Kültür-Sanat : Geçmişimizdeki Yazarlar – Ebüzziyâ Tevfik Bey

GEÇMİŞİMİZDEKİ YAZARLAR
Hazırlayan : Hakan Kısa
Vefâtı, Mezarı, Ailesi ve Terekesi(Miras vasiyeti ve Borçları)
Ebüzziyâ Tevfik Bey’in 1329 ( 1911 ) yılında Mecmûa-i Ebüzziyâ‘da yayımlanan “Şinâsî’nin Eyyâm-ı Ahire-i Hayatı” başlıklı yazı dizisi sayesinde Şinâsî’nin vefâtına ve cenâzesine ilişkin ayrıntılı bilgilere sâhibiz.
Bu metin Ahmed Rasim’in Matbû’ât Tarihinine Medhal’den İlk Büyük Muharrirler külliyâtının 9’uncusuna da alınmış ( Yeni Matbaa, 1927 ), ardından Ebüzziyâ Tevfik Bey’in torunu Ziyad Ebüzziyâ’nın sadeleştirmesiyle “Şinâsî’nin Son Günleri ve Ölümü” başlığıyla Sunar Tiyatrosu Üsküdar Oyuncuları Araştırma Dizisi’nin 16 sayfalık ilk kitapçığı olarak yayımlanmıştır ( Yenilik Matbaası, 1971 ).
Ebüzziyâ Tevfik Bey şöyle yazıyor:
” 13 Eylül 1871 günüydü. Kemâl ile Beyoğlu’nda o gece misâfir olduğumuz Mösyö Fanton’un evinde kahve içiyorduk. Ben, Diyojen için yazdığım bir makaleyi okuyordum. Kemâl de bazı cümlelerini, daha mânidâr ibârelerle ve imlâ yolu ile düzeltiyor ve süslüyordu.
Bu sırada uşaklardan biri içeri girerek bir adamın Kemâl Bey ile görüşmeye geldiğini söyledi. İkimiz de gecelik ile oturmaktaydık. Ben derhal bitişik olan yatak odasına çekildim. Uşak da gelen adamı içeriye aldı. Kapı aralıktı ama gelen adamı göremiyordum. Ancak kâğıt yırtılmasını andırır bir ses işittiğimden, herifin bir tezkere getirmiş olduğunu anladım. Bir dakika sonra Kemâl kapıyı iterek elindeki kâğıtla içeri girdi. Suratında bir teessür rengi vardı. Büyük bir felâket olduğunu söyleyerek o kâğıdı bana uzattı. Tezkere Şinâsî Efendi’nin gece vefât ettiği haberiyle başlıyor ve cenâzenin kaldırılması için Kemâl’den recâ olunuyordu. Altındaki Mehmed Hamdi imzasından Mustafa Fâzıl Paşa’nın kethüdasından olduğunu anladım. Bu vefâtın zaten epeydir beklendiğini söyledim. Kemâl dostumuzun vefâtına o kadar fazla üzülmüştü ki, Şinâsî’nin cenâzesinde bulunmaya dayanamayacağını ve bu yüzden defin işimi benim halletmemi söyledi. Yapacak bir şey yoktu, bir çeyrek sonra giyinip dışarıya çıktım. Sokağın köşesini dönerken ilim ve irfân sâhibi ahbablarımızdan Kavalalı Hoca Kâmil ile karşılaştım. Bir gün evvel kararlaştırdığımız üzere bize geliyordu. Üzüntü verecek bir hizmet ifâ edececeğimizden ondan bana refâkat etmesini istedim. Merâk etmişti. Ona Şinâsî’nin vefât ettiğini söyledim. Hoca Kâmil Şinâsî ile hiç tanışmamıştı. Fakat mensûb olduğumuz edebî ve siyâsî mektebin kurucusunun Şinâsî olduğunu biliyor ve onu tanımadığı hâlde edeb ve zekâsına büyük hürmet besliyordu. Kendisi pek hisli ve çok çabuk tesir altında kalan bir kimse olduğundan birdenbire işittiği bu fenâ haberden dona kalmıştı. Birlikte yürümeğe başladık. Bursa Sokağı’ndan Büyük Caddeye çıkarak Taksim’e geldik. Şinâsî’nin evinin Firuz Ağa’da Sormagir’de olduğundan haberdârdım. Ancak hangi sokaktadır, işte onu bilmiyordum. Kafam karışmıştı, hem yürüyordum, hem de gözümün önünde o vakur insanı görüyordum. Hayattayken huzuruna maneviyatım titreyerek girebildiğim o büyüklük timsâlinin şimdi na’şında bulunacağımdan ayaklarım sanki geri geri gidiyorlardı. Taksim’e çıktığımızda Kazancı Mahallesi’ne doğru sağa saptık. Gözüme bir yorgancı dükkânı ilişti. Otuz veya otuzbeş yaşlarında bir adam, elinde büyük bir çuvaldız ile bir minder köklüyordu. Dükkânın önünde durarak, ona Sormagir’e nereden gidileceğini sordum. Karşıdaki sokağa girmemizi, oradan iki sokak sonra sağa sapınca Sormagir Kahvehânesi’nin önüne çıkacağımızı söyledi. Ben teşekkür etmek üzereyken Şinâsî Efendi’nin evini mi aradığımızı sordu.
– Evet oraya gideceğiz, dedim.
– Öyle ise berâber gidelim. Bu musîbet minder de bugün kalıversin, diyerek çuvaldızı sapladı. Zâten bir kanadı kapalı olan dükkânın diğer kepengini de indirerek omuzuna attığı saltasının kollarını geçirdikten sonra birlikte yürümeye başladık.
– Merhûmu tanır mıydınız?
– Onu mahallemizde kim tanımaz ki! Ey gidi Koca Şinâsî Efendi!
– Ne vakit vefât etti?
– Bu gece sabaha karşı. Ben Ebubekir Efendi ile birlikte yanındaydım. Ebubekir Efendi’yi tanır mısınız? Tophane Müftüsü’dür.
– Hayır kendisini tanımam, sadece ismini işitmiştim.
– Merhûmun pek yakın dostuydu, onu döşeğine birlikte yatırdık.
– Cenâze hazırlandı mı?
– Hayır, Müftü Efendi öğleden sonra kaldırmak istiyor. Mısırlı Paşa ile Murad Efendî’ye haber gönderdi.
– Nereye gömecekler?
– Taksim Mezarlığı’na, validesinin yanına, Müftü Efendi öyle söyledi.
– Vefâtında kendinde miydi?
– Beni yatsıdan sonra Şakir çağırdı. Şakır’i bilir misiniz, teyzesinin damadıdır.
– Evet, bilirim.
– Kahveden kalkıp gittim. Müftü Efendi yanındaydı. Ben içeri girince merhûm gülümseyerek yüzüme baktı. Ayak ucundaki küçük mindere oturdum. O ara Müftü Efendi merhûma sigara içeceğini söyleyerek dışarı çıktı. Beş dakika kadar hiç ses çıkarmadı. Sadece yüzüme bakıyordu. Bir müddet sonra bana vücûdunun rahat ama başının pek rahatsız olduğunu söyledi. Kafası kırılıyor, beyni oyuluyor gibiymiş. Ben de merâk etmemesini, vâlidemin de vaktiyle böyle olduğunu, ensesinden iki boynuz çektirdiğimizde bir şeyciğinin kalmadığını belirttim. Ardından da, râzî olduğu takdirde Berber Hacı’yı getirip iki boynuz çektirebileceğimi söyledim. Gülümsedi. Bana kendisininkinin başka bir hastalık olduğunu, rahatsızlığına boynuzun kâr etmeyeceği yanıtını verdi.
Bunları konuşurken merhûmun evinin bulunduğu sokağa girmiş olduğumuzu anladım. Çünkü, bekçi teneşiri yüklenmiş, kapıdan içeri giriyordu. Demek ki Şinâsî henüz vefât ettiği döşeğinden kaldırılmamıştı. Onun yüzünü son bir defa görmek istiyordum. Milletin düşünüp söyleme hassasını dilsizlikten kurtaran, bize edebiyat sevgisi ve bir siyâsî fikir veren, zulümden nefret ettiren oydu. O deha örneğini, ölümün çukuruna verilmeden evvel son bir defa daha görmek artık benim için bir evlâdlık vazîfesiydi. Şinâsî hepimiz için, gelecek vatan evlâdları için, bir irfân babası, bir edeb ve bir siyâset pirîydi. Bizi düşünmeye, düşündüğümüz gibi söylemeye o alıştırmıştı. Ona insanlık hüviyetimiz bile şükran borcu taşıyordu.
Hoca Kâmil ile beraber kapıdan içeri girdik. Avlunun sol tarafında on iki basamaktan ibâret bir merdivenle sekiz on arşın murabbaında bir sofaya çıktık. Solda ve sofanın başlangıcında yarım açık bir kapı vardı. Önünde de şerabî bir ferace giyinmiş, solgun benizli, kederli bir düşünceye dalmış baygın gözleriyle bizim ikimize bakan, uzunca boylu genç bir kadın duruyordu. Etrafımıza bakınarak Şinâsî’nin vefât ettiği odayı aradığımızı anlayan bu kadın, bulunduğu yerden ayrılarak sofanın nihâyetine, pencerelere doğru çekildi. Ben gayet hafif bir suretle kapıyı itip içeri girdim. Odanın pencereleri şimâle, kapısı cenûba doğruydu. Ölüm döşeğini na’şın sağı cenûba müvazi ve yüzü kıbleye gelmek üzere baş tarafı garba, ayak tarafı şarka doğru sermişler. Üzerinde güvez rengi bir yazma yorgan örtülü olan üstadın na’şının yüzü de beyaz bir tülbend ile örtülüydü. Müftü Ebubekir Efendi başucunda Kur’ân okuyordu. Beni görünce işâret ederek yanına oturttu. Bir iki dakika sonra okuması bittiğinden hafif bir sesle kim olduğumu sordu. Bende bir iki kelime ile kendimi tanıtıp, bana verilmiş ve kethüdanın mührüyle mühürlü kaseyi çıkarıp verdim. Bunların Fâzıl Paşa’dan olduğunu ekledim. Derhal elimden tuttu ve birlikte sofaya çıktık. Az evvelki kadın hâlâ pencereye dayanmış hâlde duruyordu. Ebubekir Efendi ona yaklaşıp Nâzikter ismiyle hitâb ederek, Mısırlı Mustafa Paşa’nın beni cenâzeyi kaldırmaya memur ettiğini ve cenâze için de para gönderdiğini söyledi. Kadın ona ne gerekiyorsa yapılması yanıtını verdi. Müftü Ebubekir Efendi bunun üzerine keseyi açtı, içinden yirmi beş lirasını ayırarak, yetmiş beş lirayı kesesiyle kadına verdi. Bu yirmi beş liranın cenâze masraflarına yeteceğini, kalanının da fukarâya sadaka olarak dağıtılmasını belirtti. Yusuf’u çağırarak hemen Tophane’ye gönderdi. Bana da cenâzeye kalıp kalamayacağımı sordu. Ona definde bulunacağımı söyledim. Sonra tekrar odaya girdik.
Ebubekir Efendi’nin nâm ve şânından haberdârdım. Fakat o güne kadar şahsen tanışmamıştık. Yorgancının biraz evvel müftüden bahsetmiş olması nedeniyle onun Ebubekir Efendi olduğunu anlamıştım. Kendisine yüzünü açıp görmemde bir mâni olup olmadığını sordum. Tebessüm ederek bir mâni bulunmadığını belirtti. Memleketin âdetlerine uyarak örttüklerini ekleyerek tülbendi kaldırdı. Hâlâ o manzara gözlerimin önündedir. Yüzünde hiçbir değişiklik eseri yoktu. Sağ gözü sol gözünden ziyâde aralık kalmıştı, sîmâda belli belirsiz bir gülümseme fark olunuyordu, alt dudağı bu gülümsemenin ebedî tanığı olarak hafif bir surette kıvrılmıştı. Çehre, sıhhatli hâlindeki canlılık rengini henüz muhâfaza etmekteydi, eğilip dudaklarına büyük bir teessürle bir vedâ bûsesi kondurdum, bu hâli gören Ebubekir Efendi elinde olmayarak gözlerinden teessür yaşları dökmeye başladı. Tülbendi tam örteceğim sırada, ölüm nedeni olan marazı da görmemi söyleyerek, baş yastığının altına elini soktu ve sağ eliyle cenâzenin başını çevirerek kafatası ile ensesi arasındaki büyücek, bir yumruk kadar fırlamış olan keseyi gösterdi. Mosmor bir deriydi. Parmağımı dokundurdum. Lâstik toplar gibi sağlam bir yumuşaklık hissi vermesine rağmen akıcı bir maddeyi havi olduğu his olunmayacak kadar sertti. Ona bunun Şinâsî Efendi’ye acı verip vermediğini sordum. Bazen fevkalâde bir sancının hâsıl olduğunu ama yarım dakika kadar devâm eden bu ıstıraptan sonra sükûnet avdet eylediğini belirtti. Dün öğleye kadar bir yumurta iriliğinde olan bu şiş, akşam üzeri yumruk kadar kadar büyümüştü. Ona beyninin sanki kabına sığmak istemediğini, dışarı fırlamak niyetinde olduğunu, mümkün olsa bu keseyi çıkarıp atmak istediğinden bahsetmiş. Bu sözü söylerken de gülmüşler. Ancak gece saat beşte pek şiddetli bir acı ile yatağından sıçramış ve başını sıkmasını istemiş. Ebubekir Efendi avuçlarını şakaklarına yapıştırıp olanca kuvvetiyle ovmaya başlayınca biraz rahatlamış ve bir saat kadar rahat rahat nefes alarak uyumuş. Ama, saat altıyı çalarken birdenbire doğrulmuş. Gözlerinde cinnet getirenlerde görülen bir bulanıkla bakıyormuş. Etrafına bakınıp, hokkayla kalemi bulmuş. Saatinin kapağından yarım mecidiye büyüklüğünde açık yeşil bir kâğıd parçası çıkararak ona manâsız bir kelime yazmış. Ardından da sırtı üstü düşmüş ve bir daha uyanmamış. Kâğıtta Fiskmuni kelimesi yazıyormuş. Bu esnâda altınları paraya çevirmeğe gönderilen Yusuf Ağa geri döndüğünden, imam ile adamları na’şı gusül için aşağıya indirdiler.”
Ebüzziyâ Tevfik Şinâsî’nin vefâtı için 13 Eylül 1871 tarihini vermekteyse de, terekesinin kassâmlık marifetiyle tahrîrinde “işbu sene-i mübâreke 1288 Cumâdelâhirenin 28’inci günü vefât eden İbrâhim Şinâsî Efendi b. Mehmed” kaydı düşülmüştür. Bu da 13 Eylül 1871 gününe değil, 14 Eylül 1871 gününe tekabül etmektedir.
Metinde ismi Yusuf Ağa olarak zikredilen müvezziin, bazen Yûnus Efendi olarak da geçtiği görülecektir. Hangi ismin doğru olduğunu saptayamadığımdan, esas metindeki şekliyle bıraktım. Sadece kassâm defterine Ebubekir Efendi b. Ömer olarak kaydedilen “Müftü Bekir Efendi” isim künyesini resmî deftere nazaran düzelttim.
Ayas Paşa Mezarlığı’nda
Şinâsî’nin cenâze töreni hakkında bize pek değerli bilgiler bırakan Ebüzziyâ Tevfik Bey’den okumaya devam edelim:

