüman yazarın genellikle yaptığı bir şeydir) ve İbn Rüşd’ün ortaya koyduğu “çatışmasızlık ilkesini” (no-possible-conflict principle) kabul eder: Tanrı’nın kelamıyla (doğru anlaşıldığında), onun yaptığı işler (doğru anlaşıldığında) arasında bir çatışma olamaz. Eğer bariz bir çatışma varsa o halde Kuran doğru yorumlanamamış olabilir.

Kuran da Eski Ahit gibi yaratılışın altı günde gerçekleştiğini belirtse de, burada bahsi geçen “gün” kavramı genellikle 24 saatlik bir süreç olarak değil de çok daha uzun bir zaman aralığı olarak yorumlanır. Sonucunda İslam’da Genç Dünya yaratılışçılığı[4], Yaşlı Dünya yaratılışçılığından çok daha baskındır. Adnan Oktar’ın Yaratılış Atlası adlı, büyük oranda Hristiyan Yaşlı Dünya yaratılışçılığından esinlendiği kitabı, dünyanın birçok yerine dağıtılmıştır (Hameed 2008). Kuran’da Adem’in topraktan yaratıldığı açıkça belirtildiği için birçok Müslüman, insanların hominin atalardan evrimleştiğine şiddetle karşı çıkmaktadır. Yine de Guessoum (2009) ve Rana Dajani (2015) gibi Müslüman bilim adamları evrimin kabul edilmesi taraftarıdır.

2.3 Hinduizm’de Bilim ve Din

Dünyanın en yaygın üçüncü dini olan Hinduizm, M.Ö. 500 ve M.Ö. 300 arasında Hint yarımadasında ortaya çıkan çeşitli dini ve felsefi gelenekler içerir. Hinduların büyük çoğunluğu Hindistan’da, diğerleri ise Nepal, Sri Lanka ve Güneydoğu Asya’da yaşamaktadır (Hackett 2015). Büyük tek tanrılı dinlerin aksine, Hinduizm Tanrı ile yaratılış arasında kati bir ayrım yapmaz (Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam’da panteistik ve panenteistik görüşler vardır ancak bunlar azınlık konumundadır). Birçok Hindu kişisel bir Tanrıya inanır ve bu Tanrıyı yaratılışa içkin olarak tanımlar. Yaratıcı ve varlık arasında kesin bir ayrım olmadığından dolayı, bu görüşün bilim ve din tartışmasına uzanan dalları da vardır (Subbarayappa 2011). Hinduizm’de (ve diğer Hint dinlerinde) felsefi teoloji genellikle dharma olarak adlandırılır ve Hinduizm, Jainizm, Budizm ve Sihizm dahil olmak üzere Hint yarımadasında doğan dini geleneklere dharmik dinler denir. Dharma içerisindeki felsefi ekoller ise darśana olarak adlandırılır.

Dharmik dinleri birleştiren tek faktör, Vedik dönem (takriben M.Ö. 1600-700) sırasında yazılmış olan temel metinlerin önemidir. Bu metinler içerisinde ilahiler ve buyruklar olan Véda (Vedalar), ayin metinleri olan Brāhmaṇa (Brahman), ve metafiziksel kutsal metinler olan Upaniṣad (Upanişad) vardır. Véda, ateş (Agni) ve hava (Vāyu) gibi doğa olaylarını kişileştiren ve bünyesinde barındıran çok sayıda Tanrıdan bahseder. Sonraki yüzyıllarda bunların arasına daha fazla tanrı eklenmiştir (örn., M.S. dördüncü yüzyılda Gaṇeśa ve Sati-Parvati).  Eski Vedik ritüeller astronomi, dilbilim ve matematik gibi çeşitli bilim dallarının gelişimine katkı sağlamıştır. Ritüellerin zamanının belirlenmesi ve kurban sunaklarının inşası, astronomi bilgisi gerektiriyordu. Dilbilim ise ritüellerde kullanılan klasik Sanskritçe için gramatik kurallar oluşturma ihtiyacından ortaya çıktı. Halkın önünde kurban adamak için ayrıca, geometrik problemler ortaya çıkaran ve böylece geometride ilerlemeye yol açan gösterişli sunaklar inşa etmek gerekiyordu. Klasik Vedik metinlerde de, insanlığın ve Dünya’nın yaşını belirlemek için çok büyük sayılar kullanılıyordu ve bu sayıların tasarruflu bir şekilde kullanıldığı bir sistem ihtiyacını doğuruyordu. Bu ihtiyaç da, 10’lu basamak sisteminin ortaya çıkışına ve daha sonra matematiğin diğer geleneklerine aktarılacak olan sıfırın, üst basamaklar için sembolik bir yer tutucu olarak kullanılmasına olanak sağladı (Joseph 2000). Böylece, eski Hint dharma inancı bu bilim dallarının ortaya çıkışına katkıda bulunmuştur.

Milattan önce yaklaşık 5. ya da 6. yüzyılda, Hint yarımadasının kuzey kesiminde geniş ölçekte bir kentleşme meydana geldi. Bu bağlamda, tektipleşmiş bir tıp meydana geldi (āyurveda). Bu dönem aynı zamanda Budizm, Jainizm ve Cārvāka dahil çok sayıda felsefi ekolün ortaya çıkmasına yol açtı. Bu ekollerden Jainizm, tanrıların ve karmanın varlığını reddederek bir tür metafizik natüralizmini savunmuştur. Çok çeşitli Dharmik dinler ve felsefi ekollerin varlığından dolayı, Hint yarımadasında din ve bilim arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Örneğin, Cārvāka savunucuları genel itibariyle çıkarımsal inançlardan şüphe duyup, Vedik vahiylerini ve doğaüstücülüğünü reddediyordu. Bunun yerine bilginin kaynağı olarak “doğrudan gözlemi” gördüler. Modern bilimde bu tip görüşler felsefi natüralizme daha yakındı ancak bu ekol 20. yüzyılda ortadan kayboldu. Doğa teolojisi de sömürge öncesi dönemde, özellikle Advaita Vedānta (Atman ile Brahman’ın nihai gerçeklikle özdeşleştiği bir darśana görüşünü içeren öğreti) öğretisinde olmak üzere, ilerleme kaydetti. Adi Śaṅkara (bir Advaita Vedānta temsilcisi ve felsefecisi), Brahman’ı kozmosun hem maddesel hem de etkin/fail nedeni olan gerçeklik olarak gören bir yazardı. Śaṅkara, dünya ve yapay olgular arasında benzetme yaparak tasarım ve kozmolojik argümanlar oluşturdu. Örneğin, biz normal yaşamlarımızda, aklı olmayan varlıkların tıpkı bizim için tasarlanmış banklar ve zevk bahçeleri gibi bir amaca yönelik bir şey tasarladıklarını görmüyoruz. Farzedelim ki evren akıllı bir zanaatkarın bile idrak edemeyeceği kadar karmaşık, öyleyse evren nasıl aklı olmayan doğal güçler tarafından yaratılabilirdi? Śaṅkara, bunu evren akıllı bir yaratıcı tarafından tasarlanmış olmalıdır sonucuna bağladı (C.M. Brown 2008: 108).

1757’den 1947’ye kadar Hindistan, İngiliz sömürge yönetimi altındaydı. Bu Hint kültürü üzerinde derin bir etki bıraktı. Hindular, Batı’nın bilimi ve teknolojisi ile temasa geçtiler. Yerel aydınlar için, Batı bilimi ile edilen temas bir zorluğu beraberinde getirdi: Bu fikirleri Hindu inançlarıyla nasıl özdeşleştireceklerdi? Mahendrahal Sircar (1833-1904), evrim teorisini ve Hinduların dini inançları için etkilerini inceleyen ilk yazarlardan biriydi. Sircar, Tanrının şu anki yaşam formunu yaratmak için evrimi kullandığına inanan evrimci bir teistti. Evrimsel teizm Hinduizm’de yeni bir hipotez değildi, ancak Darwin’in evrime sağladığı bir çok ampirik kanıt dizisi evrimsel teizme yeni bir ivme kazandırdı. Sircar, doğal evrimin ortak ata yoluyla olduğunu kabul etmesine karşın, doğal seçilim mekanizmasını, evrimsel teizme aykırı olduğu ve teleolojik olmadığı gerekçesiyle sorguladı. Bu, evrim teorisinin kabulü için Hristiyan evrimci teistlerin de uğraştığı yaygın bir problemdi (Bowler 2009). Sircar ayrıca, İngiliz sömürgecilerin Hinduların bilimsel bilgiden yoksun olduklarına dair inançlarına karşı geldi ve Hinduları, Hint ulusunun yeniden doğmasına yardımcı olacağını umduğu bilime yöneltmeye teşvik etti (C.M. Brown 2012: bölüm 6).

Batı kültürünün benimsenmesi, Hinduizm’in kültürel değerini yeniden teyit etmeye çalışan çeşitli dirilişçi (revivalist) akımlara yol açtı. Dirilişçiler, tüm bilimsel bulguların Véda ve diğer eski metinlerde (örn., Vivekananda 1904) çoktan müjdelendiğini söyleyen bir Vedik bilimi fikrini ortaya koydular. Bu fikir çağdaş Hinduizm içerisinde hala popülerliğini korumakta ve Kur’an’ı bilimsel kuramların müjdeleyicisi olarak adlandıran çağdaş Müslümanların benimsediği fikre oldukça benzemektedir. Evrim teorisine gelen tepkiler, bu konudaki Hristiyan görüşleri kadar çeşitliydi. Görüşler, yaratılışçılıktan (Vedik metinlerinde farkedilen bir uyumsuzluğa dayalı evrim teorisinin reddi) teorinin kabul görmesine kadar uzanıyordu (ayrıntılı bilgi için bakınız, C.M. Brownm 2012). Dayananda Saraswati (1930-2015) gibi yazarlar evrim teorisini reddetti. Buna karşılık, monist Advaita Vedānta öğretisinin bir savunucusu olan Vivekananda (1863-1902), evrim teorisini büyük coşkuyla destekledi ve teorinin çoktan eski Vedik metinlerinde müjdelendiğini savundu. Daha genel açıdan, Hinduizm ve bilimin uyum içinde olduğunu iddia etti: Hinduizm, uzun bilimsel geçmişinden de anlaşılacağı gibi, ruhen bilimseldir (Vivekananada 1904). Batı’da eğitim gören bir Yogi ve Hint milliyetçisi olan Sri Aurobindo Ghose, evrimsel düşünce ve Hinduizm’in bir sentezini oluşturdu. Tanrı’nın zaman içinde tekrar tekrar dünyaya enkarne olduğu klasik avatara doktrinini evrimsel olarak yorumladı. Bu durumda, Tanrı önce bir hayvan, daha sonra bir cüce, daha sonra şiddet içeren bir adam (Rama), sonra Buda ve Kṛṣṇa olarak görünürdü. Ghose, hem ruhsal evrimin (reenkarnasyon ve avatarlar) hem de fiziksel evrimin nihayetinde Tanrı’nın (Brahman) bir tezahürü olduğu metafiziksel bir tablo tasarladı. Gerçekliğin bilinç (puruṣa) ve maddeden (prakṛti) oluşan bu görünümü, ortodoks Hindu darśana‘larından biri olan sāṃkhya‘ya[5] kadar uzanmaktadır, ancak Aurobindo, ilahi olana açıkça atıfta bulunmuş ve Bilincin maddeye yerleştiği sürecini involution (içe doğru evrim) olarak adlandırmıştır (Aurobindo, 1914-18/2005, ayrıca bakınız C.M. Brown 2007).

Yirminci yüzyılda, fizik alanında bir Nobel Ödülü sahibi C.V. Raman (1888-1970) ve fotonların davranışını istatistiksel olarak tanımlayıp bozonlara kendi ismini veren teorik fizikçi Satyendra Nath Base (1894-1974) dahil olmak üzere birçok Hintli bilim adamı büyük şöhret sahibi oldu. Ancak bu bilim insanları bilimsel çalışmaları ile dini inançları arasındaki ilişki konusunda sessiz kalmışlardı. Buna karşılık, matematikçi Srinivasa Ramanujan (1887-1920) dini inancı ve bunun matematiksel çalışmaları üzerindeki etkileri konusunda açıktı. Tanrıça Namagiri’nin matematiksel problemlere çözüm bulmasına yardım ettiğini iddia etti. Aynı şekilde, radyo dalgaları üzerinde çalışan teorik fizikçi, biyolog, biyofizikçi, botanikçi ve arkeolog Jagadish Chandra Bose (1858–1937), Hindu birliği fikrini doğa bilimi çalışmalarına yansıttı. 1917 yılında Hindistan’ın en eski disiplinlerarası bilim enstitüsü olan Kolkata’daki Bose Enstitüsü’nü kurdu (Subbarayappa 2011).

3. Bilim ve Din Arasındaki Çağdaş Bağlantılar

Bilim ve din alanındaki güncel çalışmalar, özgür irade, etik, insan doğası ve bilinç gibi birçok konuyu kapsamaktadır. Günümüzün doğa teologları, hassas ayar argümanı (fine-tuning), ona dayanan tasarım argümanları (e.g. R. Collins 2009), çoklu evren kozmolojisi yorumu ve Büyük Patlamanın önemi gibi birçok şeyi tartışırlar. Örneğin, Hud Hudson (2013) gibi bazı yazarlar, Tanrı’nın olası tüm çoklu evrenlerden en iyisini gerçek kıldığını öne sürdüler. Bu bölümde, son on yılda ilgi çeken ve tartışma yaratan iki konuya dair genel bir bakış yer almaktadır: İlahi eylem (Divine action) ve insanın kökenleri.