” … Nihâyet bu iş de bitmiş, onun muhterem na’şı tabuta konmuştu. Müftü Efendi bizi de tezkiye yerine gönderdi. Biraz evvel kapının önünde birikmiş olan gürûh tabutun etrafındaydı. Eve girdiğimiz zaman oda kapısında gördüğümüz kadın da oradaydı. İmam Efendi tezkiyeye dâir soru cümlesini söyleyince herkes lehinde şahâdette bulundular ve na’şın muhafazasını kaldırıp omuzlarına aldılar. Bu esnada gözüm üzüntü ile tabuta bakmakta olan kadına ilişti. Yaşmağının örtemediği üzüntü rengi onun sîmâsına öyle bir tatlılık doldurmuştu ki, mâtem renginin hiçbir sîmâya bu kadar yakıştığı görülmemiştir. Meğer bu kadın Şinâsî’nin boşadığı karısıymış. Cenâzeyi taşıyan cemâât bir iki sokak saptıktan sonra Taksim’e çıkan Kazancı Yokuşu’ndan geçerken bu büyük adamın cenâzesinde kimlerin bulunduğuna baktım. Ölülerle menfaat ilgisi olanları istisnâ tutarsak, Altıncı Daire’ye mensûb dört Belediye çavuşu ile mahalleden yorgancı Raşid Ağa, teyzesinin damadı Şakir, sermürettib Rıza ile birâderi Rifat ve Müftü Efendi ile Hoca Kâmil ve de ben.
Cenâzeyi taşıyanlar o kadar çabuk adımlarla ilerliyorlardı ki, biz onlara yetişebilmek için âdeta koşuyorduk. Onların bu süratlerinin nedeniyse bir an önce vâzifelerini bitirerek hak ettiklerinden hiç şüphe etmedikleri vaadlere kavuşmak hırs ve emeliydi. Caddenin köşesinden sağa döndük ve yüz adım ileride cepheye tesadüf eden mezarlık kapısından içeriye girdik. Sağ tarafı takib ederek şimdiki hâriciyye nâzırlarına tahsîs edilmiş konağın tam karşısında cenâzeyi yere indirdiler. Üzerindeki şalı çıkarıp aldıkları gibi tabutun kapağını da kaldırdılar. Bekçi ile mezarcı çukurda bulunuyorlardı.”
Atatürk Kültür Merkezi’nin bulunduğu yerden Gümüşsuyu’nun aşağısına kadar Müslüman, Taksim’den Harbiye’ye uzanan kısım Ermeni Gregoryen, Gümüşsuyu’ndan inişte sağda kalan bir bölüm de Katolik mezarlığıydı. Bu mezarlık alanına ilk büyük müdâhalenin Topçu Kışlası’nın yapımı için 1803 ve 1804 yıllarında başlandığı biliniyor. Şinâsî’nin 1871 yılında defnedildiği kısmın ortadan kaldırılması için de İstanbul’da Alman İmparatorluğu’nun temsilcilik binası için yer arayan Alman mimar Goebbels’in Taksim tepesinde boş bir alanı keşfettiği tarihi verebiliriz. Burada çok sayıda mezar bulunmasına karşın Goebbels sonunda Osmanlı’yı iknâ eder ve yaklaşık 10.000 metre karelik alanı dönemin Alman para birimiyle 95.000 talente satın aldırtır. Sefâret Sarayı’nın yapımına sadece Silâhdâr Ali Ağa ve ailesinden bazı şahısların mezarların korunması koşuluyla ama diğer mezarların ortadan kaldırılmalarıyla 1874 yılında başlanmıştır. Ayas Paşa’dan Dolmabahçe’ye kadar uzanan bölgenin denize doğru olan aşağı tarafındaki kalan mezarlar ise Sultan Abdül Mecid döneminde Dolmabahçe Sarayı’nın inşâsı için 1843 yılından itibâren kademe kademe kaldırtılmıştı. Mezarlığın alt tarafına sarayın ahırları inşâ edilmiş, ahırların karşısındaki yamaca da bir tiyatro yapılmıştır. Yapımı Sultan Abdül Azîz döneminde 1862 yılında tamamlanan Gümüşsuyu Kışlası ile Gümüşsuyu Askerî Hastahânesi de mezarlığın bir kısmı üzerine inşâ edilmişlerdi. Mezarlık alanına bir darbe de İttihad ve Terakki döneminde Cemal Paşa tarafından vurulur ve mezarlıktan toplanan kemiklerin bir kısmını başka yerlere nakledilir. Onun bitiremediği işi 1912 yılında Cemil Topuzlu Paşa tamamlayıp, Ayas Paşa Mezarlığı’nın iskâna açılmasının yolunu hazırlar. Bütün müdâhalelere rağmen 1915 ile 1917 yılları arasında İstanbul’un balondan çekilen hava fotoğraflarında bu mezarlığın hâlâ servilerle kaplı çok büyük bir sahayı kapladığı görülmektedir. Mezarlığın Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki vaziyet planı için Pervititch’in 1926 tarihli haritasının 30’uncu paftasına bakılabilir. Alman Sefâreti Sarayı ile bugünkü The Marmara Taksim Oteli’nin az ilerisinde yer alan ve sonraları İstanbul Kulübü olarak kullanılan Osmanlı Bankası’nın müdür konağının yapımları sırasında başlayan ve yıllarca süren tartışmalar mezarlık arazisinin 1933 yılında belediyeye devredilmesinden sonra da devâm etmiştir. Vakıf mütevellisi Selâhattin Molla Bey’in azlinin ardındansa mezarlık bütünüyle ortadan kaldırılmaya başlanacaktır. Mezarlık, 1933 yılında kalan 392 mezarlarla birlikte Evkaf İdâresi’nden İstanbul Belediyesi’ne devredilmiştir. Vakıflar İdâresi’nin gazetelerde verdiği satış ilânlarına nazaran satılacak arazinin mezarlık olduğundan hiç bâhsedilmeden imara açıldığı anlaşılmaktadır. Bu mezarlıktaki mezar taşlarının kitâbeleri 19’uncu yüzyılın sonlarında “Kamûs-ı Meşâhir” Fındıklılı İsmet Efendi tarafından tesbit edilmiş olmasına rağmen, onun bu pek değerli eseri maalesef yayımlanamadan yazarın ahşap eviyle birlikte 1314 ( 1896 ) yılında Fındıklı Yangını’nda kül olmuştur. Mezarlıkta medfun kişilerden bazılarının mezar taşları sonradan Fazıl Ayanoğlu’nun çabalarıyla tesbit edilmiştir. Tarihçi Fındıklılı Silâhdar Mehmed Ağa ve Şinâsî gibi pek çok ünlü kişinin gömülü olduğu bilinen mezarlığın en eski fotoğrafıysa Ma’lûmât dergisinin 29 Teşrîn-i Evvel 1324 tarihli nüshasında yayımlanmıştır. 1980 yılının başlarına kadar Gümüşsuyu’na inen yokuşun sağ başında hâlâ birkaç mezar bulunduğunu anımsıyorum. Ancak buraya da bir iş hanı inşâ edildi ve Ayas Paşa Mezarlığı’nı artık hiçbir izi kalmayacak şekilde tarihten sildik.

Ebüzziyâ Tevfik’in yazdıklarına nazaran Şinâsî’nin defnedildiği yeri tahminen söyleyebiliriz. Onlar Kazancı Yokuşu’ndan meydana çıkıp sağa dönmüşler ve 100 adım kadar ileride cepheye tesadüf eden mezarlık kapısından girip, sağ tarafı takip ederek “şimdiki hâriciye nâzırlarına tahsis edilmiş konağın tam karşısında” cenâzeyi yere indirmişlerdir.

Onun “hariciye nâzırlarına tahsis edilmiş konak” dediği yapı, esasında İtalya Büyükelçisi Baron Blanc’ın 60 odalı konağıydı. Bu konak Sultan II’nci Abdül Hâmid tarafından 19.000 altına satın alınarak Hariciye Nâzırı Tevfik Paşa’ya verilmişti. Tevfik Paşa İsviçreli mürebbiye Elisabeth Tschumi ( Afife Okday ) ile Atina’da tanışıp 8 Şubat 1907 günü evlenmişti. Tevfik Paşa Londra’ya sefir olarak atanınca bu konakta önce bir süre Hâriciye Nâzırı Rıfat Paşa ikamet eder, ardından da Asım Bey tarafından kullanılır. Konak 1911 yılında Hâriciye Nâzırı Asım Bey’in zevcesinin dikkatsizliği sonucunda yanar. Birinci Dünya Savaşı çıkınca yurda dönen Tevfik Paşa eskiden kâtiplerin oturduğu ve yangında zarar görmeyen kârgir müştemelâta yerleşir. Konağı otele dönüştürme fikri Tevfik Paşa’nın İsviçreli eşi Elisabeth Tschumi tarafından ortaya atılmıştır. 1922 yılındaysa ilk otel projesi çizilir. 1930 yılında Tevfik Paşa’nın oğullarından Ali Nuri Bey burada Miramare isimli bir otel açar. Yapı 1934 yılında Tokatlı lokanta ve pastahânelerinin sâhibi 1891 doğumlu Aram Hıdıryan’ın mülkiyetine geçer ve onun tarafından Park Otel ismiyle işletilmeye başlanır. Artık 213 odalı bir oteldir. Yahya Kemal bu otelin 165 numaralı odasında 16 yıl boyunca Aram Efendi’nin konuğu olarak kalacaktır. Adnan Menderes’in oda numarasıysa 205’tir. Aram Efendi 1971 yılında vefât edip, Şişli Ermeni Mezarlığı’na gömüldü. Ebüzziyâ Tevfik Bey, Şinâsî’nin mezarını buranın “tam karşısında” ve yolun hemen üstünde olarak tarîf ediyor. Onun tarîf ettiği bu yere sonradan Park Palas ( No. 23 ), Kunt Apartmanı ( No. 25 ) ve Ayas Paşa Palas ( No. 27 ) isimli apartmanlar inşâ edildiler. Esmâ Hanım’ın ve Şinâsî’nin mezarları bu 3 apartmandan birinin altında olmalıydılar. Onun 1269 yılında vefât eden annesi Esmâ Hanım’ın yanına defnedildiğini biliyoruz.

Cenâzedekiler
Şinâsî’nin cenâzesinin kaldırılmasını Nâmık Kemâl’den recâ eden Mustafa Fâzıl Paşa’nın kethüdasından Mehmed Hamdi Efendi’dir. Mustafa Fâzıl Paşa Sultan Abdül Azîz’e muhâlefetin parasal destekçisiydi. Onun imzasıyla La Liberté isimli gazetenin 7 Mart 1867 günlü nüshasında Sultan Abdül Azîz’e hitâben bir mektup yayımlanmıştır. Mustafa Fâzıl Paşa sözkonusu mektubunda memleketin batışını önleyecek bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Bazı araştırmacıların “şark despotizmi” karşısındaki ilk “burjuva demokratik talepler” olarak değerlendirdikleri bu mektup, İstanbul’daki Jean Pietri’nin matbaası vasıtasıyla 18 sayfalık bir risâle olarak da binlerce adet basılır. Sözkonusu risâleyi İstanbul’da dağıtanların başında Şinâsî’nin cenâzesine katılanlardan Ebüzziyâ Tevfik ve sermürettib Rıza ile birâderi Rifat da bulunuyorlardı. Bunların hepsi Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin taraftarlarıydılar.

Ebüzziyâ Tevfik’in Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kuruluşunu önce Belgrad Ormanı’nda Nâmık Kemâl’in de katıldığı bir kır gezisine, ardındansa Sağır Ahmed Şükrü Beyzâde Mehmed Emin Bey’in evindeki toplantıya dayandırması uzunca bir müddet devâm eden bilgi kargaşasına neden olmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin Avrupa’da kurulduğu ve İstanbul’da sadece birkaç toplantı yaptıkları husûsuysa Kaya Bilgegil tarafından açıklığa kavuşturulmuştur ( Yeni Osmanlılar, s. 530, 1967 ). Cemiyetin kurucuları olarak Sağır Ahmed Şükrü Beyzâde Mehmed Emin Bey, Menâpîrzâde Nûri Bey ve Kayazâde Reşad Bey gösterilmektedirler. Bu isimler hakkında Serol Teber’in Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler ( De Yayınevi, 1986 ) isimli kitabı yayımlandığında çok konuşulmuşsa da, maalesef arşiv kayıtlarına nazaran itibâr edilecek mâhiyette bir eser değildir.
Ailesi
Şinâsî’nin tam ismi İbrâhim Şinâsî’dir. Ebüzziyâ Mehmed Tevfik’in Numûne-i Edebiyyât-ı Osmâniyye isimli eserinin 1308 baskısında doğum tarihi 1242 yılı ( s. 214 ), 1329 baskısındaysa 1240 yılı ( s. 226 ) olarak belirtilmiştir. Bunlar hiçbir belgeye dayanmamalarına karşın, bütün kaynaklarda Ebüzziyâ Mehmed Tevfik’in verdiği bu iki tarih, yani 1824 ile 1826 yılı onun doğumuna esâs alınmaktadır. Bedri Mermutlu ise Basiret gazetesinde Şinâsî’nin vefâtı üzerine çıkan bir yazıdan hareketle, şâirin doğum tarihinin 1243 yılı olması gerektiğini iddia etmiştir ( Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinâsî, s. 25, 2003 ). Şinâsî hayattayken yayımlanan Tezkire-i Hâtimetü’l-eş‘âr‘da ( 1271 ), şâirin Tophane’de doğduğu belirtilmiştir. Kamusü’l Alâm‘da ise Tophane civârı ifâdesi bulunuyor. Ahmed Rasim Matbû’ât Tarihine Medhalden İlk Büyük Muharrirler külliyâtının 9’uncusunda ( Yeni Matbaa, 1927 ) Şinâsî’nin oğlu Hikmet Şinâsî’nin kendisine pederinin Tophane’deki Boğazkesen’de doğduğunu söylediğini belirtmiştir. Osmanlı döneminde Cihangir, Fındıklı, Kabataş, Ayas Paşa ve Taksim mahalleri Tophane merkezli olarak anılmaktaydı. Vefât ettiği Sormagir Mahallesi’nin esâs itibâriyle Beyoğlu ve Taksim merkezli kayıtlara geçmesiyse Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasındadır. Şehrin idarî açıdan yeni taksîmâtında İstanbul’un 3 livaya, bunlardan Beyoğlu Livası’nın da 15 şubeye ayrıldığı görülür. Beyoğlu Livası’nın Taksim Şubesi Ayas Paşa, Cihangir, Firuz Ağa, Sormagir ve Pürtelaş Hasan Bey mahallelerinden oluşuyordu. Sormagir Cihangir’e bitişik havadâr bir mahalleydi. Onun Sormagir’deki vefât ettiği hâne de mahallenin kuzey yönünde ve büyükçe bir bahçenin içinde bulunuyordu. Eski Alman Hastahânesi’nin arka bahçesine pek yakındır. Ziyad Ebüzziyâ Şinâsî isimli eserinde vefât ettiği evi onun 1277 ( 1860 ) yılında satın aldığını belgelerle tesbit ettiğini belirtmesine rağmen, kitapta maalesef iddiâya mesned olabilecek bir belge gösterilmemiştir ( İletişim Yayınları, s. 336, 1997 ). Oysa, Nâzikter Hanım’ın kocasının hokkası için “ben kendisiyle evlenip de bu eve geldiğim günden beri yeşil hokkayı tanırım” ifâdesine nazaran, Nâzikter Hanım Sormagir Mahallesi’ndeki eve gelin gelmiştir. Şinâsî zevcesi Nâzikter Hanım ile 1277 yılından önce evlendiğinden, Ziyad Ebüzziyâ’nın “Şinâsî vefât ettiği evi 1277 yılında satın almıştır” iddiâsı şüpheli hâle gelmektedir. Aynı eserde annesinin Cihangir semtinde 1247 yılının Recep ayında bir ev satın aldığından da bahsedilmektedir ama bu iddiâ da belgesizdir ( s. 20, 1997 ).

Bazı belirsizlikler Şinâsî’nin pederi hakkında da bulunuyor. Pederinin isminin Mehmed olduğu tereke tesbitindeki “İbrâhim Şinâsî Efendi b. Mehmed” isim künyesinden kesinse de, onun Bolulu mu, Bitlisli mi yoksa Taşköprülü mü olduğu husûsunda emin değiliz. Sicill-i Osmanî‘de Şinâsî’nin pederine nazaran Bitlis asıllı olduğu belirtilirken ( C. 5, s. 1601, 1996 ), Bursalı Mehmed Tâhir Efendi Osmanlı Müellifleri isimli eserinde pederinin Bolulu olduğunu ve Sicill-i Osmanî‘deki Bitlis kaydının hiçbir vesikaya dayanmadığını ifâde etmektedir ( C. 2, s. 404, 1972 ). Bazı kaynaklarda Mehmed Ağa olarak zikredilen pederinin “topçu yüzbaşısı” olduğu belirtilmektedir ki, onun pederinden Mehmed Ağa olarak bâhseden ilk kişi Faik Reşit Unat olmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi‘nin Âlim Kahraman tarafından kaleme alınan “Şinâsî” maddesinde de, Mehmed Ağa’nın “topçu yüzbaşısı yahut topçubaşı” olduğu belirtilir ( C. 39, s. 166, 2010 ). Topçubaşı ünvan ve rütbesinin Yeniçeri Ordusu ile birlikte 1826 yılında kaldırıldığını, Yeniçeri Ordusu’ndan sonra kurulan yeni orduda yüzbaşı ve topçubaşı rütbelerinin bulunmadığını ve bu yüzden Şinâsî’nin pederinin yüzbaşı veya topçubaşı olamayacağının iddiâ edenler de bulunmaktadır. Oysa, Yeniçeri Ordusu kaldırıldıktan sonra yerine kurulan Asâkir-i Mansûre Muhammediye’de ve onun dayanağı olan Fî Gurre-i Z 1241 ( Temmuz 1826 ) tarihli Asâkir-i Mansûre Muhammediye Kanûnnâmesi’nde yüzbaşı ve topçubaşı rütbeleri vardır. Bu kanûnnâme Hamza Keleş tarafından Kastamonu Eğitim Dergisi‘nde yayımlanmıştır ( C. 14, S. 1, S. 227 – 240, 2006 ). Merâk edenler dergiden bakabilirler. Şinâsî’nin pederinin 1828 – 1829 savaşında Şumnu Kuşatması esnâsında şehit düştüğü husûsuysa Osmanlı Müellifleri‘nde geçmiyor. Oysa annesine Paris’ten yazdığı 30 Kanûn-i Sâni 1262 günlü mektubunda “Felek müsâade ederse rahmetli pederimin kemiklerini İstanbul’a getireceğim” ifâdesi, babasının Şumnu Kuşatması’nda şehit düştüğü husûsunu dolaylı şekilde doğrulamaktadır. Şinâsî hayattayken yayımlanan ve “Fatin Tezkiresi” olarak bilinen Tezkire-i Hâtimetü’l-eş‘âr‘da ( 1271 ) annesinden bahsedilirken, nedense babasına hiç değinilmemesi ise dikkat çekicidir. Mehmed Tâhir Efendi ise bir isim vermeden sadece onun bir “topçu yüzbaşısı” olduğunu yazmıştır ( C. 2, s. 404, 1972 ). Hikmet Dizdaroğlu ise Şinâsî’nin pederinin Bolu’nun Aşağı Soku köyünden olduğunu iddiâ etmişse de, bunu belgeleyememiştir ( Varlık Yayınları, s. 3, 1954 ).

Annesi Esmâ Hanım’ın vefât tarihi 1269 ( 1852 / 1853 ) yılıdır. Bu tarihi Şinâsî yazdığı için emîniz. Şinâsî annesinin vefâtı için “Âlemi kıldı fedâ vâlidem Esmâ Hanım 1269” kaydını düşmüştür. Mehmed Tâhir Efendi Esmâ Hanım’ın İstanbullu olduğunu belirtir ( C. 2, s. 404, 1972 ). İsmail Hakkı Danişment de Osmanlı Tarihi Kronolojisi‘nde Esmâ Hanım için İstanbullu olduğu bilgisini vermiştir ( C. 4, s. 237, 1995 ). Şinâsî annesine pek düşkündü. Onun 30 Kanûn-i Sâni 1262 ( 11 Şubat 1847 ) günlü mektubundan Esmâ Hanım’ın “bir yıldır hasta” olduğunu öğreniyoruz. Bu mektuba nazaran Esmâ Hanım hastalanmasından 6 veya 7 yıl kadar sonra vefât etmiştir. Şinâsî annesinin vefâtından sonra muhtemelen 1273 veya 1274 yılında Saraylı Nâzikter Hanım ile evlenir. Onun isim künyesi “Nâzikter bint-i Abdullah” şeklindedir. İsim künyesindeki “bint-i Abdullah” ifâdesi genellikle mühtediliğe işâret etmekle birlikte, ebeveyni bilinmeyen câriyeler için de “bint-i Abdullah” kaydı kullanılmaktaydı. Nâzikter Hanım’ın Saraylı olduğunu bildiğimizden onun “Nâzikter bint-i Abdullah” isim künyesini bu açıdan okumalıyız. Şinâsî ile Nâzikter Hanım’ın evliliklerinden Hikmet Şinâsî isimli bir oğulları dünyaya gelmiştir. Hikmet Şinâsî 1275 ( 1859 ) doğumludur. Ebüzziyâ Tevfik’in yazdığına nazaran, Nâzikter Hanım kocası 27 Aralık 1864 günü Paris’e kaçtıktan sonra, 1867 yılında, onu İstanbul’a dönmeye mecbûr etmesi için Fuad Paşa’ya bir istirhâmnâme yazar. Şinâsî Fuad Paşa’nın ısrarları üzerine İstanbul’a döner ama zevcesinin kendisinden habersiz istirhâmı nedeniyle onurunun kırıldığını hisseder. Bu yüzden hânesinin semtine dahi uğramaz, eski ahbabı Jean Pietri’nin matbaasında yatıp kalkar, sonunda Müftü Ebubekir Efendi ile Sormagir İmamı’nı davet edip, onların huzûrunda zevcesinden boşanır ve mehr-i müecceli olan 40.000 kuruşu tediye ettiği gün vapura binip Marsilya yoluyla yeniden Paris’e döner. Onun İstanbul’a gelişi, Nâzikter Hanım’ı boşaması ve yeniden Paris’e dönüşü sadece 5 gün içinde gerçekleşmiştir.