3.1 İlahi Eylem ve Yaratılış

Bilim adamları dünyanın kozmolojisi ve kökenleri hakkında görüşler geliştirmeden çok önce Batı kültürleri halihazırda Ahitlere (özellikle Yaratılış kitabının ilk 3 kısmı ve Vahiy kitabı) ve Augustinus gibi kilise babalarının yazılarına dayanan oldukça detaylı bir yaratılış doktrinine sahipti. Bu yaratılış doktrini birbiriyle ilişkili şu özelliklere sahiptir: İlk olarak, Tanrı dünyayı ex nihilo yani hiçlikten yaratmıştır. Farklı bir biçimde ifade etmek gerekirse, Tanrı, dünyayı kaotik ve önceden var olan maddeden yaratan Demiurgos (Yunan felsefesinden) aksine, dünyayı yapmak için önceden var olan herhangi bir malzemeye ihtiyaç duymadı. İkincisi, Tanrı dünyadan ayrıdır; dünya Tanrı’ya denk değildir veya onun bir parçası değildir (panteizm veya panenteizm’in iddiasının aksine) veya Tanrı’nın varlığının (gerekli) bir yayılması değildir (Neoplatonculuğun iddiasının aksine). Tanrı dünyayı bağımsızca yaratmıştır. Bu, yaratıcı ve yaratılan arasına radikal bir asimetri yerleştirir: Dünya, Tanrı’nın yaratıcı eylemine radikal olarak bağımlıdır ve sürdürülmek için Tanrıya ihtiyaç duyar ancak Tanrının yaratılışa ihtiyacı yoktur (Jaeger 2012b: 3). Üçüncüsü, yaratılış doktrini yaratılışın özünde iyi olduğunu savunur (Yaratılış kitabının 1. Kısmında bu, tekrar tekrar teyit edilir). Dünya kötülük içerir, ancak Tanrı doğrudan bu kötülüğün var olmasına neden olmaz. Dahası, Tanrı yaratılışı sadece pasif biçimde sürdürmez, aksine yaratılmışlarla ilgilenmek için özel ilahi eylemler (mucizeler ve vahiyler gibi) aracılığıyla aktif bir rol oynar. Dördüncüsü, Tanrı dünyanın sonu için teminler vermiştir; yeni bir cennet yaratacak ve bu şekilde kötünün kökünü kazıyacaktır.

İlahi eylem ile ilgili görüşler yaratılış doktriniyle bağlantılıdır. Teologlar genellikle genel ve özel ilahi eylem arasında bir ayrım yaparlar. Ne yazık ki, bu iki kavramın teoloji veya bilim ve din alanlarında evrensel olarak kabul edilmiş bir tanımı yoktur. Onları ayırt etmenin bir yolu (Wildman 2008: 140) genel ilahi eylemi, gerçekliğin yaratılması ve sürdürülmesi olarak; özel ilahi eylemi de, peygamberlere bahşedilen mucizeler ve vahiyler gibi belirli zaman ve yerlerde meydana gelen ilahi eylemler olarak kabul etmektir. Bu ayrımı yapmak, yaratılmışların özerk olmalarına imkan sağlar ve Tanrı’nın yaratılışın her detayını kontrol etmediğini gösterir. Yine de, bazı fenomenlerin genel veya özel ilahi eylem olarak sınıflandırılması zor olabildiğinden, bu ayrım her zaman net değildir. Örneğin ekmek ve şarabın İsa’nın bedeni ve kanını temsil ettiği Katolik Komünyon Ayini veya Ahitlerin dışında kalan bazı şifa mucizeleri, ilahi eylemlere dahil edilmeyecek kadar sıradan görünse de Tanrı’nın bizzat rol oynadığına işaretler de barındırır. Alston (1989), doğrudan ve dolaylı ilahi eylemler arasında bununla ilgili bir ayrım yapar. Tanrı, doğal nedenlere gerek duymadan doğrudan eylemde bulunurken, dolaylı eylemlerinde doğal nedenleri kullanır. Bu ayrımı kullanarak Tanrı için dört tür eylemden bahsedebiliriz: Tanrı dünyaya hiçbir eylemde bulunamaz, Tanrı yalnızca doğrudan eylemde bulunabilir, Tanrı yalnızca dolaylı eylemde bulunabilir, Tanrı hem dolaylı hem de doğrudan eylemde bulunabilir.

Bilim ve din literatüründe, yaratılış ve ilahi eylem hakkında iki merkezi soru vardır. Hıristiyan yaratılış doktrini ve ilahi eylemle ilgili geleneksel görüşler bilimle ne ölçüde uyumludur? Bu kavramlar bilimsel bir bağlamda nasıl anlaşılabilir, örneğin Tanrı’nın yaratması ve eylemde bulunması ne anlama gelir? Yaratılış doktrininin Dünya’nın yaşı hakkında hiçbir şey söylemediğini ve bir yaratılış biçiminden bahsetmediğini de unutmamak gerekir. Bu, Genç Dünya Yaratılışçılığı (Young Earth Creationism) gibi kutsal metinlerle tutarlı olan birçok olası görüşün bilim ve din alanında ortaya çıkmasına imkan tanır. Gerçekten de ilk olarak Belçikalı rahip Georges Lemaître (1927) tarafından önerilen Big Bang teorisi gibi bazı bilimsel teoriler, yaratılış doktrini ile uyumludur. Bu teori, evrenin 13.8 milyar yıl önce aşırı sıcak ve yoğun bir halden meydana geldiği görüşünü belirttiği için creatio ex nihilo görüşünü destekliyor gibi gözüküyor (Craig 2003). Ancak bazı filozoflar evrenin belirli bir başlangıca sahip olduğu yorumuna karşı çıkmışlardır (e.g., Pitts 2008).

On yedinci yüzyıldan bu yana bilimsel bulguların net bir sonucu, Tanrı fikrinin giderek marjinalleşmesidir. Bilimin din topraklarını ihlali iki şekilde gerçekleşmiştir: Birincisi, bilimsel bulgular – özellikle jeoloji ve evrim teorisinden – kutsal metinlerin yaratılış anlatısına meydan okudu ve onu tahtından etti. Her ne kadar Yaratılış doktrini, yaratılış tarzının ve zamanının ayrıntılarını içermese de, Kutsal Kitap bu konuda otorite olarak görüldü. İkincisi, İkincisi, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl fiziğinde ortaya çıkan bilimsel yasa kavramları, özel ilahi eyleme yer bırakmadı. Bu iki meydan okuma, günümüz bilim ve din literatüründe önerilen çözümlerle birlikte aşağıda tartışılacaktır.

Hıristiyan yazarlar geleneksel olarak İncil’i tarihsel bir bilgi kaynağı olarak kullanmışlardır. Ahitlerdeki Yaratılış anlatılarının tefsiri (Yaratılış 1 ve 2’nin) zorluklarla doludur. Bu metinler tarihsel mi, metaforik mi, yoksa edebi mi yorumlanmalıdır, ve bu farklı yorumlarda yaratılış nizamının değiştiği gerçeği hakkında ne yapmalıyız? (Harris 2013) Anglikan başpiskoposu James Ussher (1581-1656), yaratılışın başlangıcını M.Ö 4004 olarak belirlemek için İncili kullanmıştı. İncil’deki yaratılış anlatılarının bu tür edebî yorumlarının pek de nadir olmamasına ve bugün hala Genç Dünya yaratılışçıları tarafından kullanılmasına rağmen,  Ussher’den önceki teologlar, İncil’in alternatif, edebi olmayan okumalarını öne sürmüşlerdi (e.g., Augustine 416 [2002]). On yedinci yüzyıldan itibaren, Hıristiyan yaratılış doktrini jeolojinin baskısı altına girdi ve bilimsel bulgular Dünya’nın M.Ö. 4004’ten çok daha eski olduğunu düşündürmeye başladı. On sekizinci yüzyıldan itibaren, de Maillet, Lamarck, Chambers ve Darwin gibi doğa filozofları, türlerin özel yaratılışından bahseden kutsal kitap yorumlarıyla uyumsuz görünen transmutasyonel (günümüzde evrim olarak adlandırılan) teoriler ortaya atmışlardır. Darwin’in Türlerin Kökeni’ni (1859) yayınlanmasından bu yana, evrim teorisi ışığında yaratılış doktrininin nasıl yeniden yorumlanacağı üzerine büyük bir tartışma süregelmiştir (e.g. Bowler 2009).

Ted Peters ve Martinez Hewlett (2003), çağdaş bilim ve din literatüründeki yaratılış ve ilahi eylem üzerine savunulan farklı konumları açıklığa kavuşturmak için ana hatlarıyla bir ilahi eylem spektrumu oluşturmuştur. Bu spektrumda iki farklı boyut bulunur: doğal dünyadaki ilahi eylemin derecesi ve ilahi eylemi doğal süreçlerle ilişkilendiren nedensel açıklamalar. Spektrumun bir ucunda yaratılışçılar vardır. Bunlar, diğer teistler gibi, Tanrı’nın dünyayı ve temel yasalarını yarattığına ve Tanrı’nın zaman zaman yasaların dokusuna müdahale eden özel ilahi eylemler (mucizeler) gerçekleştirdiğine inanırlar. Yaratılışçılar, türlerin kökeninde doğal seçilimin herhangi bir rol oynadığını inkar ederler. Yaratılışçılık içinde, Yaşlı ve Genç Dünya yaratılışçılıkları vardır; bunların ilki jeolojiyi ve onun bulgularını kabul eder ve evrimsel biyolojiyi reddederken, ikincisi her ikisini de reddeder. Yaratılışçılığın hemen yanında, doğal süreçlerde ilahi müdahaleciliği savunan Akıllı Tasarım düşüncesi vardır. Akıllı Tasarım yaratılışçıları (e.g., Dembski 1998) organizmaların karmaşıklığında akıllı tasarımın delilinin olduğuna inanırlar ve buradan tasarım ve amaca uygunluğu çıkarsarlar (bkz. Kojonen 2016). Diğer yaratılışçılar gibi onlar da organik karmaşıklıkta doğal seçilimin herhangi bir rol oynadığını inkar ederler ve müdahaleci bir ilahi eylem yorumunu savunurlar. Siyasi nedenlerden ötürü bu akıllı tasarımcıya Tanrı adını vermezler zira bu şekilde ABD’de dini doktrinlerin devlet okullarında öğretilmesini yasaklayan yasadan kaçınmış olurlar (Forrest ve Gross 2004).

Teistik evrimciler ilahi eylemle ilgili müdahaleci olmayan bir yaklaşıma sahiptirler: Tanrı dolaylı olarak, yani doğa yasaları yoluyla (örneğin doğal seçilim yoluyla) yaratır. Örneğin teolog John Haught (2000), ilahi iradeyi fedakar bir sevgi ve doğal seçilim gibi doğal süreçleri de bu sevginin dışavurumları olarak görür. Teistik evrimciler özel ilahi eylemi, özellikle de Mesih’in Enkarnasyonu mucizesini kabul etse de (e.g. Deane-Drummond 2009); Michael Corey (1994) gibi deistler yalnızca tek bir genel ilahi eylem olduğunu düşünürler: Tanrı doğa yasalarını ortaya koymuş ve daha fazla müdahalede bulunmaksızın saat gibi çalışmasını sağlamıştır. Deizm, ontolojik materyalizmden, yani var olan tek şeyin maddi dünya olduğu görüşünden hâlâ oldukça uzaktadır.

İlahi eylem hakkındaki görüşler, fizikteki gelişmelerden ve bu gelişmelerin yol açtığı felsefi yorumlardan da etkilenmiştir. On yedinci yüzyılda, Robert Boyle ve John Wilkins gibi doğa filozofları, dünyaya dair düzenli ve yasalara uygun işleyen mekanik bir bakış açısı geliştirdiler. Değişmez ve istikrarlı olarak anlaşılan yasalar, özel ilahi eylem kavramı için zorluklar meydana getirdi (Pannenberg 2002). Tanrı yasalarla belirlenen bir dünyada nasıl eylemde bulunabilirdi?

Mucizeleri ve diğer özel ilahi eylem biçimlerini anlamanın bir yolu da, onları doğa yasalarını bir şekilde askıya alan veya görmezden gelen eylemler olarak görmektir. Örneğin, David Hume (1748: 181) bir mucizeyi “bir doğa kanununun Tanrının belirli bir iradesi ile ya da görünmez bir failin araya sokulmasıyla es geçilişi” olarak tanımlarken, daha yakın zamanda yaşamış olan Richard Swinburne (1967: 320) mucizeyi “bir doğa yasasının Tanrı tarafından ihlal edilmesi) olarak tanımladı. Bu şekildeki bir ilahi eylem kavramı yaygın olarak müdahaleci olarak adlandırılmıştır. Müdahalecilik dünyayı nedensel açıdan determinist olarak görür ve dolayısıyla Tanrı, özel ilahi eylemler için kendisine alan oluşturmalıdır. Bunun aksine Müdahaleci olmayan ilahi eylem biçimleri ise (örn. Murphy 1995, Russell 2006) Tanrı’nın doğa yasalarını es geçmeden yahut askıya almadan eylemde bulunabilmesi için dünyanın bir noktada determinist olmamasını gerekli bulurlar.

On yedinci yüzyılda, doğanın işleyişinin fiziksel yasalar yoluyla açıklaması, ilahi bir tasarımcının maharetini ortaya koyuyordu. Tasarım argümanı, zirve noktasına William Paley’nin Natural Theology (1802/2006) adlı eserinde değil, bundan daha önce on yedinci ve on sekizinci yüzyılda ulaştı (McGrath 2011). Örneğin, Samuel Clarke (Schliesser 2012: 451’de alıntılanmıştır) Newton’ın bilimine atıfta bulunarak tasarımda a posteriori bir argüman önermiş, ve hiçbir sapma olmaksızın hareket eden “bütün gezegenlerin kusursuz düzenliliğine” dikkat çekmiştir.

Yasalara dayalı yeni fiziğin öne sürdüğü bir başka sonuç da, evrenin ona müdahale eden bir Tanrı’ya ihtiyaç duymadan sorunsuz bir şekilde işleyebildiğiydi. Örneğin Pierre-Simon Laplace (1749-1827) tarafından ana hatları çizilen nedensel yasalar tarafından yönetilen, deterministik evren algısı, geleneksel Hıristiyan yaratılış doktrininin önemli bir unsuru olan özel ilahi eyleme yer bırakmıyordu. Newton, 1713’te Principia’ya yazdığı bir ekte bu gibi yorumlara karşı çıktı: Gezegenlerin hareketleri yerçekimi yasalarıyla açıklanabiliyordu ancak yörüngelerinin konumları ve yıldızların konumları ilahi bir açıklamayı zorunlu kılıyordu (Schliesser 2012). Alston (1989), Polkinghorne (1998) gibi yazarların aksine 20. Yüzyıl öncesi mekanistik fiziğin ilahi eylemle ve ilahi özgür iradeyle uyumlu olduğunu savunmuştur. Tamamen deterministik bir dünya ve ilahi her şeyi bilme (divine omniscience) ön kabul olarak alındığında Tanrı, ilk koşulları ve doğa yasalarını kendi planlarını gerçekleştirecek şekilde hazırlayabilir. Böyle mekanistik bir dünyada her olay dolaylı bir ilahi eylemdir.