Şinâsî’nin terekesinin kassâmlık marifetiyle tahrîrindeyse, merhûmun Nâzikter Hanım ile boşanmasının tarihi 17 Şubat 1865 olarak ortaya çıkıyor. Ebüzziyâ Tevfik’in yazdığının aksine, Şinâsî Efendi Nâzikter Hanım’ı değil, Nâzikter Hanım Şinâsî Efendi’yi boşamıştır. Talip Mert’in “Arşiv Belgelerinde Şinâsî’nin Terekesi ve Oğlu Hikmet’in Serencâmı” başlıklı yazısı bu konuda çok önemlidir. Şinâsî Efendi Paris’teyken eşi Saraylı Nâzikter Hanım bir dava açarak kendisinden boşanmak istediğini beyân etmiştir ve Nâzikter Hanım’ın bu tâlebi Şinâsî Efendi tarafından da kabûl edilmiştir ( Türk Edebiyatı dergisi, S. 542, s. 33, 2018 ).

Nâzikter Hanım kocasını Ebüzziyâ Tevfik’e şu şekilde anlatmıştır:

” Şinâsî Efendi zihnen meşgûl olmadığı vakitler çok neşeliydi. Zihnen meşgûl olduğu vakitlerse çok asabîydi, az konuşurdu. Tabii hâne halkı da ona göre tavır alırdı. Evde kat’a şamata istemezdi. Verdiği emirler gayet kat’i idi. Hiçbir emrinin icrâsız kalmasını istemezdi. Sabahları kalkar kalkmaz gömleğini ve pantolonunu giymek mu’tâdı idi. Hiçbir vakit geceliğiyle oturup dolaştığı görülmemiştir. Bağdaş kurup yazardı. Düşünürken çok gezinir ve ucu ucuna sigara yakardı. Bu sırada kendisine lâkırdı söyletmezdi.”

Nâzikter Hanım şöyle devâm ediyor:

” Kâğıda, kaleme ve mürekkebe hiç itinâ etmezdi. Şu gördüğünüz yeşil hokkayı Paris’te tahsîlini bitirip de döndüğünde Firuz Ağa’daki attârdan almış. Ben kendisiyle evlenip de bu eve geldiğim günden beri bu hokkayı tanırım. Kalemini elde tutulamayacak kadar küçülmedikçe yenilemezdi. Hüsn-i hattı yoktu; yazısı kırık dökük idi. Fakat her kelimenin hak-ı hurûfunu tamamiyle ifâ ettiğinden mürettipler okumakta zahmet çekmezlerdi.”

Ebüzziyâ Tevfik’in yazdığına nazaran, Şinâsî vefât ettiğinde, Nâzikter Hanım kalben kendisine küskündür. Ebüzziyâ Tevfik, ahbabının, Sultan II’nci Mahmûd’un ikbâllerinden Tiryâl Hanım’ın hizmetinde yetişmiş olduğu hâlde kocasının gaybûbeti müddetince velînîmetinin sarayına bile gitmemiş olan bu nâdir güzeli boşamasını pek haksız bulmaktadır. Nâzikter Hanım’ın kocasının hastalık derecesinde evhâmlı ve asabî kişiliğinin ve de kibrinin kurbanı olduğunu îmâ eder.

Talip Mert, sicill-i ahvâl defterlerine nazaran 1275 doğumlu olan oğulları Hikmet’in rüşdiyeden sonra Şinâsî tarafından Mekteb-i Sultânî’ye kaydının yaptırıldığını, ama bu okulu bitiremeyerek 1880 yılında 600 kuruş maaşla Midilli Adası’ndaki Molova şehrine a’şâr başkâtibi olarak atandığını yazar. Talip Mert, ayrıca, Hikmet Şinâsî’nin 1899 yılında 1.500 kuruş maaşla Şehremâneti Sicil Kalemi Müdür Muâvinliği görevindeyken, bu kalemin 1909 yılında kaldırılması üzerine 750 kuruş maaşla Mektubî Kalemi’nde çalışmaya başladığını, 1913 yılında terfi alarak maaşının 1.000 kuruşa yükseltildiğini ve 1914 yılında maaşının yeniden 1.500 kuruş olduğunu da belirtir ( Türk Edebiyatı dergisi, S. 542, s. 34, 2018 ). Buna karşın Hikmet Şinâsî’yi yakından tanıyan Ahmed Rasim, onun memuriyet hayatından hiç bâhsetmez, Hikmet Şinâsî’nin bütün ömrünün İkdam, Sabah ve Tercümân-ı Hakîkat gazetelerinde musahhihlik ile geçtiğini yazar. Ortada bir tenâkuz mevcût. Bu nedenle Hikmet Şinâsî hakkındaki bilgilerin yeniden gözden geçirilmesinde fayda bulunuyor. Ahmed Rasim’e göre musahhih Hikmet Şinâsî, işrete pek düşkün, o da pederi gibi titiz, mütevehhim ve en ufak şeylerden alınıp gücenen bir kişidir; “asabî bir hastalık” olan bu titizliği, vefâtına yakın senelerde hadd-i gâyeye varmıştır. Onun tuhaf huyları olduğunu ve babası hakkında pek konuşmadığını biliyoruz.

Miras vasiyeti ve Borçları (Terekesi)
Şinâsî’nin vefâtından sonra, oğlu Hikmet Şinâsî’nin henüz küçük olması nedeniyle, terekesinin kassâmlık marifetiyle 30 Eylül 1871 günü tahrîri kararlaştırılmıştır. 1865 yılında boşadığı eşi Nâzikter küçük Hikmet’e vasî ve Müftü Ebubekir Efendi b. Ömer de nâzır tayin edilmiş olduklarından, tereke onların huzûrlarında tahrîr olunur.

Mirasın kayda geçirilmesi için kassâm defteri tutulurdu. Kassâm, mirasçılar arasında mirası taksîm eden ve küçüklerin haklarını koruyan şerîat memurudur. Kassâm defterlerinin, tereke defterleri, muhallefat defterleri ve metrukât defterleri gibi farklı isimlerle de anıldıkları görülmektedir. Bu kassâm defterleri belirli bir yöntem ve belirli bir sıra ile tutulurlardı. Önce vefât eden kişinin isim künyesi baba ismi ile birlikte yazılır ve müteveffânın kısaca tanıtımı yapılırdı. Onun isim künyesi “İbrâhim Şinâsî b. Mehmed” şeklinde yazıldığından, pederinin isminin Mehmed olduğu da araştırmacılar için bu suretle kesinleşmiştir. Ardından mirasçılara geçilirdi. Tek mirasçısı oğlu Hikmet Şinâsî’dir. Yaşı küçük olduğundan annesi Nâzikter Hanım ona vasî tayin edilmiştir. Nâzikter Hanım’ın isim künyesi ise “Nâzikter bint-i Abdullah” olarak kassâm defterine yazılmıştır. Künyelerden sonraysa usûl gereği terekenin sayımı ve kıymetlendirilmesi yapılarak deftere geçirilmiş ve tarih atılmıştır.

Terekede önce kitapların yazılması esâstır. 1859 yılından sonraki kassâm defterlerinde İstanbul’da sadece 22 kitap müzâyedesinin yapıldığı saptanmıştır ( Said Öztürk, İstanbul Tereke Defterleri, s. 174 vd., 1995 ). Bunlardan biri de Şinâsî’nin terekesindeki kitaplar için yapılan müzâyededir. Şinâsî’nin terekesindeki kitapların tahrîrinden önce Mustafa Fâzıl Paşa’nın Çamlıca’daki köşkünde Paşa’nın Ebüzziyâ Tevfik’e talîmâtını bilmekte fayda bulunuyor. Günümüze göre tarîf edersek, bu köşk Kısıklı Caddesi’nin üzerinde ve eski Millet Bahçesi’nin alt kapısının sağ tarafındaydı. Mustafa Fâzıl Paşa Köşkü’nün sağ gerisinde Şehzâde Seyfeddin Efendi Köşkü, Sarıkaya Mezarlığı istikametindeki arkasında Gümrükçü Osman Paşa Köşkü, Millet Bahçesi’nin sol tarafındaysa Hâfız Paşa Köşkü, Mabeynci Ziver Bey Köşkü ve Hasan Fehmi Paşa Köşkü; Millet Bahçesi’nin hemen arkasındaki Sarıkaya Mezarlığı’nın sağ tarafında Esma Sultan Kasrı, sol tarafındaysa Tunuslu Mehmed Paşa Köşkü bulunuyordu. Mustafa Fâzıl Paşa’nın ve Şehzâde Seyfeddin Efendi’nin köşkleri, Gümrükçü Osman Paşa’nın arazisinden satın alınan yerlere inşâ edilmişlerdi. Abdülhak Şinasi Hisar’ın ifâdesiyle “ismi bile kadifeli bir servet ve ihtişâm hatıra getiren” Mustafa Fâzıl Paşa Köşkü maalesef sonradan yıktırılarak 40 dönümlük arazisi 1948 yılında satışa çıkartılmıştır. Bir dönemin Moran Lisesi işte bu arazinin üzerine inşâ edilir. Ancak o da yıkıldı ve yerine bir iş hanı yapıldı.

Mustafa Fâzıl Paşa kendisini Nâmık Kemâl ile birlikte ziyarete gelen Ebüzziyâ Tevfik’e Çamlıca’daki köşkünde şunu söyler:

” … Cuma günü Şinâsî merhûmun terekesi icrâ olunacakmış. Orada bulunacaksın. Merhûmda birkaç parça kitabım vardı. Şüphesiz kitapları meyânındadır. Yûnus Efendi pusulasını versin, onlar terekeye idhâl edilecek. Sen mezâtta benim nâmıma artıracaksin. Müzâyede hasmâne de olsa kitaplar senin üzerinde kalmalıdır. Bu suretle çocuğa bir hizmet edilmiş olur.”

Ebüzziyâ Tevfik ertesi gün kitapların pusulasını Yûnus veya Yusuf Efendi’den alır. Pusulada kitapların hizâlarına vaktiyle kaç kuruşa satın alındıkları yazılmıştır. Terekenin kassâmlık marifetiyle tahrîrinin karalaştırıldığı gün Ebüzziyâ Tevfik merhûmun Sormagir’deki hânesine ikinci defa gider. Kitaplar Şinâsî’nin vefât ettiği odada teşhir edilmişlerdir. Kayserili Mehmed Efendi, Âkif Efendi ve Çırçırlı Hilmi Efendi gibi dönemin meşhûr sahhafları da oradadırlar. Tahrîr edilen kitaplar şunlardır: Kamûs ( 2 Cilt, 265 kuruş ), Tarih-i Cevdet ( 2 Cilt, 85 kuruş ), Dîvân-i Nevâî ( 600,50 kuruş ), Münacaat-ı Mîr-i Nevâî ( 420,50 kuruş ), Dîvân-ı Sami ( 3 adet, 29 kuruş ), Dîvân-ı Nevâî ( 240,50 kuruş ), Mizânü’l-hak ( 4 adet, 140 kuruş ), Münşeât-ı Âkif Paşa ( 21 kuruş ), Kitabü’l Mesâlik ( 35 kuruş ), Kitab-ı Fevâî ( 45 kuruş ), Risale-i Sebât-ı Azizeyn ( 25 kuruş ), Kitab-ı Kimya ( 30 kuruş ), Kitabü’t Tahlîl ( 26 kuruş ), Miftâhu’r Rahme ( 80,50 kuruş ), Kitab-ı Akrabâ-i Din ( 16 kuruş ), Fuzûlî Dîvânı ( 40 kuruş ), Hikâye-i Manzume ( 50 kuruş ), Mîzanü’l Hak ( 30 kuruş ), Münşeât-ı Nâbî ( 16 kuruş ), Mizanü’l Edeb Tercümesi ( 15 kuruş ), Şerh-i Misbah ( 6 kuruş ), Hikâye-i Leylâ-i Mecnûn ( 10 kuruş ), Kitâb-ı Şâfiye ( 15 kuruş ), Mizânü’l Adl ( 6 adet, 36 kuruş ), Ravzatü’ş Şühedâ ( 50 kuruş ), Dîvân-ı Hâkânî ( 75 kuruş ), Dîvân-ı Devletşâh ( 45 kuruş ), Tarih-i Kırım ( 140 kuruş ), Niyazi Dîvânı ( 10 adet, 35 kuruş ), Dîvân-ı Rûşenî ( 3 adet, 49 kuruş ), Esmâü’l Hüsnâ Şerhi ( 3 adet, 21 kuruş ), Pend-i Attar Şerhi ( 80 kuruş ), Siyer-i Nebi ( 7 adet, 90 kuruş ), Dîvân-ı Nef’i ( 10 adet, 30 kuruş ), Rûz-i Nigâh ( 6 kuruş ), Mu’cemü’l Büldan Tercümesi ( 21 kuruş ), Tarifnâme-i Subeş ( 5 kuruş ), Durûb-i Emsâl ( 20 kuruş ), Lügat-ı Bianchi ( 6 Cilt, 659 kuruş ), Kitabü’l Benât ( 15 kuruş ), Kitabü’t Tabiiyye ( 16 kuruş ), Coğrafya ( 16 kuruş ), Harita ( 40 kuruş ), Zeyl-i Harita ( 35 kuruş ), Lügat-ı Ermeni ( 30 kuruş ), Lügat-ı Landa ( 50 kuruş ), Usûl-i Hendese ( 6 adet, 21 kuruş ), Lügat-ı Latin ( 26 kuruş ), İlm-i Hayvanat ( 5 kuruş ), Mûsikî ( 4 adet, 20 kuruş ), Lügat-ı Rusya ( 15 kuruş ), Lügat-ı Macar ( 11 adet, 71 kuruş ), Mûsikî ( 15 kuruş ) ve Harita ( 50 kuruş ). Bu kitapların arasına 5 adet mûsikî takımı ( 22 kuruş ) ve bir mikdar evrak-ı perîşân da ( 31 kuruş ) dâhil edilmişlerdir. Talip Mert tarafından yayımlanan bu listeyi özellikle alıntıladım ( Türk Edebiyatı dergisi, S. 542, s. 30 ve 31, 2018 ); çünkü bu resmî belge Ebüzziyâ Tevfik’in tanıklığını hayli şüpheli hâle getirmektedir. Ebüzziyâ Tevfik, Ali Şîr Nevâî külliyâtını 7.000 kuruşa, “Kabûsnâme” ile birkaç kitabı 1.500 kuruşa, “İran-ı Kadîm Tarihi” isimli eseri 700 kuruşa Mustafa Fâzıl Paşa hesabına aldığını yazar. Terekedeki kitap listesine bakıldığında sadece kitaplar husûsunda bir tenakûzun ortaya çıkmadığı, 56 kalem olarak yazılan kitapların satışlarının toplamının da ancak 4.079 kuruşu bulduğu görülecektir.

Terekeden Ebüzziyâ’nın 3.148 kuruşluk, Nâmık Kemâl’in 90 kuruşluk ve Melek Bey’in 30 kuruşluk eşyâ ve kitap aldıkları anlaşılıyor. Ebüzziyâ’nın bu kitapların büyük bir kısmını Mustafa Fâzıl Paşa hesabına satın almış olmalıdır.

Şinâsi’nin kitaplar dışındaki ev eşyâsı kassâm defterine 50 kalem ve 206 parça olarak yazılır. Satılan ev eşyâsının dökümü için Talip Mert’in yayımladığı listeye bakılabilir ( Türk Edebiyatı dergisi, S. 542, s. 31 ve 32, 2018 ). İnsanın ruhunu üşüten bir fakr u sefâlet. Bu ıvır zıvır 15.066 kuruşa satılmıştır. Şinâsî’nin Beşir Ağa Tekkesi civarındaki yerinde bulan kitaplar, gazeteler ve matbaa eşyâsıyla birlikte terekesinin toplamı giderler düşüldükten sonra 59.974 kuruşa baliğ olmuş, bu 59.974 kuruşa mahsûben küçük Hikmet’e babasının terekesinden 3 cilt kâmus ile bir takım Fransızca kitaplar satın alındıktan sonra, kalan 43.690 kuruş bir tahta sandığa konarak mühürlenmiş ve emânete bırakılmıştır.
[16:27, 10.01.2021] Hakan Kısa: Geçmişimizdeki yazarlar dizisine devam edeceğiz.
[16:27, 10.01.2021] Hakan Kısa: Nobelde vefa olmaz

Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Louise Glück’ün ajansı “El Chacal” şairenin İspanya’da yayınlanmış kitaplarını geri çekmek için harekete geçti. Valencia’da faaliyet gösteren editoral Pre-Textos adlı yayınevi Amerikalı şairenin 11 kitabından yedisini o daha tanınmadan önce yayınlamıştı.

El Chacal, adı üstünde, şimdi çakallık yapıyor. Temsil ettiği kalem Nobel aldı ya, etrafa saldırıp azami kazanç elde edecek… Bundan Glück’ün haberi olmalı.

Ruhani şaire adına konulan ödül trans yazara verildi

Juana Ines de la Cruz (1651-1695), Meksikalı rahibe ve şaire. Hispanik dünyanın önemli klasik şairlerinden. Kısa ömrünün yarısını bir manastırda geçirmiş olduğu halde güçlü dizeleriyle kadının özgürleşmesi yolunda mücadele etmiştir. 1993 yılından bu yana adına edebiyat ödülü verilmektedir.

Bu yılki ödül bir trans bireye değer görüldü. Arjantinli trans yazar Camila Sosa Villada, “Las Malas” (Kötüler) adlı romanıyla bu prestijli ödülün sahibi oldu.

Aynı zamanda tiyatro ve sinema oyuncusu olan 1982 doğumlu Villada iyi bir kalem.

Shakespeare zor durumda!

Bilenler bilir, Shakespeare and Company, Paris’te Notre-Dame’ın karşısında İngilizce kitaplar satan bir kitapçıdır. Yetmişi yıldır Yaklaşık okurların ve de yazarların buluşma yeri olmuştur.

Pandemi sürecinde bu güzel mekân ıssızlaştı. Kitabevleri malum geçim ekonomisine ait işletmeler, gelen giden kesilince maddi olarak dönmeleri mümkün olmuyor. Kapanma söz konusu. Kitabevini işletenler sonunda çareyi bir yardım kampanyası düzenlemekte buldular. “Shakespeare and Company Friends” başlıklı kampanya ilgi gördü. Hissedarlardan David Delannet (kitabevinin kurucusu George Whitman’ın kızı Sylvia Whitman ile evli), “Bir aşk dalgası oldu,” diyor. İlk gün 5000 sipariş almışlar.
[16:27, 10.01.2021] Hakan Kısa: KÖY ENSTİTÜLERİ – PAMUKPINAR KÖY ENSTİTÜSÜ – TARIM ÖĞRETMENİ ÖMER YURDUGÜL (Ziraat Ömer)
(Pamukpınar Yerleşkesi)
Köy Enstitüleri-Kırsal Kalkınma konulu çalışmamda yaptığım araştırma, inceleme ve görüşmelerde; Pamukpınar Köy Enstitüsü (KE) ve İlk Öğretmen Okulu (İÖO) mezunlarının anı ve anlatımlarında, Ziraat Ömer lakaplı Tarım Öğretmeni Ömer Yurdugül’ün ‘özel bir yeri’ olduğu dikkatimi çekiyordu. Pamukpınar’da 1943-70 yılları arasında kesintisiz 27 yıl tarım öğretmenliği yapan, adeta ismi Pamukpınar’la özdeşleşen Köy Enstitülerinin isimsiz kahramanlarından olan Ömer Yurdugül öğretmenin çabalarını ve yaşamını kısaca okura yansıtmanın yararlı olacağını düşündüm. İstedim ki; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le AOÇ de yolları kesişen, Pamukpınar’da 4.000 in üzerinde öğretmen yetiştiren, kurduğu kavaklık, çamlık ve meyve bahçelerinde yüz binlerce fidanda izi, teri bulunan ZİRAAT ÖMER ve öğrencilerinin varlığı bilinsin… Şimdilerde yaşları 70-95’e ulaşan ‘ak saçlı öğrencilerinin’ anlatımlarında da yer aldığı üzere; Yurdugül’ün, Köy Enstitüleri Eğitim Sistemine olan inancı ve Mustafa Kemal Atatürk’e, Hasan Ali Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç’a yürekten bağlılığının yaşamı boyunca sürdüğü görülecektir.

Pamukpınar’ın efsane Tarım Öğretmeni Ömer YURDUGÜL, (1905-1980) Kırşehir doğumludur. 1925 yılında Ankara Ziraat Mektebinden mezun olmuştur. Takiben Atatürk Orman Çiftliği’nde (AOÇ) uzun süre görev yapmıştır. Bilahare öğretmen diplomasını aldıktan sonra, Kızılcahamam, Kırşehir, Pazarören ve Pamukpınar’da öğretmen olarak görev almıştır. Emekliliğini takiben Sivas’a yerleşmiştir. Öğretmen İffet Hanımla evlenmiş olup, dört çocuk babasıdır. İffet Hanım bir müddet Pamukpınar Uygulama okulunda görev yapmıştır.
Yurdugül öğretmenimizin torunu Nuran HEPER AYYILDIZ Hanımla yaptığımız görüşmede; annesi ve anneannesinin anlatımları ile kendi tanıklıklarını kapsayan aktarımları aşağıda kısaca özetlenmiştir.
-Dedesinin AOÇ deki çalışma döneminde bataklık kurutma çalışmalarının yanında, ‘gül yetiştiriciliğine’ özel ilgi gösterdiği, çeşitli tür de gül yetiştirdiği, çalışmalarının sabahın erken saatlerinde çiftliği ziyaret eden Atatürk’ün de dikkatini çektiğini, onu izlediği ve takdirlerini beyan ettiği belirtilmiştir. Atatürk’ün bir ziyarette dedesine; ‘çocuk umarım yurdu bu güzel güllerle donatırsın…’ ifadesiyle teşvik ettiğini, zaman zaman da köşkte güllerin bakımını yaptığı belirtilmiştir. Bilahare soyadı kanunu çıktığında Ömer Öğretmen ‘Yurdugül’ soyadını almıştır.(1)