Yirminci yüzyıl fiziğindeki genel ve özel görelilik teorileri, kaos teorisi ve kuantum teorisi gibi gelişmeler yaratılışı mekanik bir saat mekanizması olarak gören düşünceyi altüst etti. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, kaos teorisi ve kuantum fiziği, ilahi eylemi yeniden yorumlamak için kullanılmaya çalışılmıştır. John Polkinghorne (1998) kaos teorisinin sadece dünya hakkında bildiklerimize epistemolojik sınırlar oluşturmakla kalmayıp aynı zamanda dünyaya Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeden çalışabileceği bir “ontolojik açıklık” sağladığını ileri sürdü. Bu modelin bir sorunu, dünya hakkındaki bilgimizden dünyanın nasıl olduğu ile ilgili varsayımlara doğru hareket etmesidir: Kaos teorisi, sonuçların gerçekten belirsiz olduğu anlamına mı geliyor yoksa sınırlı insanlar olarak bizlerin bunları tahmin edemeyeceği anlamına mı geliyor? Robert Russell (2006), Tanrı’nın kuantum olayları (quantum events) aracılığıyla eylemde bulunduğunu öne sürmüştür. Bu, Tanrı’nın doğanın kanunlarına aykırı davranmaksızın doğada doğrudan eylemde bulunmasına imkan sağlar ve bu nedenle müdahaleci olmayan bir modeldir. Kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumuna göre Kuantum seviyesinde doğal nedenler olmadığından, Tanrı doğal bir nedene indirgenemez. Murphy (1995) de Tanrı’nın kuantum belirsizliğinin sağladığı alanda eylemde bulunduğu benzer bir model sunmuştu. Tanrı’nın eylemlerini kuantum mekaniğinde yahut kaos teorisinde konumlandırmaya çalışan bu teşebbüsler, ya da Lydia Jaeger’in (2012a) tanımladığı şekliyle “Fizikalizm-artı-Tanrı” teorileri, oldukça sert eleştirilerle karşılaşmıştır (e.g., Saunders 2002, Jaeger 2012a,b). Nihayetinde kuantum teorisinin hakkında pek bir şey bilmediğimiz ilahi eylem bir yana, bağımsız insan eylemine dahi izin verip vermeyeceğini kesin olarak bilmiyoruz (Jaeger 2012a). Bunun yanında, Thomas Aquinas’ın felsefesini temel alan William Carroll (2008), Murphy ve Polkinghorne gibi yazarların bir kategori hatası yaptığını savunur: Tanrı, yaratılmışlar gibi doğal nedenlerle rekabet içinde olan bir neden değildir ve dünyada eylemde bulunabilmek için indeterminizme ihtiyaç duymaz. Bunun tam aksine, Tanrı asıl neden olarak ikincil nedenleri destekler ve onlara temel sağlar.

Bu çözüm determinizmle uyumlu olsa da, genel ve özel ilahi eylem arasındaki farkı bulanıklaştırır. Ayrıca, Enkarnasyona göre doğal nedenler arasındaki bir neden olarak Tanrı fikri teolojiye çok da yabancı değildir ve Tanrı en azından bazen doğal bir neden olarak eylemde bulunur (Sollereder 2015).

Rastlantısal ne dereceye kadar yaratılışın bir parçası olduğuna ve ilahi eylem ile şansın ne derece ilişkili olduğuna dair önemli bir tartışma uzun zamandır süregelmiştir. Şans ve rastlantısallık, evrimsel teorinin önemli bir parçasıdır. Ünlü bir düşünce deneyinde, Gould (1989), yaşamda Burgess Shale’ın zamanına (yani 508 milyon yıl öncesine) kadar geri gittiğimizi hayal eder; daha sonra yaşamı hızla ileri sardığımızda, şu an bildiğimiz yaşam formlarına benzer formlar elde etme olasılığımız çok düşüktür. Simon Conway Morris (2003) şu anda bildiğimiz türlere benzeyen türlerin yalnızca çok çeşitli koşullar altında gelişeceğini savunmuştur.

Teist bir yorumda, rastlantısallık yaratılışın yalnızca görünürde bir özelliği de olabilir, hakiki bir özelliği de. Plantinga, rastlantısallığın kanıtın fizikalist bir yorumu olduğunu ileri sürer. Tanrı, evrim süreci boyunca her mutasyonu yönlendirmiş olabilir. Bu şekilde Tanrı, doğru mutasyonların doğru zamanda ortaya çıkmasını sağlayarak ve amaçladığı sonuçlara götüren yaşam formlarını koruyarak evrimsel tarihin gidişatına rehberlik etmiş olabilir. (2011: 121)

Bunun aksine bazı yazarlar rastlantısallık yalnızca fizikalist bir görüntü olarak değil, yaratılışın hakiki bir özelliği olarak görürler. Onlar da ilahi irade ile bu hakiki rastlantısallığı uyumlu hale getirmeye çalışırlar. İlahi eylem hakkında Aquinasçı görüşü kullanan Elizabeth Johnson (1996), ilahi iradenin ve gerçek rastlantısallığın uyumlu olduğunu iddia eder: Tanrı yaratılmışlara gerçek nedensel güçler bahşeder ve rastlantısal olarak gerçekleşen olaylar da ikincil nedenlerdir; şans, özgürlük, çeşitlilik ve yenilik getiren bir ilahi yaratıcılık biçimidir.

Bu görüşe göre Tanrı risk alıyor olabilir ancak eğer onun olası sonuçlar için ilahi bir planı varsa, ortada risk değil tahmin edilemezlik vardır. Johnson nihayetinde Tanrıya bir kontrol alanı bırakan risk metaforları kullanır ancak yine de bunların risk içerdiği üzerinde durur. Tanrı neden riske girsin ki? Bu sorunun birçok cevabı vardır. Özgür irade teodisi, rastlantısallık gösteren bir yaratılışın gerçekten bağımsız ve otonom olabileceğini söyler:

Hakiki sevgi, manipülasyon değil özgürlük gerektirir. Bu özgürlük, en iyi biçimde her bir yaratılmışa bağlanan ipleri kontrol eden ilahi müdahaleye bağlı olarak değil, evrime bağlı olarak elde edilir (Miller 1999/2007: 289).

Tek yol teodisi (only way theodicy), bir adım daha ileri giderek yasalar ve şansın kombinasyonunun Tanrı’nın kendi yaratıcı planlarını gerçekleştirebilmek için yalnızca en iyi değil aynı zamanda tek yol olduğunu savunur (bkz. Southgate 2008).

3.2 İnsanın Kökenleri

Hristiyanlık, İslam ve Yahudiliğin üçü de benzer yaratılış anlatılarına sahiptir. Nihayetinde üçünün de kökeni Eski Ahit’in ilk kitabı olan Yaratılışta yatar. Yaratılışa göre insanlar, özel bir yaratma eyleminin sonucudurlar. Yaratılış 1, dünyanın altı günde yaratıldığından ve altıncı günün sonunda da insanların yaratıldığından bahseder. İnsanların erkek ve kadın olarak, Tanrı’nın suretinde yaratıldıklarını belirtir. Yaratılış 2 ise, farklı bir yaratılış sırası sunar. Ona göre Tanrı insan hayvanlardan önce ve yalnızca erkek olacak şekilde yaratır ve daha sonra erkeğin kaburgasından kadını meydana getirir. İslam, Yaratılış 2’ye benzer bir yaratılış anlatısına sahiptir, Adem topraktan yaratılmıştır. Tanrı tarafından bizzat yaratılan bu insanlar bugün yaşayan tüm insanların atası olarak kabul edilir. Ussher’in kronolojisi ile birlikte, on sekizinci yüzyıla kadar Batı kültüründe kabul gören görüş, insanların yalnızca 6000 yıl kadar önce, özel bir yaratım eylemiyle yaratılmış olduğuydu.

İnsanlar bu yaratılış anlatılarında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Hıristiyanlıkta, Yahudilikte ve İslam’ın bazı kollarında insanlar Tanrı’nın suretinde yaratılır (imago Dei). Bu tanrısal surete sahip olma konusunda 3 farklı yorum vardır (Cortez 2010). İşlevselci (functionalist) yoruma göre insanlar yalnızca yaptıkları üzerinden Tanrının suretine sahiptir (doğaya hükmetmek gibi). Yapısalcı (structuralist) yorum, insanların sahip olduğu akıl gibi eşsiz özelliklerin üzerinde durur. İlişkisel (relational) yorum ise sureti Tanrı ve insan arasındaki özel bir ilişki olarak görür.

İnsanlar ayrıca “düşüşün sonucu olarak yaratılışta” da önemli bir yer teşkil eder. Yaratılış 3’te düşüş anlatısı, ilk insan çiftinin Cennet Bahçesinde saf ve kusursuz biçimde yaşadığından bahseder. İyi ve Kötü ağacının yasaklı meyvesinden yiyerek bu durumdan “düşerler” ve ölüm, emek ve çocuk doğumundaki acı gibi dertlerle tanışmış olurlar. Ve bu “ilk günahın” sonucunda Adem’in günahlarının etkisi tüm insanlara da taşınır. Örneğin insanların günah işlemeye karşı bir yatkınlığı vardır. Augustinus ayrıca bu ilk günahı akıl kapasitemize verdiği olumsuz etkiler üzerinden de yorumlar. Günahın bir sonucu olarak, asıl algılama ve akıl kapasitemiz zarar görmüştür. Bu yorum modern analitik din felsefesinde özellikle etkili olmuştur. Örneğin Plantinga (2000), genişletilmiş Aquinas/Calvin modelinde günahın akli (noetic) etkilerini dini çeşitlilik ve inançsızlığı açıklamak için kullanır.

Augustinus insanların ilk günahtan önceki halini kusursuzluk hali olarak tanımlarken, Irenaeus (ikinci yüzyıl) Adem ve Havva’yı düşüşten önce hala gelişimde olan bir çift çocuk olarak görür. Bu düşüşün Tanrı’nın insanlarla ilgili planlarına hasar verdiğini ancak tamamen yok etmediğini söyler ve Enkarnasyonun Tanrı’nın bu hasarı onarma biçimi olduğunu belirtir.

İnsan kökenleri ile ilgili bilimsel bulgular ve teoriler bir dizi farklı alandan, özellikle jeoloji, paleoantropoloji, arkeoloji ve evrimsel biyolojiden gelmektedir. Bu bulgular, insanlığın özel olarak yaratılışı, imago Dei, Adem ve Havva ve orijinal günah hikayesi gibi geleneksel dini yorumlara meydan okumaktadır.

Doğa felsefesinde, insanlığın özel olarak yaratılmış bir tür olarak tahtından indirilmesi Darwin’den önce gerçekleşmiştir ve erken transmutasyonel yayınlarda bunun örnekleri bulunabilir. . Örneğin, Benoît de Maillet’in ölümünden sonra yayınlanan Telliamed (1749) adlı eseri, insanların ve diğer kara hayvanlarının deniz canlılarına uzanan kökenini takip eder. Jean-Baptiste Lamarck, Philosophie Zoologique’de (1809) insanların ataları olarak şempanzeleri öne sürmüştür. İskoç jeolog Robert Chambers’un anonim olarak yayınlanan Vestiges of Creation (1844) adlı eseri, türlerin kökeni üzerine yaptığı natüralist yorumlarla büyük tartışmalara yol açmıştı. Chambers ilk organizmaların kendiliğinden ortaya çıktığını ve sonraki tüm organizmaların onlardan evrimleştiğini öne sürdü. İnsanların tek bir evrimsel kökene sahip olduklarını savundu: “Artık şu olasılığı varsayabiliriz ki, insan ırkı tek bir kökenden meydana gelmiştir ve ilk halde bir basitlik yahut barbarlık halinde idi”. Bu görüş, Augustinus’un insanların ilk halde kusursuz olduğuna yönelik görüşüyle taban tabana zıttır.

Darwin başlarda insanların kökeniyle ilgili şeyler yayınlamak konusunda isteksizdi. Her ne kadar Türlerin Kökeni kitabında insan evriminden bahsetmese de, “İnsanın kökeni ve onun tarihine de ışık tutulacaktır” (1859: 487) demekten de kendini alıkoymadı. Huxley (1863) ilk kitabı olan Man’s Place in Nature’da Cebelitarık’ta bulunan Neanderthal fosilleri gibi delillerden bahseder ve Darwinci bir bakış açısıyla insan evrimini yorumlar. Darwin’in Descent of Man (1871) kitabı insanların ilk olarak ortaya çıktığı yer olarak Afrika’dan bahseder ve şempanzelerin en yakın biçimde insanlarla ilişkili olduklarını göstermek için karşılaştırmalı anatomiden faydalanır. Yirminci yüzyılda, paleoantropologlar, insanların diğer büyük maymunlardan yaklaşık 15 milyon yıl önce veya nispeten daha yakın bir zaman olan yaklaşık 5 milyon yıl önce ayrıldığını tartıştılar. Moleküler saatler[6] (molecular clocks), ikinci tahmini doğrular.

Ardipithecus ramidus (4.4 milyon yıllık), Australopithecus afarensis (3.5 milyon yıllık), Sima de los Huesos fosilleri (yaklaşık 400.000 yıllık), Homo neanderthalensis ve Homo floresiensis (700.000-50.000 yıl önce Endonezya’nın Flores adasında yaşayan küçük homininler) gibi birçok hominine ait fosillerin keşfedilmesi, hominin evrimine dair oldukça zengin ve karmaşık bir tabloyla karşı karşıya kalmamızı sağladı. Bu bulgular artık, yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar Sibirya’da yaşayan ve daha önce bilinmeyen bir hominin türünü (Denisovian) ortaya çıkaran fosil kalıntılarından çıkarılan eski DNA’nın ayrıntılı analizi ile de destekleniyor. Birlikte ele alındıklarında, bu kanıtlar insanların basitçe lineer bir tarzda evrimleşmediğini ve tam aksine insan evriminin bazıları neticelenmemiş çok dallı bir ağacı andırdığını gösteriyor. Genetik ve fosil kanıtları, türümüz olan Homo Sapiens’in Afrika’da henüz yakın sayılabilecek bir dönem olan 200.000 yıl önce ortaya çıktığını ve Neandarthel, Denisovian gibi diğer türlerle de çiftleşmiş olduğunu gözler önüne seriyor (bkz. Stringer 2012).