-Öğretmen olarak Kırşehir’de çalışırken Pazarören KE’ne atanmış,kuruluş aşamasında 1942 yıl sonuna kadar görev yapmıştır. Pazarören’de başarılı çalışmaları Tonguç tarafından takdir edilen Yurduğül; 25.09.1942 tarihli mektup talimatıyla Pamukpınar KE’ne atanmıştır. Tonguç; vaki mektubunda; ”… müdür ve diğer arkadaşlar senin işlerine dair konuştum. Onlarda mesainden memnunlar. Bu duruma göre seni Pazarören’de uzun müddet bırakmam lazım gelirken, yeni kurulmakta olan bir enstitünün işleri, seni onların başına getirmemizi icap ettirdi. Orası Yıldızeli civarındaki Pamukpınar KE’dür. …Binaenaleyh orada yerleşip uzun müddet kalmak ve orayı iyice imar etmek üzere seni Pamukpınar Enstitüsüne gönderiyoruz…’ açıklamasıyla görevlendirmeyi yapar. (2,3)
-Nuran Hanım’ın, iki enstitünün kuruluş aşamasında görev yapan dedesinin; Hasan Ali Yücel ve Tonguç’la ve çalışma arkadaşları ile yakın ilişkisinden verdiği örnekler, kuruluş aşamasında yönetici-öğretmen ve diğer personelin aileleri ile birlikte gösterdikleri uyum, özveri, mücadele ve dayanışma ruhunun izleri görülmektedir. 1942 yılı başında kuruluş çalışmaları başlayan Pamukpınar KE’ne, Akçadağ KE’de okuyan Erzincan ve Sivas’lı öğrencilerin nakli ve Eğitmen Kursu öğrencileri ile eğitime başlanmıştır. 1942 yıl sonunda öğrencilerinin ifadesiyle ”serçe konacak bir dalın bulunmadığı” Pamukpınar’da göreve başlayan Yurduğül öğretmen, yöneticiler ve diğer öğretmenlerle uyum ve dayanışma anlayışı ile çalışarak Pamukpınar’ın kuruluş ve gelişme dönemlerindeki önderliği dikkati çekmektedir. Bu döneminde bekar bayan öğretmenlerin lojman sorunu nedeniyle evli diğer öğretmenlerin lojmanlarında onlara oda verilerek birlikte ikamet uygulaması, konaklama sorunlarını hafiflettiği ifade edilmiştir. Diğer enstitülerde olduğu gibi kız öğrenci temininde güçlük çekilmesi nedeniyle Tonguç’un da fiilen katıldığı bir kısım köy ziyaretlerine İffet Hanım da katılarak ailelerin iknasında çaba gösterdiği ifade edilmiştir. Bu ziyaretlerden olumlu sonuç alınması kız öğrenci sayısının artması ve öğretmen eşlerinin kız öğrencileri sahiplenmesi üzerine; Hasan Ali Yücel ve Tonguç, İffet Hanımın hazırladığı bir akşam yemeğinde memnuniyetlerini ifade ettikleri belirtilmiştir. Diğer öğretmen eşleri ile birlikte eşi İffet Hanım; gerek kız öğrencilerin kılık kıyafetlerinin dikimi ve bakımı vd. sorunların çözümü ile yemekhane-revir hizmetlerine imece usulü ile destek olmaları, sorunların hafiflemesinde etken olduğu görülmektedir. Pamukpınar’da Köy Enstitüleri idealine gönülden inanmış okul idaresi ile öğretim kadrosunun aileleri ile birlikte dayanışma yaklaşımının ‘bir aile ortamında’ olduğu, kurulan ilişkilerin tayinlerden sonrada sürdüğü özellikle ifade edilmiştir. Annesi Mualla Hanımın Pamukpınar 1944 mezunu babası Abdullah Ayyıldız’la evlendiğini belirtmiştir.
Sivas Öğretmen Okulu mezunu olan Nuran Hanım; gerek öğrencilik yıllarında gerekse meslek yaşamında dedesinin öğrencisi yüzlerce öğretmenle karşılaştığını, çok ilgilerini gördüğünü ve dedesine gösterilen saygı ve vefayı görmekten mutlu olduğunu ‘özellikle’ ifade etmiştir.

Pamukpınar KE de 1943-46 yılları arasında Eğitimbaşı olarak görev alan Osman YALÇIN; Yıldızeli’nin bir özelliğinin de kışlarının çok soğuk ve karlı olduğunu belirterek, göreve başladığı dönemde ”koşulların diğer enstitülerden daha ağır olduğunu” özellikle vurgular. Göreve başladığı 1943 yılı başında havaların ısınması ile birlikte tarım çalışmalarına başlandığı, ”…Ömer Bey, durmadan durmadan öğrencileri ile birlikteydi. Onun öğrencilerinin başından bir an ayrıldığını görmemişimdir. Evine yalnız yatmaya gidiyordu. Bu sırada Tokat Bölgesinden okula büyük kavak dalları geldi.. bunlardan binlerce kavak çeliği elde ettik. …bu kavak çeliklerini Çamlıbel yönüne, Enstitüyü diklemesine koruyacak biçimde sıralar açtırarak diktirdim. Okulun batısı Çamlıbel’e karşı bir ağaçtan duvarla kapandı, kısa sürede binlerce kavak yeşerdi. Çamlıbel’den esen rüzgarı keser oldu. Pamukpınar’da hiç kuş yokken, her yanda kuş sesleri duyuldu. Kavak duvarının arkasına diktiğimiz domatesler kızardı, sebzeler ürün verdi…Pamukpınar’ın doğası, iklimi değişir oldu…” ifadesiyle çalışmaları özetler. (4)
Pamukpınar Yıldızeli’ne 5 km uzaklıkta Tokat yolu üzerinde yaklaşık 4 bin dönüm araziye kurulmuştur. Kapatılma sürecinde ve 1970’li yıllarda arazilerin bir kısmının hazineye ve özel şahıslara devri sonucu arazilerin 2 bin dönüme düştüğü öğrenilmiştir. Kuruluş sürecinde Osman Yalçın’ın belirttiği kavaklığa mezunların anlatımına göre 1950’li yıllara kadar 10 binin üzerinde kavak dikildiği, meyve bahçesi-üzüm bağı kurulduğu, 1970’li yıllarda ise kavakların idarece kesilerek satıldığı, şimdilerde Ziraat Ömer ve öğrencilerinin kurduğu kavaklığın ve meyve ağaçlarının, asmaların olmadığı ‘hüzünle’ belirtilmiştir.

1948 mezunu Niyazi ÜNSAL’ın, 1976 yılı okul ziyareti sonrası yazdığı Pamukpınar ve Ömer Yurdugül’le ilgili gözlem ve anılarına ise kısaca göz atalım. ”… Okulumuzun çevre köylerinde pancar ekilirdi. Bizde ekerdik okulun arazisine. Bunların her hizmetini, ekmeden sökmeye kadar biz yapardık. Pancarları öğrencilerin yemesine öğretmenimiz Ömer Yurdugül izin vermezdi. Kırılan pancar köklerinden birini ısıranı görünce hemen, ‘…ne yapıyorsunuz parmağınızı mı yalıyorsunuz?… ısırdığınız o parça sizin mi?…’ diye bağırırdı. O günler 2.dünya savaşının iyiden iyiye tüm dünyayı sarstığı günler… yeterince beslenemiyoruz… daha doğrusu doymuyoruz. Sabah kahvaltısında çeyrek ekmek, 4-5 zeytin tanesi düşüyor her öğrenciye… pancar kökünü arkadaşlar ‘aç’ olduğu için ısırıyor. Ama, yinede bu değerli eğitimci ‘ısırdığı parça’ ısıranın olmadığı için izin vermiyor. Toplum malının nasıl korunacağını öğretmeye çalışıyor. Biz böyle öğretmenlerin elinde yetiştik. Her türden ağaçlar, hele selvi kavakları büyüdükçe büyümüş. Selvi kavaklarını Çamlıbel’den gelen soğuk hava akımını kırmak için planlı olarak dikmiştik. Öğretmenimiz Ömer Yurdugül’ün dudaklarına yapıştırarak içtiği sigarayı görür gibi geçtim kavakların önünden..”(5)
Artık yaşayan AK SAÇLI ÖĞRENCİLERİNDEN efsane öğretmenleri ZİRAAT ÖMER’le ilgili anı ve anlatımlarını dinleyebiliriz…

Pamukpınar KE nün yaşayan en eski mezunlarından olan 1948 mezunu Hüseyin KIZILIRMAK öğretmenle yapılan görüşmede; Ziraat Ömer’i, ”öğrenciden yana, kendi işi ile çok uğraşan uzman bir ziraatçı” olarak anlatılmıştır. Kızılırmak; ”… güzün soğuk günlerinde biz parka giyerdik, hangarda ders verirdi, ceket giyerdi, soğuğa çok dayanaklıydı demiştir…teorik bilgilerden sonra ağaç dikimi, budama, aşı yapımı, hayvanların bakımı vd. uygulamaları öğrencilere tek tek defalarca yaptırmasını, kirizmaya aşırı önem vermesini” en önemli özelliği olarak belirtilmiştir. Ahırlar, kümes,mandıra, meyve bahçesi, üzüm bağı, tarlalar ve arılıkta nöbetleşe görev yaptıklarını, Kendisinin enstitüde müzik ve folklor koluna ağırlık verdiğini ancak; Ziraat Ömer’in öğrenciden yana yapıcı eğiliminin okul idaresinde, disiplin kurullarındaki olgun tavrı ile de görüldüğü ve günümüzün tabiriyle ‘öğrencilerin babası’ tanımına uyduğunu ifade etmiştir.(6)

Pamukpınar’a yörede en fazla öğrenci veren Karaözü Köyünden 1950 mezunu Kadim SERİNÖZÜ; Müdür Şinasi Tamer ve arkadaşlarının köylerde öğrenci seçimi için yaptıkları ziyaret sonucu yapılan sınavla 1946 yılında kabul edilmiştir. Okulda sınıf düzenlenmesi nedeniyle bir kaç gün okul müdürünün evinde kaldığını özellikle belirten Serinözü; ”… haziranın son haftasıydı…Tarım Öğretmenimiz Ömer Yurdugül;… bizim kümeyi toplayarak iş dağıtımına başladı. Boylu, bedeni sağlıklı olan arkadaşları kirizma yapmaya ayırdı. Kimileri fidan dikecek, kimileri atlarla ilgilenecek, kimileri mercimek yolacak.. Ömer Bey her haliyle bir halk adamıydı… giyimi de sade ve yapılacak işe göre idi… Bize…uşaklar derdi… sıra bana gelince Ömer Bey; uşaklar Kadim zayıf, o da size su getirsin diyerek, eline iki adet 4 litrelik güğümlerin verildiğini, su taşıdığını” ifade eder. Serinözü ile yaptığımız görüşmede; Ziraat Ömer’in, ”… okulun sayılan ve sözüne itibar edilen öğretmenlerinden olduğunu, öğrencilere yetenek ve kapasitelerine görev vermesinin yanında onları koruyucu tavrına” özellikle dikkati çekmiştir.(7,8)
1951 mezunu Mehmet BAKLACI ile yaptığımız görüşmedeki anlatımları ile hazırladığı yazılı metin düzenlenerek aşağıda özetlenmiştir. Baklacı; ‘…uzun seneler geçmesine karşın, Ömer Yurdugül’ün duruşunu, konuşmasını, çalışmalarını, bizimle ilişkisini hiç unutamadım. Babacan tavrı beni hep etkilemiştir. Konuşmalarında ‘oğlum, Allah anlar’ ifadesini hep kullanırdı. Herkes onu severdi. Boş zamanı hiç yoktu. Onu arayan ya kavaklıklarda ya kirizma yapılan yerlerde ya da yeni dikilen fideliklerde bulurdu. Bıçkısı, makası, bıçağı hep yanındaydı. O yıllarda bile adı ‘Ziraat Ömer’e’ çıkmıştı. Başında fötr şapkası, güneş yanığı yüzü, bakır kırmızısı gibiydi. Toprak onun her şeyiydi, soğuk günlerde bile bazen kirizma yaptırmadan duramazdı, çömelir oturur gibi bizi izlerdi. Arada bir, ‘oğlum, Allah anlar’, yeni dinlendiniz, kürekleri emzirmeyin, toprak yenilensin, güneş görsün ki buralara kaysı dikeceğiz’ diye öğrencileri uyarırdı. Arkasından Kanada-İtalyan kavağının köylüye faydalarından, sanayideki önemini, kibrit-mobilya vd. kullanımını anlatırdı.