Bu bilimsel bulgular ışığında, çağdaş bilim ve din yazarları, insanın eşsizliği ve imago Dei, Enkarnasyon ve orijinal günahın tarihselliği gibi soruları yeniden gözden geçirmeye başlamıştır. Bazı yazarlar, insanın eşsizliğini türe özgü bilişsel ve davranışsal adaptasyon üzerinden yeniden yorumlamaya çalışmışlardır. Örneğin, van Huyssteen (2006), insanların Üst Paleolitik dönemde geliştirdiği kültürel ve sembolik davranışlarda bulunabilme özelliğini insanı eşsiz yapan bir özellik olarak ele alır. Diğer teologlar imago Dei kavramının ölçeğini genişletmeyi seçmişlerdir. İnsan olmayan hayvanlarda ahlak ve akıl kapasiteleri hakkında bildiklerimizi gözden geçiren Celia Deane-Drummond (2012) ve Oliver Putz (2009), insanlar ve insan olmayan hayvanlar arasındaki ontolojik bir ayrımı reddetmekte ve imago Dei’nin insan olmayan hayvanları da kapsayacak şekilde yeniden kavramsallaştırılmasını savunmaktadırlar. Joshua Moritz (2011), tarih öncesi dönemin bir kısmında Homo sapiens ile birlikte yaşamış Homo neanderthalensis ve Homo floresiensis gibi soyu tükenmiş hominin türlerinin ilahi surete bağlı olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir.

Enkarnasyonu (Teslis’in ikinci parçası olan İsa’nın enkarne olduğu inancı) insanın evrimine ilişkin kanıtlarla nasıl anlayabileceğimiz üzerine bir tartışma da vardır. Bazıları Mesih’in ilahi doğasını oldukça farklı biçimde yorumlar. Örneğin Peacocke (1979), İsa’yı insanlığın ilk kusursuzluk noktası olarak görür. Teilhard de Chardin (1971), İsa’yı evrimin doruk noktası olarak gören teleolojik, progresif bir evrim yorumuna sahiptir. Teilhard’a göre, kötülük hala korkunçtur ama artık anlaşılmaz değildir; Tanrı, evrimi yaratılış biçimi olarak seçtiğinden, kötülük kaçınılmaz bir yan ürün olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte Deane-Drummond (2009), bu yorumun sorunlu olduğuna dikkat çekmektedir: Teilhard, Spencercı, progresif bir evrim modeli içinde çalışmıştır ve antroposentriktir (insan merkezci), yani insanı evrimin doruk noktası olarak görür. Modern evrim teorisi ise Spencercı progresif görüşü çürütmüştür ve Darwinci modele sıkı sıkıya bağlıdır. İnsan ahlakının diğer hayvanların sosyal davranışlarıyla bir süreklilik içinde olduğunu düşünen Deane-Drummond, “düşüşü” bir tarihsel olay olarak değil, mit olarak görür. Düşüş, insanlığın ahlaki konulardaki keskin farkındalığını ve insanın yanlış seçimler yapabilme kabiliyetini temsil eder. Deane-Drummond, Mesih’i, gelişen bir yaratılış zemininde oynayan bir teodramda[7] (theodrama) yer alan bir enkarne bilgelik olarak görür. Bir insan olarak Mesih, ortak ata yoluyla yaratılışta hepimizle bağlantılıdır. Ve bizi kurtardığında, bütün bir yaratılışı kurtarmış olur.

Düşüş ve tarihsel bir kişilik olarak Adem üzerine yapılan tartışmalar, bu anlatıların çağdaş bilim ışığında nasıl anlaşılmaları gerektiği üzerinden gerçekleşmektedir. Bilişsel kapasitemizin sınırları, biyolojik sınırlarımızın doğal bir sonucu olarak açıklanabilir ve dolayısıyla düşüş anlatısına başvurmanın bize açıklayabileceği pek bir şey kalmaz. Bazıları günah ve düşüş kavramlarını paleoantropoloji ile uyumlu olacak şekilde yorumlamaya çalışmıştır. Örneğin Peter van Inwagen (2004), Tanrı’nın hominin evrimine ilahi bir biçimde rehberlik ettiğini düşünür. Bu rehberlik akıl, dil ve özgür irade ile sıkıca örülmüş bir primat topluluğu oluşana dek devam etmiştir ve bu topluluk, Tanrı’yla çok yakın bir birliktelik içindedir. Tarihin bir noktasında bu homininler bir şekilde özgür iradelerini kendilerini Tanrı’dan uzaklaştırmak için kullanmışlardır. Van Inwagen’e göre, düşüş, Augustinus’un dediği gibi kusursuzluktan düşüştü. Öte yandan John Schneider (2014), böyle bir insanüstü varlıklar topluluğu için genetik veya paleoantropolojik kanıt olmadığını savunur. Helen De Cruz ve Johan De Smedt (2013), Augustinus’un değil Irenaeus’un yorumunu takip eder ve tarihsel bir Adem figüründen ziyade insanların günahtan önce içinde bulundukları masumiyet haline vurgu yapar.

4. Din ve Bilimin Gelecekteki Yönelimleri

Bu son bölümde, bilim ve din alanında çağdaş literatürde dikkat çeken ve muhtemelen gelecek yıllarda önemli hale gelecek iki çalışma örneği incelenecektir: evrimsel ahlak ve bilişsel din biliminin etkileri. İlginin arttığı diğer alanlar içerisinde teistik çoklu evren, bilinç, yapay zeka ve transhümanizm yer almaktadır.

4.1 Evrimsel Ahlak

Darwin doğal seçilim kuramını formüle etmeden önce bile, evrimsel kuramın ahlak ve dine olan etkileri Viktorya dönemi yazarları için bir sorun haline gelmişti. Jeolog Adam Sedgwick (1845/1890: 84), The Vestiges of Creation (Chambers 1844) kitabındaki dönüşümcü kuramın gerçek olması durumunda, bunun “dinin bir yalan olduğu; insan hukukunun bir delilik yığını ve temel bir adaletsizlik olduğu; ahlakın bir saçmalık olduğu” anlamına geleceğinden endişe etmişti. Darwin (1871) sonrası evrim kuramcıları, insan ahlakının insan olmayan hayvanların sosyal davranışlarıyla süreklilik gösterdiğini ve ahlaki duyguları doğal seçilimin sonucu olarak açıklayabileceğimizi savundular. Michael Ruse (örn., Ruse and Wilson 1986), ahlakın nesnel olduğu (ahlaki gerçekçilik) yönündeki inancımızın bize daha iyi işbirliği yapmamızda yardımcı olan bir yanılsama olduğunu savundu.

Çağdaş evrimsel ahlak kuramcıları, ahlaki yargılarda bulunabilme yeteneğimizin (Joyce’un (2006) terimiyle “ahlak duygumuzun”) doğal seçilimin sonucu olduğunu savunuyorlar. Bu yeteneğimiz insan olmayan hayvanlara empati gösterme, işbirliği yapma, uzlaşma ve tarafsız olma gibi evrimsel açıdan öncül becerileri kapsar (örn., de Waal 2009). Bazı filozoflar (örn., Street 2006, Joyce 2006), ahlak duygusu evriminin ahlaki normların sözde nesnel ve akıldan bağımsız statülerini zayıflattığını savunuyorlar. Ahlaki inanç ve davranışları uzun süreli uyumluluk neticesinin bir sonucu olarak açıklayabildiğimizden, ahlaki gerçekçiliği bir açıklama olarak addetmemize gerek yoktur.

Bazıları, ahlaki inançlara yönelik evrimsel zorlukların dini inançlara benzer şekilde uygulanıp uygulanmadığını sormaktadır (bkz. Bergmann and Kain 2014, özellikle üçüncü bölüm). Diğerleri evrimsel ahlakın, ahlaki konularda Tanrıya başvurmayı önemsiz hale getirip getirmediğini incelemişlerdir. Örneğin John Hare (2004), bunun böyle olmadığını savundu, çünkü dolaylı da olsa (örn., akraba seçimi ve karşılıklı özgecilik mekanizmaları aracılığıyla) sadece evrimsel ahlak neden nihayetinde bize faydası olan şeyleri yaptığımızı açıklayabilir. Hare’ye (2004) göre, evrimsel ahlak, biyolojik çıkarların ötesine geçen ahlaki yükümlülük duygumuzu açıklamamaktadır, çünkü evrimsel kuram bizim her zaman biyolojik kişisel çıkarlarımızı ahlaki yükümlülüklerimizin önüne koyduğumuzu öngörmektedir. Bu nedenle, teizm, neden kendimizi ahlaki yükümlülükleri yerine getirmek zorunda hissediyoruz sorusuna daha tutarlı bir açıklama getirmektedir. İlginç bir şekilde, teologlar ve bilim adamları evrimsel ahlak alanında işbirliği yapmaya başladılar. Örneğin, teolog Sarah Coakley ile bir matematikçi ve biyolog olan Martin Nowak, özgecilik ve oyun kuramını daha geniş bir teolojik ve bilimsel bağlamda yorumlamak için işbirliği yapmışlardır (Nowak and Coakley 2013).

4.2 Bilişsel Din Biliminin Dini İnançların Rasyonelliği Üzerine Etkileri

Bilişsel din bilimi, dini inançların bilişsel temelini inceler. Bilim ve din alanındaki son çalışmalar, bu incelemenin dini inançların gerekçelendirmesi üzerindeki etkileri incelemiştir. De Cruz ve De Smedt (2015), doğa teolojisindeki argümanların da evrimleşmiş bilişsel eğilimlerden etkilendiğini öne sürmüştür. Örneğin, tasarım argümanı, sezgisel çekiciliğini, amaç ve tasarımı çevrelerindeki nesnelere atfetmek için insanlarda evrimleşmiş, erken gelişmiş bir eğilimden türetebilir. Bu, bir dini inancın kökenleri ile mantıklı argümanlarla gerekçelendirilmesi arasında bir ayrıma dayanan doğa teolojisi tasarılarını karmaşıklaştırır.

Kelly Clark ve Justin L. Barrett (2011), bilişsel din biliminin ampirik olarak bilgili Thomas Reid’in dini inanç savunması beklentisini sunduğunu savunmaktadırlar. Thomas Reid (1764), insanlarda evrensel olarak mevcut olan ve spontane gelişen, çıkarımsal olmayan inançlara yol açan bilişsel yeteneklerden kaynaklanan inançlara sadık kalmakta haklı olduğumuzu öne sürdü. Eğer bilişsel bilim adamları Tanrıya olan inancın zihnimizin işleyişinden kaynaklandığını ileri sürmekte haklıysa, Tanrıya inanmakta haklıyız (Clark and Barrett 2011). Bununla birlikte, Ryan Nichols ve Robert Callergård (2011), bu savunmanın Reid’in bahsettiği gibi bir “yetenek” ortaya koymadığı için, dinleri oluşturan kültür ve evrimleşmiş önyargıların karışımı için değil, algısal yetenekler ve hafıza için çalıştığını savunuyorlar. Diğerleri (örn., Visala 2011), bilişsel dil biliminin ne olumlu ne de olumsuz epistemolojik etkileri olduğunu iddia etmektedir.

John Wilkins ve Paul Griffiths (2013), dini inançların evrimleşmiş kökenlerinin, Guy Kahane (2011) gibi formüle ettikleri dini inanca karşı yıkıcı bir argümanda yer alabileceğini savunuyorlar:

Nedensel ÖnermeS‘nin, p’nin X’in evrimsel sürecinden kaynaklandığı inancı

Epistemik ÖnermeX evrimsel süreci p gibi önermelerin gerçeğini takip etmez

Sonuç: Dolayısıyla, S‘nin inancı olan p kanıtlanmaz

Wilkins ve Griffiths (2013), epistemik önermenin bazen tam tersi olabileceğini savunuyorlar: Örneğin, evrimsel süreçler sağduyulu inançlar ve buna bağlı olarak bilimsel inançlar konusunda gerçeği takip eder. Ancak, bunun dini ve ahlaki inançlar için uygun olmadığını savunuyorlar, çünkü bu tür inançların gerçeği takip eden bilişsel süreçlerin sonucu olmadığı varsayılıyor. Bazı yazarlar (örn., McCauley 2011) gerçekten bilimde ve dinde yer alan bilişsel süreçler arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyor, ancak bu alanda daha çok ampirik çalışma yapılması gerekiyor.

Çevirmen Dipnotları


[1] Kenosis: Hristiyan teolojisinde İsa’nın enkarnasyon sırasında ilahiliğini bir yana bırakması anlamına gelir.

[2] Paris Kınamaları (Condemnations Of Paris): 1210-1277 tarihler arasında Paris Üniversitesi’nde yayınlanmış ve Aristoteles’in fizik üzerine yazıları ve diğer birçok teolojik öğretiyi heretik (kafirce) olarak yargılayan ve yasaklar getiren bir dizi kınama metnine denir.

[3] Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı (Old earth creationism): Dünyanın yaşı ile ilgili bilimsel bulgularla çelişmeyen Yaratılışçı bir inanç.

[4] Genç Dünya Yaratılışçılığı (Young earth creationism): Dünyanın yaratılışının nispeten yakın ve kısa bir zamanda gerçekleştiğine dair Kutsal Kitap öğretisinin yorumuna dayanan bir inanç.

[5] Sāṃkhya: Hint felsefesinin altı temel teist ekolünden biridir. Bu düalist ekol, evrenin iki bağımsız gerçeklikten, yani bilinç ve maddeden, meydana geldiğini ve bu gerçekliklerin birbirini etkilemeden paralel bir biçimde var olduklarını savunur.

[6] Moleküler saat: Tarihöncesi dönemde iki ya da daha fazla yaşam formunun ne zaman ayrıldığını çıkarsamak için biyomoleküllerin mutasyon seviyelerini kullanan bir tekniğe verilen mecazi ad.

[7] Teodram (theodrama): İncil’deki anlatıları edebi dramlara benzeten teolojik bir yaklaşım.

Kaynak: De Cruz, Helen, “Religion and Science”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2019 Edition), Edward N. Zalta (ed.), https://plato.stanford.edu/entries/religion-science/

Çevirmenler: Hasan Ayer, Yasin Demirkıran, Fatih Köktemir

Bibliyografya

Al-Ghazālī, 11th century, Tahāfut al-falāsifa, translated by Sabih Ahmad Kamali as The Incoherence of the Philosophers, Lahore: Pakistan Philosophical Congress, 1963.

Allport, Gordon W. and J. Michael Ross, 1967, “Personal Religious Orientation and Prejudice”, Journal of Personality and Social Psychology, 5: 432–443.

Alston, William P., 1989, “God’s Action in the World”, in Divine Nature and Human Language: Essays in Philosophical Theology, Ithaca, NY: Cornell, 197–222.

Anonymous (Robert Chambers), 1844, The Vestiges of Creation, London: John Churchill.

Augustine, 416 [2002], “The Literal Meaning of Genesis”, in On Genesis, J.E. Rotelle (ed.), E. Hill and M. O’Connell (trans.), New York: New York City Press, pp. 155–506.

Aurobindo Ghose, 1914–18 [2005], The Life Divine, Pondicherry: Sri Aurobindo Ashram Press.

Barbour, Ian, 1966, Issues in Science and Religion, New York: Vantage.

–––, 2000, When Science Meets Religion: Enemies, Strangers, or Partners?, New York: HarperCollins.

Barrett, Justin L., 2004, Why Would Anyone Believe in God?, Lanham, MD: Altamira Press.

Bergmann, Michael, and Patrick Kain (eds.), 2014, Challenges to Moral and Religious Belief: Disagreement and Evolution, Oxford: Oxford University Press.

Bering, Jesse M., 2011, The God Instinct. The Psychology of Souls, Destiny and the Meaning of Life, London: Nicholas Brealy.

Bloom, Paul, 2007, “Religion is Natural”, Developmental Science, 10: 147–151.

Bowler, Peter J., 2001, Reconciling Science and Religion: The Debate in Early-Twentieth-Century Britain, Chicago: University of Chicago Press.

–––, 2009, Monkey Trials and Gorilla Sermons: Evolution and Christianity from Darwin to Intelligent Design, Harvard: Harvard University Press.

Boyer, Pascal, 2002, Religion Explained: The Evolutionary Origins of Religious Thought, London: Vintage.

Brooke, John Hedley, 1991, Science and Religion: Some Historical Perspectives, Cambridge: Cambridge University Press.

Brooke, John Hedley and Ronald L. Numbers (eds.), 2011, Science and Religion Around the World, Oxford: Oxford University Press.

Brown, C. Mackenzie, 2007, “Colonial and Post-Colonial Elaborations of Avataric Evolutionism”, Zygon: Journal of Religion and Science, 42: 715–746.

–––, 2008, “The Design Argument in Classical Hindu Thought”, Journal of Hindu Studies, 12: 103–151.

–––, 2012, Hindu Perspectives on Evolution: Darwin, Dharma, and Design, London: Routledge.

Brown, Malcolm, 2008, “Good Religion Needs Good science”, Church of England, [available online].

Cantor, Geoffrey and Chris Kenny, 2001, “Barbour’s Fourfold Way: Problems with his Taxonomy of Science-Religion Relationships”, Zygon: Journal of Religion and Science, 36: 765–781.

Carroll, William, 2008, “Divine Agency, Contemporary Physics, and the Autonomy of Nature”, Heythrop Journal, 49: 582–602.

Clark, Kelly, J., 2014, Religion and the Sciences of Origins. Historical and Contemporary Perspectives, New York: Palgrave MacMillan.

Clark, Kelly J. and Justin L. Barrett, 2011, “Reidian Religious Epistemology and the Cognitive Science of Religion”, Journal of the American Academy of Religion, 79: 639–675.

Collins, Francis, 2006, The Language of God: A Scientist Presents Evidence for Belief, New York: Free Press.

Collins, Robin, 2009, “The Teleological Argument: An Exploration of the Fine-Tuning of the Universe”, in The Blackwell Companion to Natural Theology, William Lane Craig and J.P. Moreland (eds.), Oxford: Blackwell, pp. 202–281.

Comte, Auguste, 1841, Cours de Philosophie Positive: La Partie Historique de la Philosophie Sociale en Tout ce Qui Concerne l’État Théologique et l’État Métaphysique (vol. 5), Paris: Bachelier.

Conway Morris, Simon, 2003, Life’s Solution: Inevitable Humans in a Lonely Universe, Cambridge: Cambridge University Press.

Corey, Michael A., 1994, Back to Darwin: The Scientific Case for Deistic Evolution, Lanham, MA: University Press of America.

Cortez, Marc, 2010, Theological Anthropology: A Guide for the Perplexed, London: Continuum.

Craig, William Lane, 2003, “The cosmological argument”, in The Rationality of Theism, Paul Copan and Paul K. Moser (eds.), London: Routledge, pp. 112–131.

Dajani, Rana, 2015, “Why I Teach Evolution to Muslim Students”, Nature, 520: 409.

Darwin, Charles, 1859, On the Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, London: John Murray.

–––, 1871, The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex, London: John Murray.

Dawes, Gregory, 2016, Galileo and the Conflict between Religion and Science, London & New York: Routledge.

Deane-Drummond, Celia, 2009, Christ and Evolution: Wonder and Wisdom, Minneapolis: Fortress Press.

–––, 2012, “God’s Image and Likeness in Humans and Other Animals: Performative Soul-making and Graced Nature”, Zygon: Journal of Religion and Science, 47: 934–948.

De Cruz, Helen and Johan De Smedt, 2013, “Reformed and Evolutionary Epistemology, and the Noetic Effects of Sin”, International Journal for Philosophy of Religion, 74: 49–66.

–––, 2015, A Natural History of Natural Theology. The Cognitive Science of Theology and Philosophy of Religion, Cambridge, MA: MIT Press.

de Fontenelle, Bernard, 1724 [1824], “De l’Origine des Fables”, in Oeuvres de Fontenelle, Paris: J. Pinard, pp. 294–310.

De Maillet, Benoît, 1749, Telliamed, ou Entretiens d’un Philosophe Indien avec un Missionaire François, sur la Diminution de la Mer, la Formation de la Terre, l’Origine de l’Homme, etc., Basel.

Dembski, William A., 1998, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge: Cambridge University Press.

de Waal, Frans, 2009, The Age of Empathy: Nature’s Lessons for a Kinder Society, New York, NY: Random House.

Dhanani, Alnoor, 2002, “Islam”, in Science and Religion: A Historical Introduction, Gary B. Fengren (ed.), Baltimore and London: Johns Hopkins University Press, pp. 73–92.

Draper, John, 1874, History of the Conflict between Religion and Science, New York: Appleton.

Draper, Paul, 2005, “God, Science, and Naturalism”, in The Oxford Handbook of Philosophy of Religion, William Wainwright (ed.), Oxford: Oxford University Press, pp. 272–303.

Durkheim, Émile, 1915, The Elementary Forms of the Religious Life: A Study in Religious Sociology (translated by J.W. Swain), London: Allen & Unwin.

Ecklund, Elaine H., 2010, Science vs Religion: What Scientists Really Think, Oxford: Oxford University Press.

Ecklund, Elaine H. and Christopher P. Scheitle, 2007, “Religion among Academic Scientists: Distinctions, Disciplines, and Demographics”, Social Problems, 54: 289–307.

Edis, Taner, 2007, An Illusion of Harmony: Science and Religion in Islam, Amherst, NY: Prometheus Books.

Evans-Pritchard, Edward Evan, 1937 [1965], Witchcraft, Oracles and Magic among the Azande, Oxford: Clarendon Press.

Forrest, Barbara, 2000, “Methodological Naturalism and Philosophical Naturalism”, Philo, 3: 7–29.

Forrest, Barbara and Paul R. Gross, 2004, Creationism’s Trojan Horse: The Wedge of Intelligent Design, Oxford: Oxford University Press.

Freud, Sigmund, 1927, Die Zukunft einer Illusion, Leipzig, Wien & Zürich: Internationaler Psychoanalytischer Verlag.

Garwood, Christine, 2008, Flat Earth: The History of an Infamous Idea, London: Pan Macmillan.

Gervais, Will M. and Ara Norenzayan, 2012, “Analytic Thinking Promotes Religious Disbelief”, Science, 336: 493–496.

Gould, Stephen J., 1989, Wonderful Life: The Burgess Shale and the Nature of History, London: Penguin.

–––, 2001, “Nonoverlapping Magisteria”, in Intelligent Design Creationism and Its Critics, Robert T. Pennock (ed.), Cambridge, Ma.: MIT Press, pp. 737–749.

Grant, Edward, 1996, The Foundations of Modern Science in the Middle Ages: Their Religious, Institutional, and Intellectual Contexts, Cambridge: Cambridge University Press.

Griffel, Frank, 2009, Al-Ghazālī’s Philosophical Theology, Oxford: Oxford University Press.

Gross, Neil and Solon Simmons, 2009, “The Religiosity of American College and University Professors”, Sociology of Religion, 70: 101–129.

Guessom, Nidhal, 2009, Islam’s Quantum Question: Reconciling Muslim Tradition and Modern Science, London and New York: Tauris.

Hackett, Conrad, 2015, “By 2050, India to Have World’s Largest Populations of Hindus and Muslims”, Pew Research Center, [available online].

Hameed, Salman, 2008, “Bracing for Islamic Creationism”, Science, 322: 1637–1638.

Hare, John, 2004, “Is There an Evolutionary Foundation for Human Morality?”, in Evolution and Ethics: Human Morality in Biological and Religious Perspective, Philip Clayton and Jeffrey Schloss (eds.), Grand Rapids, MI: William B. Eerdmans, pp. 187–203.

Harris, Mark, 2013, The Nature of Creation. Examining the Bible and Science, Durham: Acumen.

Harris, Paul L., Elisabeth S. Pasquini, Suzanne Duke, Jessica J. Asscher, and Francisco Pons, 2006, “Germs and Angels: The Role of Testimony in Young Children’s Ontology”, Developmental Science, 9: 76–96.

Harrison, Peter, 1998, The Bible, Protestantism, and the Rise of Natural Science, Cambridge: Cambridge University Press.

–––, 2009, The Fall of Man and the Foundations of Science, Cambridge: Cambridge University Press.

–––, 2015, The Territories of Science and Religion, Chicago: University of Chicago Press.

Haught, John F., 1995, Science & Religion: From Conflict to Conversation, New York: Paulist Press.

–––, 2000, God after Darwin: A Theology of Evolution, Boulder, CO: Westview Press.

Hooykaas, Reijer, 1972, Religion and the Rise of Modern Science, Edinburgh: Scottish Academic Press.

Hudson, Hud, 2013, “Best Possible World Theodicy” in The Blackwell Companion to the Problem of Evil, Justin McBrayer and Daniel Howard-Snyder (eds.), Oxford: Wiley Blackwell, pp. 236–250.

Huff, Toby, 2003, The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West (second edition), Cambridge: Cambridge University Press.

Hume, David, 1748, Philosophical Essays Concerning Human Understanding, London: A. Millar.

–––, 1757 [2007], “The Natural History of Religion”, in A Dissertation on the Passions: The Natural History of Religion. A Critical Edition, T.L. Beauchamp (ed.), Oxford: Clarendon Press, pp. 30–87.

Huxley, Thomas H., 1863, Evidences as to Man’s Place in Nature, London: Williams and Norgate.

Jaeger, Lydia, 2012a, “Against Physicalism Plus God: How Creation Accounts for Divine Action in Nature’s World”, Faith and Philosophy, 29: 295–312.

–––, 2012b, What the Heavens Declare: Science in the Light of Creation, Eugene, OR: Wipf and Stock.

James, William, 1902, The Varieties of Religious Experience: A Study in Human Nature, New York: Longmans, Green.

John Paul II, 1996, “Truth Cannot Contradict Truth”, Address of Pope John Paul II to the Pontifical Academy of Sciences (October 22, 1996).

Johnson, Elisabeth A., 1996, “Does God Play Dice? Divine Providence and Chance”, Theological Studies, 57: 3–18.

Joseph, George Gheverghese, 2000, The Crest of the Peacock: Non-European Roots of Mathematics (2nd edition), Princeton: Princeton University Press.

Joyce, Richard, 2006, The Evolution of Morality, Cambridge, MA: MIT Press.

Kahane, Guy, 2011, “Evolutionary Debunking Arguments”, Noûs, 45: 103–125.

Kojonen, Erkki Vesa, 2016, The Intelligent Design Debate and the Temptation of Scientism, London and New York: Routledge.

Lamarck, Jean-Baptiste, 1809, Philosophie Zoologique, ou Exposition des Considérations Relatives à l’Histoire Naturelle des Animaux, Paris: Museum d’Histoire Naturelle (Jardin des Plantes).

Lamoureux, Denis O., 2008, Evolutionary Creation. A Christian Approach to Evolution, Cambridge: Lutterworth Press.

Larson, Edward and Larry Witham, 1998, “Leading Scientists Still Reject God”, Nature, 394: 313.

Legare, Cristine H., E. Margaret Evans, Karl S. Rosengren, and Paul L. Harris, 2012, “The Coexistence of Natural and Supernatural Explanations across Cultures and Development”, Child Development, 83: 779–793.

Lemaître, Georges, 1927, “Un Univers Homogène de Masse Constante et de Rayon Croissant, Rendant Compte de la Vitesse Radiale des Nébuleuses Extra-Galactiques”, Annales de la Société Scientifique de Bruxelles A, 47: 49–59.

Louth, Andrew, 1996, Maximus the Confessor, London and New York: Routledge.

Malinowski, Bronislaw, 1925 [1992], Magic, Science, and Religion and Other Essays, Prospect Heights, IL: Waveland Press.

Masci, David and Gregory A. Smith, 2016, “Is God Dead? No, but Belief has Declined Slightly”, Pew Research Center report, [available online].