Yurdugül Öğretmen, davranış, tavır ve de konuşmalarıyla herkesi eğitirdi sanki. Öğrenciler, öğretmenler ve yöneticiler saygılı davranırlardı. İzine ayrılan dönem öğrencilere hep o konuşur, ‘ananıza babanıza selam söyleyin’ ifadesiyle konuşmasını bitirirdi. Bir keresinde bana diş ağrısında kullanmak için köyden afyon yağı getirmemi istemişti. İzin dönüşü yağı evine giderek verdim, çok memnun oldu. Görüşmemizde köyü, köylüyü, ekinleri ve geçim durumlarını sordu, soruşturdu. Görüşme akabinde de arkadaşı Hurşit Yavuz’la birlikte, Sivas’a okulun buğdayı satmaya giden Ambar Memuru Osman Dizdar’a eşlik etme görevini verilir. Sivas’ta buğdayı satıp geleceksiniz, çuvalların üstünde olacaksınız talimatı üzerine Osman Dizdar’ın kaplıcaya gitme teklifine rağmen ‘okulun buğdayını korumak amacıyla’ meşhur volvo kamyondan ayrılmazlar(!) Okula dönüşlerinde ambar memurunun hesabı verip ayrılmasını müteakip Ziraat Ömer; kendilerine ”…devlet bize yardım ediyor, dedim ya, bu yıl durumumuz iyi… geçen yıl 3 lira göndermiştik devlet bütçesine, bu yıl biraz daha fazla gönderelim dedik.. idarenin onayını da aldım” açıklaması yaparak hem bilgilendirir hem de devlet malının korunmasına gösterdiği özeni anlatmaya çalışır. Baklacı öğretmen, Ziraat Ömer’in tarım dersinde öğrendikleri ve uyguladıkları konuların köylerde köylülere de öğretilmesini, uygulanmasını sık sık vurguladığını belirterek; Tokat’ta görev yaptığı köylerde ondan öğrendiği aşı yapma, fide üretme vb. yeni teknikleri uyguladığını, hatta Pamukpınar’dan getirdiği kavak fidelerini okul bahçelerine diktiğini, köylülere dağıttığını ifade etmiştir.
1970 yılı öğrenim yılı sonunda emekliye ayrılan Yurdugül’ün emeklilik törenine (jübile) katılan Baklacı, gelişmeleri aşağıdaki detayı ile anlatmıştır.(9)
-Emeklilik töreni için Tokat,Erzincan ve Sivas kökenli mezunlar ayrı ayrı hediye hazırlarlar. Tokatlılar üzerinde kavak ağacı dövmesi olan bakır tabak , Erzincanlılar bakır üzerine Köy Enstitüleri logosunu taşıyan rozet, Sivaslılar ise halı dokuma Atatürk resmi yaptırırlar. Otobüslerle okula gelen mezunlar yapılan törende hediyelerini verirler, Ömer Bey, ‘teşekkür’ konuşması yapar. Konuşmasında Erzincanlıların hediyesi olarak yakasına takılan KÖY ENSTİTÜLERİ rozetini göstererek; ‘.. ömrüm boyunca Köy Enstitüsü rozetini şerefle yakamda taşıyacağım’ ifadesi üzerine salondaki havanın değiştiği görülür. Protokolde bulunan Sivas M.E.Md. ve ekibinin Köy Enstitüleri isminden duydukları rahatsızlıklarının salona yansıması, duyulması üzerine; gerek enstitülü mezunların tepkisi gerekse, Ziraat Ömer’in tekrar kürsüye gelerek aynı cümlelerini tekrarlayarak, ‘giden gider’ ifadesiyle tavır alması sonucu, protokolün alkışların çınlattığı salonu terk ettiği anlatılmıştır. (Torun Nuran Hanım, görüşmemizde vaki jübileye katıldığını belirterek gelişmeleri teyit etmiştir.)

-Değinilen tatsız gelişmeye rağmen ertesi gün son dersini, o yıl mezun olan öğrencilerine verir Ziraat Ömer… derse başlarken ‘numren kaç’ sorgulamasını yapar… arkasından ‘marş marş’ talimatıyla ‘malzemeler omuzlara’ talimatını verir… Eski öğrencilerin; 20-25 yıl önceki öğretmenleri Ziraat Ömer’in önünde; … yıllarca kirizma yapılan arazide, kayısı ağaçları ve üzüm bağlarının olduğunu görmeleri hepsini duygulandırır…hüzünlenirler…Ancak, yaklaşık iki gün süren Ziraat Ömer’in jübile töreninde mezunlar…Köy Enstitülerinin ve Cumhuriyetimizin Aydınlanma felsefesini, ‘kavaklıkların ve Yurdugül Fidanlığının’ esintisini… özlemini.. özgürce solurlar… Jübile töreninden 50 yıl sonra ise; o anları… enstitülülerin coşkusu ile yıllar sonra anlatan Baklacı öğretmenimizin heyecanını; önce Tonguç’a sonra Ziraat Ömer’e vefasını dile getirdiğini, yansıttığını söylesek…bilinir mi?(10)
Pamukpınar KE girişli Hasanoğlan KE sağlık bölümü 1951 mezunu Süleyman ÖZERDEM ise; Ziraat Ömer’in, ‘serçe konacak bir dalın olmadığı’ söylenen Pamukpınar’a kaydolduğu 1947 yılında, daha önce kurulan kavaklığın ve çamlığın artık görünür olduğunu, etrafın saksağan, karga ve diğer kuş sesleri ile dolduğunu anlatmıştır. Tarım derslerinde teorik bilgileri mutlaka uygulatan Ziraat Ömer’in kavak fidesi hazırlama ve dikimine çok önem verdiğini, hazırlanan kalem fidelerinin ‘üç göz üstte üç göz altta’ hazırlanmasını mutlaka kontrol ettiğini, can suyu verilmesini mutlaka sağladığını belirtmiştir. Tarım derslerinde kimseye zayıf vermediğini, çalışmasını beğendiği öğrencilere iyi not verdiğini, disiplin kurulunda genellikle öğrenciden yana tavır aldığını ifade etmiştir.(11)
Pamukpınar KE girişli Kızılçullu KE 1952 mezunu Teoman TAŞTAN ÖZERDEM’le yapılan görüşmede ise; ”…kız öğrenciler olarak hayvanların sağım, temizlik vb. işleri yaptıklarını, süthanede Ziraat Ömer’in nezaretinde öğrenci ağabeyleri ile birlikte uygulama yaparak yoğurt, maya, peynir vd. süt ürünleri yapımını” öğrendikleri ifade edilmiştir. Küçük yaşta enstitünün uygulama okulunda eğitimine devam ederek enstitüye geçtiğini anlatan Teoman öğretmen; köy çocuğu olmasına rağmen bilmediği işleri diğer arkadaşları ile birlikte süthanede öğrendiğini, ilk yoğurt yapmayı ise öğrenci ağabeyi Niyazi Ünsal’dan öğrendiğini unutamadığını belirtmiştir. Süthanede üretilen tüm ürünlerin döner sermayece alınmasıyla öğrencilerin tükettiği belirtilmiştir.Mezuniyetinden sonra Süleyman Özerdem’le evlenmişlerdir.(12)
Pamukpınar İÖO 1963 mezunu Süleyman ÖZEL’le yapılan görüşmede; 1957 yılında bir Tarım dersinde arazide kirizma yaparak çalışırken Ziraat Ömer’le komşu köyün ileri gelenlerinden Ali Ağa’nın konuşmasına kulak kabartan sınıf arkadaşlarının ifadelerini aktarmıştır. Ali Ağa, ”hocam bu çocukların yarısı çalışıyor yarısı dalga geçiyor niye kızmıyorsun, sıkıştırmıyorsun?” uyarısıyla ileri geri konuşur. İfadesinde baskıcı ağa tavrını fark eden Ziraat Ömer cevaben; ”bu çocuklar farklı köylerden geldiler, hepsinin bir sürü derdi var, ağırdan alsalar da çalışıyorlar ya işte…” ifadesiyle onları sahiplenmesine sevindiklerini belirtir. Havanın soğuk olması nedeniyle sınıfta yapılan başka bir tarım dersinde ise; iddia üzerine yeni elbiseleri ile sınıfta sıra altına girmeye çalışan öğrenciyi fark edince; ”Oğlum Fethi, kendine acımıyorsun bari şu sırtındaki yeni elbiselere acı..’ ifadesiyle uyardığı anlatılmıştır. Özel öğretmen; çalışkan, çok tecrübeli ve olgun bir öğretmen olan Ziraat Ömer’in Pamukpınar’a ve öğrencilerine ”bir tarım öğretmeninin değil on tarım öğretmeninin yapamayacağı” bilgi ve değerler kazandırdığını, uygulama yaptığı tanımıyla duygularını yansıtmıştır.(13)
Pamukpınar İÖO 1969 yılı mezunu Mehmet Ali KAYA’ ile yapılan görüşme notları ve hazırladığı metin düzenlenerek aşağıya alınmıştır. Kaya öğretmeni dinleyelim; ”1963 yılıydı Pamukpınar İÖO okuluna kayıt yaptırdım, okula adapte olmaya çalışıyorum. Öğretmenlerimiz anne baba gibi idi, yinede karşılaştığımızda ceketimi ilikliyor saygıda kusur etmemeye çalışıyorum, diğer arkadaşlarım ve ağabeylerim gibi. Burada biraz saygı birazda çekinme var. Gurbete yeni açılmışız. Sıla özlemi baskın geliyor ilk günlerde. Bir tarım öğretmenimiz var ki diğer öğretmenlerimizden farklı, öğretmenlerden çok öğrencilerin arasında, giyimi, kuşamı aynı kendi yöremizin insanı gibi. Diğer öğretmenlerimiz gibi kendisine saygı duyuyoruz ama kendisinden çekinmiyoruz. Kendimize daha yakın ve sıcak buluyoruz. Bir baba bir dede gibi, bu öğretmenimizin adı Ömer Yurdugül, namı değer ‘Ziraat Ömer’. Öğrenciler arasında konuşuluyor: bu okulun kuruluşundan beri bu okuldaymış, okulu ağaçlandırılmış, ziraat, hayvancılık yapılır, gelirleri de okula irat kaydedilir olmuş. Okulun tüm öğretmenleri, müdürleri belli sürelerden sonra başka yerlere tayin isteyip gide dursun, Ziraat Ömer yerinden hiç kıpırdamıyor. İstese de gidemez, öğrencileri ile yetiştirdiği her ağaç, her büyükbaş ve küçükbaş hayvan, ziraat ürünleri kendi çocukları gibi. Onları alıp bir yerlere götüremeyeceğinden ayrılması düşünülemez. Benden önce vardı benden sonra da orada olmaya devam ediyordu.Tarım derslerimiz olduğunda çok sevinirdik, bu derste baskı yok, sevecenlik var, dersten kalma derdi yok, babamızın işinde çalışıyormuş gibi çok içten ve de rahattık. Ziraat Ömer’in samimi,sade, babacan ifadeleri çok dikkatimizi çekerdi…o kadar dersine girdim ama o rahat ders ortamında saygısızlık yapana, dersten kaytarana rastlamadım, dersler bir eğlence gibi bir oyun gibi işlenirdi. Sanıyorum 2. yada 3. sınıftaydım, okulun üst kısmına bir havuz yapılıyordu. Havuzun yeri meyilli olduğundan makineli araçlarla kazı yapılamazdı, kazma küreklerle kazıyorduk. Bizim sınıfın dersinden sonra nöbeti başka sınıflar alıyordu, kimimiz kazıyor, kimimiz küreklerle karıncalar gibi çalışıyorduk. Günlerden pazartesiydi, hafta sonları okulumuzda film olurdu, o haftaki filim ‘esir kamplarında’ idi, esirler taş ocaklarında çalıştırılıyor, zaman zaman kırbaçlanıyor, yere düşenler tekmeleniyordu. Ben bir ara boş bulundum, şaka olsun diye arkadaşlarıma dönerek; “esir kamplarındayız” dedim. Arkadaşlarım işi gırgıra almıştı ve de Ziraat Ömer beni duymuştu. Hemen yanına çağırdı, çok korkmuştum, hazır oldaydım. Oğlum sen neden öyle konuştun? Burası bir okul, sizler öğrencisiniz, esir değilsiniz ki hem zorlama yok, baskı yok, kendi havuzumuzu yapıyoruz. Şu gördüğün binaların çoğunu önceki öğrencilerle birlikte yaptık. Ağaçları da önceki arkadaşlarınızla diktik, kavaklık, çamlık kurduk, yeni fidanları da sizlerle dikiyor bakımını yapıyoruz, arazide pancar ekiyoruz. Şu elma ağaçlarını da önceki arkadaşlarınızla beraber yetiştirdik, meyvelerini yiyorsunuz. Burası sizlerin okulu, yuvası. Bizler sizin iyi birer insan olarak yetişmenize çalışıyoruz. Sizler bu ülkenin aydınlanmasında yer alacaksınız, seni affediyorum, hadi bakalım işinin başına dön.Çok korkmuştum. Okuldan atılabilirim korkusuyla yaşadım aylarca, arkadaşlar beni teselli etseler de uzun süre korkumu atamamıştım. O gün sinemaya gitmeseydim diye hayıflandığım oluyordu. İlerleyen zamanlarda rahatlamıştım. Bu olaydan sonra da bana karşı tavırları değişmeyen Ziraat Ömer gözümde daha da büyüyordu.Kendisini yakından tanımaya çalışıyordum. Çevrede, okulda, öğretmen ve öğrenciler arasında çok sevilen, sayılan Ziraat Ömer’in büyüklüğü nereden geliyordu? Daha sonraki yıllarda hakkında çok bilgi edinmiştim. Mezuniyetimde hala okulun duayen öğretmeni olarak çalışıyor, Cumhuriyet Devrimlerine ve Köy Enstitülerine inancı, bağlılığı ile tanınıyordu.(14)