McCauley, Robert N., 2011, Why Religion is Natural and Science is Not, Oxford: Oxford University Press.

McGrath, Alister E., 2011, Darwinism and the Divine: Evolutionary Thought and Natural Theology, Malden, MA: Wiley-Blackwell.

–––, 2016, Re-Imagining Nature: The Promise of a Christian Natural Theology, Oxford: Wiley-Blackwell.

Mernissi, Fatima, 1992, Islam and Democracy: Fear of the Modern World (trans. Mary Jo Lakeland), Reading, MA: Addison-Wesley.

Miller, Kenneth R., 1999 [2007], Finding Darwin’s God: A Scientist’s Search for Common Ground between God and Evolution, New York: Harper.

Moritz, Joshua M., 2011, “Evolution, the End of Human Uniqueness, and the Election of the Imago Dei”, Theology and Science, 9: 307–339.

Murphy, Nancey, 1995, “Divine Action in the Natural Order: Buridan’s Ass and Schrödinger’s Cat”, in Chaos and Complexity: Scientific Perspectives on Divine Action (Volume 2), Robert J. Russell, Nancey Murphy, and Arthur Peacocke (eds.), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences, pp. 325–358.

Nichols, Ryan and Callergård, Robert, 2011, “Thomas Reid on Reidian Religious Belief Forming Faculties”, The Modern Schoolman, 88: 317–335.

Norenzayan, Ara, 2013, Big Gods: How Religion Transformed Cooperation and Conflict, Princeton, NJ: Princeton University Press.

Nowak, Martin A. and Sarah Coakley (eds.), 2013, Evolution, Games and God: The Principle of Cooperation, Cambridge, Ma: Harvard University Press.

Outler, Albert C., 1985, “The Wesleyan Quadrilateral—in John Wesley”, Wesleyan Theological Journal, 20: 7–18.

Paley, William, 1802 [2006], Natural Theology, Eddy and D. Knight (eds.), Oxford: Oxford University Press.

Pannenberg, Wolfhart, 2002, “The Concept of Miracle”, Zygon: Journal of Religion and Science, 37: 759–762.

Peacocke, Arthur, 1979, Creation and the World of Science, Oxford: Clarendon Press.

–––, 1984, Intimations of Reality: Critical Realism in Science and Religion, Greencastle: DePauw University.

Pennock, Robert T., 1998, “The Prospects for a Theistic Science”, Perspectives on Science and Christian Faith, 50: 205–209.

Peters, Ted and Martinez Hewlett, 2003, Evolution from Creation to New Creation: Conflict, Conversation, and Convergence, Nashville, TN: Abingdon Press.

Pfizenmaier, Thomas C., 1997, “Was Isaac Newton an Arian?”, Journal of the History of Ideas, 58: 57–80.

Philipse, Herman, 2012, God in the Age of Science? A Critique of Religious Reason, Oxford: Oxford University Press.

Pitts, J.B., 2008, “Why the Big Bang Singularity Does not Help the Kalām Cosmological Argument for Theism”, British Journal for the Philosophy of Science, 59:675–708.

Plantinga, Alvin, 2000, Warranted Christian Belief, New York: Oxford University Press.

–––, 2011, Where the Conflict Really Lies. Science, Religion, and Naturalism, New York: Oxford University Press.

Polkinghorne, John, 1998, Science and Theology: An Introduction, Minneapolis: Fortress Press.

Popper, Karl, 1959, The Logic of Scientific Discovery, New York: Hutchinson.

Putz, Oliver, 2009, “Moral Apes, Human Uniqueness, and the Image of God”, Zygon: Journal of Religion and Science, 44: 613–624.

Reid, Thomas, 1764, An Inquiry into the Human Mind, on the Principles of Common Sense, Edinburgh: Millar, Kincaid & Bell.

Rieux, Adrien, Anders Eriksson, Mingkun Li, Benjamin Sobkowiak, Lucy A. Weinert, Vera Warmuth, Andres Ruiz-Linares, Andrea Manica, and François Balloux, 2014, “Improved Calibration of the Human Mitochondrial Clock Using Ancient Genomes”, Molecular Biology and Evolution, 31: 2780–2792.

Rios, Kimberly, Zhen H. Cheng, Rebecca R. Totton, and Azim F. Shariff, 2015, “Negative Stereotypes Cause Christians to Underperform in and Disidentify With Science”, Social Psychological and Personality Science, 6: 959–967.

Rosenberg, Alex, 2014, “Disenchanted Naturalism” in Contemporary Philosophical Naturalism and its Implications, Bana Bashour and Hans D. Muller (eds.), London and New York: Routledge, pp. 17–36.

Ruse, Michael and E.O. Wilson, 1986, “Moral Philosophy as Applied Science”, Philosophy, 61: 173–192.

Russell, Robert, 2006, “Quantum Physics and the Theology of Non-Interventionist Objective Divine Action”, in The Oxford Handbook of Religion and Science, Philip Clayton and Zachary Simpson (eds.), Oxford: Oxford University Press, pp. 579–595.

Russell, Robert J., Nancey Murphy, Christopher J. Isham (eds.), 1993, Quantum Cosmology and the Laws of Nature (Scientific Perspectives on Divine Action: Volume 1), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Russell, Robert J., Nancey Murphy, and Arthur R. Peacocke (eds.), 1995, Chaos and Complexity (Scientific Perspectives on Divine Action: Volume 2), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Russell, Robert J., William R. Stoeger, S.J., Francisco J. Ayala (eds.), 1998, Evolutionary and Molecular Biology (Scientific Perspectives on Divine Actions: Volume 3), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Russell, Robert J., Nancey Murphy, Theo C. Meyering, Michael A. Arbib (eds.), 2000, Neuroscience and the Person (Scientific Perspectives on Divine Action: Volume 4), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Russell, Robert J., Philip Clayton, Kirk Wegter-McNelly, John Polkinghorne (eds.), 2001, Quantum Mechanics (Scientific Perspectives on Divine Action: Volume 5), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Russell, Robert, Nancey Murphy, and William Stoeger, S.J. (eds.), 2008, Scientific Perspectives on Divine Action. Twenty Years of Challenge and Progress, Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences.

Sarich, V.M. and A.C. Wilson, 1967, “Immunological Time Scale for Hominid Evolution”, Science, 158: 1200–1203.

Saunders, Nicholas, 2002, Divine Action and Modern Science, Cambridge: Cambridge University Press.

Schliesser, Eric, 2012, “Newton and Spinoza: On Motion and Matter (and God, of Course)”, Southern Journal of Philosophy, 50: 436–458.

Schneider, John, 2014, “The Fall of ‘Augustinian Adam’: Original Fragility and Supralapsarian Purpose”, Zygon: Journal of Religion and Science, 47: 949–969.

Sedgwick, Adam, 1845 [1890], “Letter to Charles Lyell, April 9, 1845”, in The Life and Letters of the Reverend Adam Sedgwick, John Willis Clark and Thomas McKenny Hughes (eds.), Cambridge, UK: Cambridge University Press, pp. 83–85.

Sollereder, Bethany, 2015, “A Modest Objection: Neo-Thomism and God as a Cause Among Causes”, Theology and Science, 13: 345–353.

Southgate, Christopher, 2008, The Groaning of Creation. God, Evolution and the Problem of Evil, Louisville: Westminster John Knox Press.

Stark, Rodney, 1999, “Atheism, Faith, and the Social Scientific Study of Religion”, Journal of Contemporary Religion, 14: 41–61.

–––, 2004, For the Glory of God: How Monotheism Led to Reformations, Science, Witch-Hunts, and the End of Slavery, Princeton: Princeton University Press.

Stenmark, Mikael, 2004, How to Relate Science and Religion: A Multidimensional Model, Grand Rapids, MI: Eerdmans.

Street, Sharon, 2006, “A Darwinian Dilemma for Realist Theories of Value”, Philosophical Studies, 127: 109–166.

Stringer, Chris, 2012, “Evolution: What Makes a Modern Human”, Nature, 485: 33–35.

Subbarayappa, B.V., 2011, “Indic Religions” in Science and Religion around the World, John Hedley Brooke and Ron Numbers (eds.), Oxford: Oxford University Press, pp. 195–209.

Swinburne, Richard, 1968, “Miracles”, Philosophical Quarterly, 18: 320–328.

Tanzella-Nitti, Giuseppe, 2005, “The Two Books Prior to the Scientific Revolution”, Perspectives on Science and Christian Faith, 57: 225–248.

Taylor, C.A., 1996. Defining Science: A Rhetoric of Demarcation, Madison, WI: University of Wisconsin Press.

Teilhard de Chardin, Pierre, 1971, “Christology and Evolution” in Christianity and Evolution (translated by R. Hague), San Diego: Harcourt, pp. 76–95.

Torrance, Thomas F., 1969, Theological Science, London: Oxford University Press.

Tylor, Edward Burnett, 1871, Primitive Culture: Researches into the Development of Mythology, Philosophy, Religion, Language, Art, and Custom, London: John Murray.

van Huyssteen, J. Wentzel, 1998, Duet or Duel? Theology and Science in a Postmodern World, London: SCM Press.

–––, 1999, The Shaping of Rationality: Towards Interdisciplinary in Theology and Science, Grand Rapids, MI: Eerdmans.

–––, 2006, Alone in the World? Human Uniqueness in Science and Theology, Göttingen: Vandenhoeck & Ruprecht.

van Inwagen, Peter, 2004, “The Argument from Evil”, in Christian Faith and the Problem of Evil, Peter van Inwagen (ed.), Grand Rapids: Eerdmans, pp. 55–73.

Visala, Aku, 2011, Naturalism, Theism, and the Cognitive Study of Religion: Religion Explained?, Farnham: Ashgate.

Vivekananda, Swami, 1904, “The Vedanta for the World”, in Aspects of the Vedanta, Madras: Natesan & Co, pp. 124–160.

Whewell, William, 1834, “On the Connexion of the Physical Sciences. By Mrs. Somerville”, Quarterly Review, 51: 54–68.

White, Andrew Dickinson, 1896, A History of the Warfare of Science with Theology in Christendom, New York: Appleton.

Wildman, Wesley, 2008, “The Divine Action Project, 1988–2003”, in Scientific Perspectives on Divine Action: Twenty Years of Challenge and Progress, Robert Russell, Nancey Murphy, and William Stoeger (eds.), Berkeley, CA: Vatican Observatory Publications; Center for Theology and the Natural Sciences, pp. 133–176.

Wilkins, John S. and Paul E. Griffiths, 2013, “Evolutionary Debunking Arguments in Three Domains: Fact, Value, and Religion”, in A New Science of Religion, G.W. Dawes and J. Maclaurin (eds.), New York: Routledge, pp. 133–146.

Worrall, John, 2004, “Science Discredits Religion”, in Contemporary Debates in Philosophy of Religion, Michael L. Peterson and Raymond J. VanArragon (eds.), Malden, MA: Blackwell, pp. 59–72.

Yancey, George, 2012, “Recalibrating Academic Bias”, Academic Questions, 25: 267–278.

İnsan Gelişimi sonucu doğan İbrahimi Dinler ve Çağdaş Blim gelişim içinde Din ne olmalı

kaynak : https://kualiafelsefedergisi.com/2020/04/din-ve-bilim-stanford-felsefe-ansiklopedisi/

Din ve Bilim (Stanford Felsefe Ansiklopedisi)

6 Nisan 20209 Mart 2021

9243 görüntülenme

182 dk okuma süresi

PAYLAŞ

Hasan Ayer

Hasan Ayer

Ankara Üniversitesi DTCF İngiliz filolojisi lisans öğrencisidir. Temel ilgi alanı siyaset felsefesi ve siyaset teorisidir. Spesifik olarak liberal ve muhafazakar siyaset teorisi ile çokkültürcülük, hak teorileri, kültür kuramları ve göç teorileri çalışmaktadır.

Yazıyı PDF olarak okumak için tıklayınız.

Din ve bilim arasındaki ilişki felsefede ve teolojide halen daha devam etmekte olan bir tartışma konusudur. Din ve bilim ne ölçüde uyumludur? Dinsel inançlar bilime destek olurlar mı veyahut kaçınılmaz bir biçimde bilimsel araştırmaya engel midirler? ‘’Teoloji ve bilim’’ olarak da adlandırılan interdisipliner ‘’bilim ve din’’ alanı bu ve diğer soruları cevaplandırmayı amaçlamakta; bu alanlar arasındaki tarihsel ve çağdaş etkileşimi araştırmakta ve onların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunun felsefi analizlerini sunmaktadır.

Bu giri (entry) bilim ile dindeki meselelerin ve tartışmaların genel bir taslağını sunmaktadır. Birinci bölüm her iki alanın kapsamını ve birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu ana hatlarıyla göstermektedir. İkinci bölüm üç dinsel gelenekteki; Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm, bilim ve din ilişkisine değinmektedir. Üçüncü bölüm bilim ve dinin kesişmiş olduğu, yaratılışa, ilahi eyleme ve insanın kökenine odaklanan çağdaş bilimsel araştırma konularını tartışmaktadır. Dördüncü bölüm ise bilim ve din araştırmalarının gelecekteki istikametine göz atarak sonuçlanır.

1.  Bilim ve Din Nedir ve Birbirleriyle Nasıl İlişkilidir?
1.1 Bilim ve Din Alanının Kısa Tarihi
1.2  Bilim Nedir, Din Nedir?
1.3  Bilim ve Din Arasındaki Etkileşime Dair Kuramlar
1.4  Bilimsel Din Araştırmaları
1.5 Akademik Camiadaki Dinsel İnançlar
2. Hristiyanlık, İslam ve Hinduizm’de Bilim ve Din
2.1 Hristiyanlıkta Bilim ve Din
2.2 İslam’da Bilim ve Din
2.3 Hinduizm’de Bilim ve Din
3. Bilim ve Din Arasındaki Çağdaş Bağlantılar
3.1 İlahi Eylem ve Yaratılış
3.2 İnsanın Kökenleri
4. Din ve Bilimin Gelecekteki Yönelimleri
4.1 Evrimsel Ahlak
4.2 Bilişsel Din Biliminin Dini İnançların Rasyonelliği Üzerine Etkileri

1.         Bilim ve Din Nedir ve Birbirleriyle Nasıl İlişkilidir?

1.1       Bilim ve Din Alanının Kısa Tarihi

1960lardan beri teoloji, felsefe, tarih ve bilim alanındaki uzmanlar bilim ve din arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Bilim ve din; işine kendini adamış dergileriyle (Zygon ve Journal of Religion and Science gibi), akademisyenleriyle (Oxford Üniversitesi Bilim ve Din profesörü Andreas Idreos gibi), akademik topluluklarıyla (Science and Religious Forum gibi), yinelenmekte olan konferanslarıyla (The European Societf For the Study of Science and Theology her iki yılda bir konferans düzenlemektedir) saygın bir alandır. Yazarları ya teologlar (John Haught, Sarah Coakley gibi), bilime ilgi duyan felsefeciler ya da rahip olup da dine dair uzun soluklu bir ilgisi olan eski bilim adamlarıdır (biyokimyacı Arthur Peacocke, fizikçi John Polkinghorne ve moleküler biyofizikçi Alister Mcgrath).

Sistematik bilim ve din çalışmaları 1960larda Ian Barbour (1966) ve Thomas F. Torrance (1969) gibi ‘’bilim ve din savaştadır veya birbirleriyle ilgisizdir’’ kanısına meydan okuyan yazarlar ile başladı. Barbour’un ‘’Bilim ve Dindeki Meseleler’’i (Issues in Science and Religion) her iki alandaki metodolojinin ve teorinin kıyaslanmasını da içerseyen ebedi birçok temayı gösterdi. Zygon, bilim ve din üzerine uzmanlaşmış olan ilk dergi, da 1966 yılında piyasaya çıktı. Başlangıçta bilim ve din çalışmaları metodolojik meseleler üzerine eğilmişken, 1980lerin sonlarında 2000lere kadarki yazarlar bilim ve din ilişkisinin detaylı tarihsel incelemesini de içerseyen bağlamsal (contextual) yaklaşımlar geliştirdiler (örneğin Brooke 1991). Peter Harrison (1988) savaş hali modeline (the warfare model) doğanın ve insanlığın Protestan teolojisindeki algılanış biçimlerinin 17.yy’da bilime yol açtığını iddia ederek karşı çıkmıştır. Peter Bowler (2001, 2009) 19. ve 20.yy’larda evrim teorisiyle dinsel inancı uzlaştırmayı amaçlayan liberal Hristiyan ve evrimci hareketlere dikkat çekti.

1990larda Vatikan Rasathanesi, Teoloji ve Doğa Bilimleri Merkezi ilahi eylem (divine action) üzerine bir dizi konferansın sponsorluğuna destek oldular. Felsefe ve teoloji dünyasından (örneğin Nancey Murphy) ve bilim dünyasından (örneğin Francisco Ayala) katılımcılar vardı. Bu konferansların amacı çağdaş bilimlerin ışığında ilahi eylemi idrak etmekti. Bu beş konferansın her biri kuantum kozmolojisi (1992, Russel ve arkadaşları 1993), kaos ve karmaşayı (1994, Russel ve arkadaşları 1999), nörobilim ile bireyi (1998, Russel ve arkadaşları 2000) ve kuantum mekaniğini (2000, Russel ve arkadaşları 2001) de içerseyen doğa bilimleri sahasına ve onun dinle olan ilişkisine adandı.

Günümüz toplumunda bilim ve din arasındaki en önemli etkileşim evrim teorisi ve yaratılışçılık/akıllı tasarım üzerinden meydana gelmektedir. Hukuk savaşları (örneğin 2005 yılında meydana gelen Kitzmiller ve Dover duruşması) ve Amerikan okullarında evrim ve yaratılışçılık öğretimini kapsayan lobicilik din ve bilimin birbirleriyle çeliştiği hissini yaydı. Ancak herhangi bir birey evrim teorisinin kabulüne odaklanacak olsa bile din ve bilim arasındaki ilişki karmaşıktır. Örneğin Birleşik Krallıkta bilim adamları, din adamları ve popüler yazarlar 19 ve 20.yy’ların başı süresince din ve bilimi uzlaştırmaya çalışmışlarken Amerika Birleşik Devletleri evrim düşüncesine karşı Scope davası ile örneklendirilebilecek fundamentalist muhalefetin yükselişine tanıklık etmiştir (Bowler 2001, 2009)

Geçtiğimiz 10 yılda kilise liderleri evrim teorisi üzerine uzlaştırıcı bir basın açıklaması yapmıştır. Papa John Paul II (1966) Papalık Bilimler Akademisine (Pontifical Academy of Sciences) mesajında evrim teorisini olumladı ancak ayrı ve özel bir yaratımın sonucu olarak gördüğü insan ruhu açısından reddetti. İngiltere Kilisesi teorisinin başlangıçta reddedilmesinden dolayı Charles Darwine yönelik bir özür de dahil olmak üzere evrim teorisini resmi olarak onayladı. Son 50 yılda bilim ve din fiili olarak batı bilimi ve Hristiyanlıktan ibaretti – Hristiyan inancı Batı biliminin bulguları ile ne ölçüde uyumlu hale getirilebilir? Bilim ve din alanının Hristiyan olmayan geleneklere, Yahudilik, Budizm ve İslam, dikkatini vermesi çok yakın bir geçmişte meydana gelmiştir.

1.2       Bilim Nedir, Din Nedir?

Din ve bilimin kapsamını ve onların arasında nasıl bir etkileşim olduğunu anlamak için en azından kabaca bilim ve dinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. her şeyden öte ‘’din ve ‘’bilim’’ açık anlamlara sahip sonsuza kadar değişmeyecek olan kavramlar değillerdir. Onlar zamana ve kültüre bağlı çeşitli anlamlara sahip olan ve daha çok yeni kazanılmış kavramlardır. 19.yy’dan önce ‘’din’’ kavramı çok nadir kullanılmıştır. Aquinas gibi ortaçağdaki yazarlar için ‘’religio’’ kavramı dindarlık veya ibadet etme ve onun ortodoksi olarak düşündüğü şeyin dışındaki ‘’dini’’ sistemlerin inkarı anlamlarına gelirdi. ‘’Din’’ kavramı geniş ölçekteki mevcut anlamını kavramı sistematik bir biçimde dünya çapındaki dinler için kullanan E.B Taylor gibi antropologların eserleri sayesinde kazandı.

Halihazırda kullanıldığı şekliyle ‘’bilim’’ kavramı 19.yy’da yaygınlaşmıştır. Bu tarihten önce ‘’bilim’’ dediğimiz şey ‘’doğa felsefesi’’ veya ‘’deneysel felsefe’’ olarak adlandırılırdı. William Whewell (1834) ‘’bilim insanı’’ kavramını çeşitli doğa felsefelerinin uygulayıcısı anlamında standardize etti. Bilim felsefecileri bilimi bilgi arayışındaki diğer uğraşlardan, özellikle din, ayırdılar. Örneğin Karl Popper (1959) bilimsel hipotezlerin (dinsel olanlardan farklı olarak) temelde yanlışlanabilir olduğunu iddia etmiştir. Her iki kavramın anlamları tarihsel olarak birbirlerine bağlı olsalar bile, birçoğu (örneğin Taylor) bilim ve din arasında bir farklılık olduğunu olumlamıştır ancak kesin bir biçimde bu iki alanın sınırlarının nasıl belirleneceği hususunda mutabık değillerdir.

Din ve bilimi birbirlerinden ayrıştırmanın bir yolu bilimin doğal dünya ile ilgileniyor, dinin ise hem doğal hem de doğaötesi dünya ile ilgileniyor olduğu iddiasıdır. Bilimsel açıklamalar tanrılar ve melekler gibi doğaüstü entitelere veyahut karma, mucizeler ve Qi gibi doğal olmayan güçlere başvurmazlar. Örneğin nörobilimciler tipik bir biçimde düşüncelerimizi maddi olmayan ruhlara veya varlıklara referansla değil, beyin durumlarımıza referansla açıklayacaklardır.

Naturalistler metodolojik naturalizm (bilimsel araştırmayı doğal entiteler ve yasalar ile sınırlayan epistemolojik bir ilke) ile ontolojik veya felsefi naturalizm (doğaüstünü reddeden metafizik ilke) arasında bir ayrım yaparlar. Metodolojik naturalizm bilimin uygulamaları (practice) ile ilgilendiğinden doğaüstü entitelerin var olup olmadığı konusunda bir açıklama yapmamaktadır. Belki de varlardır ancak bu bilimsel araştırmanın/soruşturmanın kapsamının dışında yatmaktadır. Bazı yazarlar (örneğin Rosenberg 2014) bilimsel çıktıları/sonuçları ciddi bir biçimde ele almanın özgür irade veya ahlaki bilgi gibi zor sorunlara yönelik olumsuz cevaplara yol açacağını düşünmektedirler. Ancak bu keskin olan sonuçlar tartışmalıdır.

Bilimin kendi metodolojik naturalizmi içinde dinden ayrılabileceği görüşü daha yaygın bir biçimde kabul görmektedir. Örneğin Kitzmiller ve Dover davasında bilim felsefecisi Robert Pennock davacılar tarafınca çağrılıp akıllı tasarımın bir çeşit yaratılışçılık ve dolayısıyla da bir din olup olmadığı üzerine ifade vermiştir. Eğer öyle olsaydı Dover okul yönetimi politikası ‘’Establishment Clause of The First Amendment’’i ihlal ederdi. Daha önceki çalışmalara dayanarak Pennock doğaüstü mekanizmalara başvurması bağlamında akıllı tasarımın metodolojik olarak naturalistik olmadığını ve metodolojik naturalizmin bilimin temel bir bileşeni olduğunu iddia etmiştir -her ne kadar dogmatik bir gereksinim olmasa da metodolojik naturalizm, teorileri ampirik olarak test etmek gibi makul kanıtsal gereksinimlerin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Isaac Newton, Johannes Kepler, Robert Hooke ve Robert Boyle gibi doğa felsefecileri bazen dpğa felsefelerinde (biz bu gün ‘’bilim’’ diyoruz) doğaüstü etmenlere başvurdular. Yinede doğa felsefesinde genel olarak naturalistik açıklamaları destekleme eğilimi vardı. Naturalistik nedenleri destekleme tercihi naturalistik açıklamaların geçmişteki başarıları sayesinde teşvik edilmiş olabilir. Paul Draper gibi önde gelen yazarlar metodolojik naturalizmin başarısının ontolojik naturalizme bir kanıt teşkil edebileceğini iddia etmektedirler. Metodolojik naturalizm 19.yy’da X-club, Thomax Huxley ve arkadaşları tarafından dinsel dogmalardan arındırılmış bir bilimi teşvik etmeyi amaçlayan bir lobi grubu, ile piyasaya çıktı. X-club kısmen amatör din adamı menşeili bilim adamlarınca bilim alanında sürdürülen rekabeti elimine etme ve bundan kaynaklı alanı tam zamanlı (full-time) profesyonellere bırakma istenci tarafınca güdülenmiş olabilir.

‘’Bilim’’ ve ‘’din’’ tanımlanmaya karşı çıktığından bilim (genel olarak) ve din (genel olarak) arasındaki ilişkiyi tartışmak anlamsız olabilir. Örneğin Kelly Clark (2014) bizim sadece makul bir düzeyde yaygın bir biçimde kabul edilmiş bilimsel iddialar (örneğin kuantum mekaniği veya nörobilimdeki bulgular) ve belirli bir dinin spesifik bir iddiası (örneğin benliğin yokluğunun Budist bağlamdaki karşılığı) arasındaki ilişki hakkında tahkikat (soruşturma) yapabileceğimizi iddia eder.

1.3       Bilim ve Din Arasındaki Etkileşime Dair Kuramlar

Bilim ve din arasındaki etkileşimi karakterize eden birçok tipoloji vardır. Örneğin Mikael Stenmark (2004) 3 görüş kategorize etmiştir: bağımsızlık görüşü (bilim ve din arasında bir örtüşme yoktur), etkileşim görüşü (iki alan arasında bazı örtüşmeler vardır) ve son olarak bilim ve dinin etkinlik alanının birliği görüşü. Stenmark bu görüşlerin içerisinde ilave alt başlıklar tanımlamıştır. Örneğin ‘’etkileşim’’ (contact) bir çatışma veyahut uyum formunda olabilir. Bilim ve din arasındaki etkileşime dair en etkili kalan kuran Barbourun kuramıdır: çatışma (conflict), bağımsızlık (independence) diyalog (dialogue) ve entegrasyon (integration). Barbaorun kendisinin de dahil olduğu sonradan gelen yazarlar bu sınıflandırmayı billurlaştırıp geliştirdiler. Ancak diğerleri (örneğin Cantor ve Kenny 2001) bu iki alan arasında vuku bulan geçmişteki etkileşimleri anlamanın faydalı olmadığını iddia etmişlerdir. Evvela bu, dinlerin ritüeller ve toplumsal yapılar gibi diğer yönleri pahasına bilişsel içeriğiyle ilgilenmekte. Dahası ‘’çatışma’’nın, kanıtsal veyahut mantıksal, ne anlama geldiğinin belirgin bir tanımı mevcut değil. Bu kuram örneğin Steinmarkınki gibi kendinden sonra piyasaya çıkan kuramlar kadar felsefi bir biçimde çok yönlü (sophisticated). Yinede güçlü bir etkiye sahip olduğundan bu tasnifi detaylıca tartışmakta fayda var.

Din ve bilimin ebedi ve doğası gereği bir çatışma içerisinde olduklarını iddia eden çatışma kuramı iki tarihsel anlatıya bel bağlamıştır: Galileo’nun yargılanması ve Darwinizmin kabulü. Çatışma kuramı 19.yy’da şu iki yayın tarafınca geliştirildi ve savunuldu: Biri John Draper’in (1874)  Din ve Bilim Arasındaki Çatışmanın Tarihi (The History of The Conflict Between Religion and Science) diğeri ise White’ın iki ciltlik Bilimin Hristiyan Teolojisiyle Savaşının Tarihi (The History of The Warfare of Science With Theology in Christendom). Her iki yazar da din ve bilimin kaçınılmaz bir biçimde çatışmada olduğunu söylemektedirler zira her ikisi de temelde aynı alan üzerine tartışma yürütmekteler. Bilim ve din alanındaki yazarların çok büyük bir bölümü çatışma kuramını eleştirmekteler ve onun tarihi kayıtların sığ ve yandaş bir biçimde okunmasına dayandığına inanmaktalar. İroniktir ki her ne kadar ortak noktaları pek bulunmasa da gerek bilimsel materyalizm gerek aşırı uç İncil literalizmi burada bir çatışma modeli varsaymakta: her ikisi de eğer bilim doğruysa din yanlıştır veya din doğruysa bilim yanlıştır şeklinde bir varsayıma sahiptir.

Her ne kadar şu anda çatışma kuramına inananlar azınlık olsa da kuram lehine bazıları (örneğin Philipse 2012) felsefi argümantasyonlar ortaya koydu veyahut Galileo’nun yargılanması gibi tarihsel kanıtları yeniden gözden geçirdiler. Alvin Plantinga (2011) çatışmanın bilim ve din arasında değil, bilim ve naturalizm arasında olduğunu iddia etmektedir.

Bağımsızlık kuramı bilim ve dinin ayrı sorular soran ayrı bilgi alanlarını keşfetmekte olduğunu benimser. Stephen Jay Gould, NOMA (Non-Overlapping Magisteria ‘’birbirleriyle örtüşmeyen alanlar’’) ilkesiyle etkili bir bağımsızlık modeli geliştirdi: bilim ve din arasındaki çatışma eksikliği ilgili uzmanlık alanları arasındaki örtüşme eksikliğinden kaynaklanmaktadır.

Gauld bilimin uzmanlık alanının evrenin oluşumu gibi empirik sorunlar, dinin alanının ise ahlaki değerler ve spiritüel anlamlar gibi sorunlar olduğunu tanımlamıştır. NOMA hem tanımlayıcı hem de normatiftir: örneğin tıpkı bilim adamlarının ahlaki meseleler ile ilgili iddialarda bulunmamaları gerektiği gibi dini liderler de evrim teorisiyle ilgili gerçekçi iddialar öne sürmekten sakınmalılardır. Gould iki alanın sınırları (border) arasında belli etkileşimler (örneğin bizim diğer canlılara yönelik sorumluluklarımız gibi) olabileceğini düşünmektedir. Bağımsızlık modelindeki belirgin problemlerden biri dinlerin olgusal/gerçekçi izahlar yapmaktan alıkonmaları durumunda değer ve ahlaka dair iddialarını meşrulaştırmalarının zor olması olacaktır. Örnek vermek gerekirse herhangi bir birey yaratıcıyı memnun ettiği için başka bir bireyin kapı komşusuna iyi davranması gerektiğin iddia edemeyecektir. Kaldı ki dinler empirik iddialarda (örneğin ilk dönem İbranilerinin kızıl denizin iki yana ayrılmış olan sularından geçtiğine veya İsa’nın ölümünden sonra tekrar gözüktüğü vb gibi) bulunuyorlar gibi gözükmekteler.

Diyalog kuramı din ve bilime dair karşılıklı bir ilişki önermektedir. Bağımsızlık kuramından farklı olarak diyalog kuramı bu iki alan arasında ortak bir zemin olduğunu, bir ihtimal varsayımlarında; metodlarında ve konseptlerinde, varsaymaktadır. Örneğin Hristiyan yaratılış doktrini yaratılışın (bir tasarımcının ürünü olan yaratılışın) hem akıllıca hem de intizamlı olduğunu varsayarak bilimi teşvik etmiş olabilir. Bundan dolayı bir kimse henüz keşfedilmemiş ve keşfedilebilecek yasalar olduğunu umabilir. Tanrının özgür eyleminin sonucu olduğundan yaratılış da ona bağımlıdır ve bundan dolayı doğa yasaları a priori düşünme tarafınca keşfedilemez ki bu durum empirik soruşturma ihtiyacını tetikler. Barboura göre gerek bilimsel gerek teolojik araştırma/soruşturma teoriye bağımlıdır veya en kötü modele bağımlıdır. Örneğin üçleme doktrini hristiyan teologların genesisin ilk bölümünü yorumlama şeklini renklendirmekte ve metaforlara, modellere, kapsamlılığa ve verimliliğe dayanır. Diyalog kuramında alanlar birbirinden ayrı kalmakta ancak birbirleriyle ortak metodlar, konseptler ve varsayımlar kullanarak konuşmaktadırlar. Wentzel van Huyssteen din ve bilimin epistemolojik bağlamdaki örtüşmelerine dayanarak güzel bir düette olduklarını söyleyerek diyalog pozisyonunu savunmuştur.

Entegrasyon kuramı bilim ve teolojiyi birleştirmede çok daha kapsamlıdır. Barbour (2000) üç tür entegrasyon tanımlar. İlki tanrının varlığı ve nitelikleri konusunda argümanlar formulize eden doğal teolojidir. Doğal teoloji, argümanlarında doğa bilimlerinden gelen sonuçları ömcül olarak kullanır. Örneğin tanrının varlığına dair çağdaş kozmolojik argümanda evrenin zamansal bir başlangıcı olduğu varsayımı ve kozmolojik sabitler ile doğa yasalarının yaşama izin vermesi (ancak sabitlerin ve yasaların diğer birçok kombinasyonu yaşamın ortaya çıkmasına engel olmakta) hassas ayar argümanlarında kullanılmakta. İkincisi olan doğa teolojisi bilimden değil, dinsel bir çerçeveden hareketle işe koyulur ve bunun bilimin bulgularını nasıl zenginleştirebileceğini ve hatta revize edebileceğini inceler. Örneğin McGrath doğa bulgularının ve bilimsel bulguların hristiyan bir perspektif ile nasıl hesaba katılabileceğini inceleyerek bir hristiyan doğa teolojisi geliştirmiştir. Üçüncü olarak Barbour, Whiteheadın felsefi metodunun din ve bilimi birbirilerine entegre edebilmesi açısından gelecek vaad eden bir yol olduğuna inanmıştır.

Entegrasyon kuramı cazip görünsede (özellikle teologlar için) belirli bir alanın bilimsel ve dini özelliklerinin tam olarak hakkını vermek zordur. Örneğin hem paleoantropoloji hem de teolojide bilgi sahibi olan Pierre Teilhard de Chardin (1971) yolun sonunda teleolojik olarak alışılmadık bir evrim görüşünü ve Ortodoks olmayan bir teolojiyi (ilk günahın alışılagelmedik bir yorumunu benimseyip başı Roma Katolik Kilisesi ile belaya girmiştir) benimsemiştir. Teolojik heterodoksi tek başına bir kuramdan/modelden şüphe etmek için bir neden olamaz ancak o entegrasyon kuramının daha geniş çaptaki teologlar ve felsefeciler topluluğu içerisinde başarılı olma hususunda zorluklara sahip olduğuna işaret etmiştir.

1.4       Bilimsel Din Araştırmaları

Bilim ve din, bilimsel din araştırmalarında birbirleriyle yakından ilişkilidirler. Doğa tarihçileri insan davranışı, kültürü; din, duygu ve ahlak gibi alanlara dair naturalistik açıklamalar ortaya koymuşlardır. Örneğin Bernard de Fontenelle’nin ‘’Masalların Kökenleri (De l’Origine des Fables)’’ (1724) adlı kitabı doğaüstüne olan inancın nedensel açıklamalarını sunmaktadır. İnsanlar genellikle olağandışı olayların altında yatan doğal sebepleri anlayamadıklarında doğaüstü açıklamalara başvururlar: ‘’Bir kimse ne kadar cahil ve ne kadar tecrübesiz ise o kadar mucize görür’’. Bu fikir Auguste Comte’un (1841) mitler tedrici bir biçimde yerlerini bilimsel açıklamalara bırakacaklardır görüşünü önceden ima etmektedir. Hume’un ‘’Dinin Doğal Tarihi (Natural History of Religion) adlı kitabı dinsel inançların doğal tarihsel açıklamasının en iyi bilinen örneğidir. Kitap politeizmin, ki bu Hume için dinsel inançların en erken biçimiydi, kökenlerini dış dünyaya yönelik korku ve endişe ile birleşmiş doğal nedenlere yönelik cehalete dayandırmaktadır. İlk insanlar çevrelerindeki nesnelere tanrısal anlamlar yükleyerek tanrıları ikna etmeyi veyahut onlara rüşvet vermeyi denemişlerdir ve bundan dolayı da bir tür kontrol hissi elde etmişlerdir. 19.yy’da ve 20.yy’nın başlarında antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi daha yeni yeni ortaya çıkmış bilimlerden uzmanlar dinsel inançların naturalistik kökenlerini açıklamaya çalışmışlardır. Bütün kültürlerin aynı çizgi seyrince evrildiği ve geliştiği görüşü antropolojide yaygındı. Çok çeşitli dini görüşler barındıran kültürler henüz daha gelişim aşamasının başında olarak görülmüştü. Örneğin Taylor (1871) animizmi, ruhların dünyayı hareketlendirdiği inancı, dinsel inançların en erken biçimi olarak görmekteydi. Comte (1841) bütün toplumların dünyayı anlamlandırma teşebbüslerinde aynı gellişim aşamalarından geçtiğini öne sürmüştür: dinsel açıklamaların hüküm sürdüğü teolojik (dinsel) aşama ilk evredir, bunu metafizik evre takip eder ve bilimsel açıklamaların ve empirik gözlemlerin olduğu bilimsel evre ile son bulur (çevirmen dipnotu: Bkz; 3 Hal Yasası).

Sosyolog Emile Durkheim (1915) dinsel inançları toplumların bir arada olmasına yardım eden toplumsal bir tutkal olarak görmekteydi. Psikolog Sigmund Freud (1927) ise dinsel inancı bir ilüzyon olarak görmekteydi. Freudun öne sürdüğü hikayenin tamamı oldukça tuhaf: geçmişte kabiledeki bütün kadınları tekeline alan bir baba kendi erkek çocukları tarafınca öldürülür ve yenir, ardından çocuklar suçluluk hissine kapılırlar ve katlettikleri babalarını idolleştirirler. Bu, yamyamlık ve ensest üzerine tabular ile birlikte, ilk dini yarattı. Bunun yanı sıra Freud ‘’okyanus hissi’’ni (sınırsızlık hissiyatı ve dünyayla bağlantılı olma) dinsel inançların kökenlerinden bir iolarak gördü. Freud bu hissiyatın bir bebeğin sütten kesilmeden önceki benlik deneyiminin bir kalıntısı olduğunu düşünmüştür. Karl Marx ve Max Weber gibi sosyal teorisyenlerle birlikte Durkheim ve Freud gibi yazarlar sekülerleşme teorisinin (modern teknoloji, bilim ve kültür karşısında dinlerin gerileyeceği görüşü) farklı versiyonlarını öne sürdüler. Felsefeci ve psikolog William James (1902) dinsel deneyimlerin fenomenolojisi ve psikolojik kökenleriyle ilgilenmiş ve bunların kurumsal dinlerin nihai kaynağı olduğuna inanmıştır.

1920lerden başlayarak dine dair bilimsel araştırmalar büyük anlatılarla ilgilenmeye daha az zaman ayırdı ve bunun yerine belirli dinsel gelenekler ve inançlarla ilgilenmeye başladı. Edward Evans-Pritchard (1937/1965) ve Bronislaw Malinowski (1925/1922) gibi antropologlar artık sadece ikinci el raporlara (genellikle düşük kalitede ve bozulmuş kaynaklardan olan) güvenmeyip ciddi alan araştırmalarıyla meşgul oldular. Ortaya koydukları etnografiler kültürel evrimin yanlış anlaşıldığını ve dinsel inançların önceden varsayılanın aksine daha çeşitli olduğunu belirtti. Dinsel inançların doğal mekanizmalara yönelik cehaletin bir sonucu olmadığını iddia ettiler; örneğin Evans-Pritchard, Azandelerin (Kuzey Orta Afrika’da büyücülükle ilgilenen bir etnik grup) termitlerin temellerini yediğinden dolayı evlerinin çökebileceğinin gayet farkında olduklarını ancak yine de belirli bir evin çökmesini açıklamada büyüye başvurduklarını belirtmiştir. Yakın geçmişte Cristine Legare ve arkadaşları (2012) çeşitli kültürlerdeki insanların açıkça doğaüstü ve doğal açıklamaları birleştirdiklerini bulmuşlardır. Örneğin Güney Afrikalılar AIDS’e bir virüsün neden olduğunu bilmektedirler ancak bazıları viral enfeksiyonlara en nihayetinde cadıların neden olduğuna da inanmaktadır.

Din psikologları ve sosyologları da dinsel inançların irrasyonaliteye, psikopatolojiye ve James (1902) ile önceki diğer psikiyatristlerin varsaydığı gibi diğer atipik psikolojik durumlara dayandığından şüphe etmeye başlamışlardır. Amerikada 1930ların sonlarından 1960lara doğru psikologlar dine yönelik yeni bir ilgi geliştirdiler zira bu durumu körükleyen gözlemler vardı: din gerilemiyordu, ki bu durum sekülerleşme teorisini şaibeli hale getiriyordu, ve tatmin edici bir biçimde yeniden canlanıyor gibi gözüküyordu. Din psikologları, içerisinde dışsal dindarlığın (kendinde bir amaç olarak dindar olmak, örneğin bir sosyal grup içerisinde yer alarak fayda elde etmek) ve içsel dindarlığın (dinlere öğretilerinden kaynaklı bağlanma) da olduğu dindarlık türleri arasında gittikçe daha ince bir ayrım yapmışlardır. (Allport ve Ross 1967). Psikologlar ve sosyologlar şu an dini; sağlık, suç, cinsellik ve sosyal iletişim üzerine etkileri ile olan bağımsız bir değişken olarak incelemektedirler.

Bilimsel din araştırmalarında son günlerde ortaya çıkan bir gelişme de bilişsel din bilimidir. Bilişsel din bilimi gelişim psikolojisi, antropoloji, felsefe ve bilişsel psikoloji alanlarından uzmanlarıyla multidisipliner bir alandır. Bilişsel din bilimi dinin salt olarak kültürel bir fenomen olmadığı, bunun yerine sıradan, daha yeni yeni gelişmiş evrensel bilişsel süreçlerin bir sonucu olduğu varsayımı