Pamukpınar İÖO 1971 yılı mezunu Bekir BAYRAM’la yaptığımız görüşmede; Ziraat Ömer’in bir yıl tarım derslerine girdiğini, giyimindeki titizlik ve temizlikle birlikte başındaki fötr şapkasını hiç unutamadığını ifade etmiştir. Teorik tarım derslerinin yanında; ‘toprağı teraslamayı, killi toprağın nasıl adam edileceği,ağaç budamayı, aşı yapmayı… ondan öğrendiklerini, puslu, hafif yağışlı havalarda bile tarlalara severek gittikleri belirtmiştir. Bir teneffüste yanlışlıkla bir fidenin üzerine basmasını gören Ziraat Ömer’in; kendisini çağırarak ”oğlim Çamlıbel’den 10 çam fidesi getirerek dikme” cezası verdiğini belirtmiş, dikimi yaptıklarını haber verdiklerinde ise gözlerindeki ışıltıyı ve sevincini hala hatırladığını ifade etmiştir. Tokat yolu civarı ve Pamukpınar çevresini binlerce kavak diktirerek kavaklıklar kuran, 200 bini geçen çam fidanı ile ‘YURDUGÜL FİDANLIĞINI’ yaratan Ziraat Ömer’in 10 adet çam fidanı dikilmesine sevinmesi öğrencisinin hafızasında kalıcı olmuştur. Mezuniyetinden önce okulda Ziraat Ömer’in yanına giderek Kelkit vadisinde mahlep yetiştirmek için yardım istediğini; anlattıklarını not aldığını, defalarca tekrar ettirdiğini, yardımcı olduğunu belirtmiştir. Öğrendikleriyle, 1977 yılında 12 dönüme 160 mahlep ağacı diktiğini, iyi gelir elde ettiğini ancak 12 Eylül sürecinde devam ettiremediğini ifade etmiştir. Bayram Öğretmen; Ziraat Ömer’i emekliliğinden sonra rahatsızlığı nedeniyle yattığı hastanede ziyaret ettiğini belirterek; yaptıkları sohbette kendisine; ”..öğretmenim ağabeyler tarım yazılılarında kızlara aşk mektubu yazıyoruz ama notlarımız değişmiyor’ dediklerini kendisine anlatarak sohbeti geliştirmek ister. Ziraat Ömer’in ise cevaben, ”…oğlim gençsiniz, elbette kızları da hayal edeceksiniz, ben sizin tarlada beli nasıl kavradığınıza, çapayı nasıl tuttuğunuza, aşı yaparken gösterdiğiniz sevgiye bakarım’ dediğini, bu olgun yaklaşımını kendisinin de öğretmenliğinde uygulamaya çalıştığını belirtmiştir. Ayrıca; Köy Enstitüleri dönemindeki bir kısım tarım uygulamalarının kendi dönemlerinde de devam ettirilmesinde Ziraat Ömer’in etken olduğunu ifade etmiştir.(15)
Tonguç’un mektup talimatında da belirtildiği üzere; ”..oraya yerleşip uzun müddet kalmak ve orayı iyice imar etmek üzere seni Pamukpınar Enstitüsüne gönderiyoruz.. ” açıklaması ve talimatı ile 1943 yılında göreve başlayan Ömer Yurdugül, 27 yıl sonra başı dik olarak, gönül rahatlığı ile 1970 yılı Haziran ayında emekliye ayrılır. Cumhuriyetimizin en önemli ve özgün eğitim, aydınlanma ve kırsal kalkınma projesi olan Köy Enstitüleri kapatılmasına, saldırı ve karalamalara uğramasına karşın ilkelerinden taviz vermeyerek yaşamı boyunca ‘Köy Enstitüsü’ rozetini yakasında taşımıştır. Ziraat Ömer’in Köy Enstitüleri Eğitim Sisteminin (KEES) önemli unsurlarından olan kırsal kalkınma ilkesini öne alarak eğittiği mezunların görev yaptığı köy veya bölgelerdeki örnek çalışmalarına, Köy Enstitüleri / Kırsal Kalkınma-Arıcılık-Diğer(1,2,3) başlıklı çalışmamızda yer verilmiştir.(16) Ak saçlı öğretmenlerimle yaptığım görüşmelerde 1948-52 dönemi mezunları ile 1963-71 mezunu öğretmenlerimin, yaklaşık 10 yılı aşan zaman farkına rağmen, benzer, paralel anlatımlar görmem Ziraat Ömer’in çalışma yaşamında ve 27 yıllık periyotta KEES’ne olan inanç ve bağlılığının bir göstergesi olduğunu belirtmek durumundayım.
Köy Enstitülerinin öncüsü YÜCEL-TONGUÇ-BAYIR’ların, Enstitülerde görev alan ÖĞRETMENLERİMİZİN, ZİRAAT ÖMERLERİN ve öğrencileri MECHUL ÖĞRETMENLERİMİZİN var ettiği Cumhuriyetimizin aydınlığına her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğu günümüzde, ebediyete göçen enstitülere rahmet, ayakta kalan ak saçlı öğretmenlerimize de sağlıklar dileriz.
Ziraat Ömer’in AK SAÇLI ÖĞRENCİLERİNİN kısa özgeçmişleri aşağıda verilmiştir.

Hüseyin KIZILIRMAK; mezuniyetinden sonra Erzincan/Merkez ve Kemah’ın köylerinde bir müddet öğretmenlik yapmıştır. O dönem Erzincan M.E.Md. olan Nazif Evren’in (Dicle KE Md.) talebi üzerine Erzincan Halkevi çalışmalarında görevlendirilmiştir. Askerlik görevini takiben Kırıkkale/Hasandede Köyü ve merkez ilçe okullarında çalışmıştır.1969 yılında MEB hizmet içi müzik ve Mersin müzik kurslarına katılarak sertifika almış, Ankara’ya tayini ile çeşitli okullarda müzik öğretmeni olarak görev yapmıştır. 1966 yılında İlksen Kırıkkale Şube Başkanlığı da yapan Kızılırmak öğretmen 1977 yılında emekli olmuştur. Evli ve 4 çocuk babasıdır, Ankara’da ikamet etmektedir.

Kadim SERİNÖZÜ; mezuniyetinden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girerek bitirir. 1952 yılında Van Ernis KE’de öğretmenliğe başlar. Askerlik görevini takiben Sivas ve Amasya’da çeşitli ortaokul ve liselerde öğretmenlik ve yöneticilik yapan Serinözü; 1974 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geçerek 1981 yılına kadar öğretmenlik yapmıştır. Ankara Atatürk Lisesi öğretmeni iken 1984 yılında emekli olmuştur. Çalışma yaşamında sürgün ve soruşturmalarla mücadele etmiştir. Evli ve iki çocuk babasıdır. Ankara’da ikamet etmektedir.

Mehmet BAKLACI; mezuniyetinden sonra Tokat’ın çeşitli köylerinde öğretmenlik yapmıştır. Gazi Eğitim Enstitüsü Pedogoji Bölümünü bitirdikten sonra Erzurum-Samsun ve Ankara’da İlk Öğretim Müfettişi olarak görev yaptı. TÖS ve Töb-Der üyesidir. Emekliliğini takiben bir müddet TED’de yöneticilik yapmıştır. Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nın onur üyesidir. Altı çocuk babasıdır. Ankara’da ikamet etmektedir.

Süleyman ÖZERDEM; mezuniyetinden sonra Sivas/Yıldızeli-Suşehri ve Şarkışla’nın çeşitli köylerinde grup köyleri sağlık memuru olarak 1964 yılına kadar görev yaptı. Aynı yıl sağlık kursuna katılarak şehirde çalışma hakkını kazanmasını takiben Erzurum/Çat sağlık ocağında görev yaptı. 1966 yılında Eczacılık Kursuna katılarak Eczacı Teknisyeni oldu. Takiben Erzurum Numune Hastanesi ve Doğumevinde görev yaptı. 1972 yılında Ankara Onkoloji Hastanesine tayin oldu. 1986 yılında emekli oldu. Evli ve altı çocuk babası olup, Ankara’da ikamet etmektedir,
Teoman ÖZERDEM; mezuniyetinden sonra Sivas/Suşehri ve Şarkışla’nın köyleri ile Erzurum/Çat ilçesinde öğretmenlik yapmıştır. 1966’dan emekliliğine kadar Erzurum ve Ankara’nın merkez ilk okullarında görev almıştır. Evli ve altı çocuk annesidir. Ankara’da ikamet etmektedir.

Süleyman ÖZEL; mezuniyetinden sonra Sivas/İmranlı ve Erzincan/Çayırlı ve merkez köylerinde görev yapmıştır. 1969 yılından sonra Ankara/Bala, İzmir/Selçuk ve Antalya/Demre’de çalışan Özel öğretmen 1992 yılında emekli olmuştur. TÖS ve Töb-Der üyesi olan Özel öğretmen; öğretmenliği döneminde ”dönemin soruşturma, görevden el çektirme, sürgün” süreçlerinden fazlasıyla nasibini almasına rağmen her süreçte aklanarak görevine dönmüştür. Evli ve beş çocuk babasıdır. Antalya’da ikamet etmektedir.

Mehmet Ali KAYA; 1963 yılında Yozgat İmam Hatip Okulu ile Pamukpınar İlk Öğretmen Okulu sınavlarını kazanmış, Pamukpınar’ı tercih ederek aynı yıl eğitimine başlamıştır. Mezuniyetinden sonra Hatay ve Hakkari/Yüksekova’da çalışır. 1969 yılında bir kaç aylık öğretmenken katıldığı TÖS’ün ‘Öğretmen Boykotu’ nedeniyle iki yıl yargılanır. TÖS üyesi de olan Kaya öğretmen Hakkari/Yüksekova’da arkadaşları ile Töb-Der’i kurarak öğretmenlerin sendikal mücadelesinde aktif rol alır, şube başkanlığı yapar. 12 Eylül 1980 darbesinden önce Malatya’ya tayin olan Kaya öğretmen; TCK 141-142 Md. yargılanarak ceza alması üzerine görevden alınır. Bilahare ilgili ceza maddelerinin kaldırılması üzerine cezası düşer. Bu süreçte tekrar öğretmenliğe dönmeyerek 1986 yılında tekstil işletmesi kurarak ticaret hayatına başlar, 2010 yılında da emekli olur. Evli ve iki çocuk babasıdır. İstanbul’da ikamet etmektedir.

Bekir Bayram; 1965 yılında kardeşi Kirami ile birlikte sınav kazanarak Pamukpınar İÖO na girdiğini, son sınıfta 1970 yılında ise yüksek öğretmen okulu giriş sınavlarını kazanarak Çapa’da hazırlık sınıfına başladığını belirtmiştir. 1971 yılında Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirmesini takiben Konya Selçuk-Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nü de bitirerek 1975 yılında öğretmenliğe başlamıştır. 1987 yılında ise Marmara Üniversitesi Kimya öğretmenliği bölümünü bitirmiştir. İsparta/Gönen-Yalvaç, Amasya/Taşova, Tokat/Reşadiye liselerinde görev yaptıktan sonra 1985 yılında İstanbul Nişantaşı Kız Lisesine tayin olmuştur. 2000 yılında emekli olmuştur. Özel Eğitim kursları ve dershanelerde aktif çalışma hayatına devam etmektedir. Evli olup bir çocuk babasıdır. İstanbul’da ikamet etmektedir.

Kaynaklar:
1) Nuran Heper Ayyıldız / 05.11.2020 tarihli görüşme
2) Engin Tonguç / Bir Eğitim Devrimcisi İ.Hakkı Tonguç
3) Hasan Göztepe / Pamukpınar Yolcuları 2
4) Osman Yalçın / Bir Eğitimcinin Anıları
5) Niyazi Ünsal / Terör Olgusu ve Türkiye Gerçeği
6) Hüseyin Kızılırmak / 27.07.2020 tarihli görüşme
7) Kadim Serinözü / Yaşanılır Yarınlara
8) Kadim Serinözü / 20.07.2020 tarihli görüşme
9) Akşam / 23.06.1970 – Son dersini kır saçlı öğrencileri ile yaptı
10)Mehmet Baklacı / 22.07.2020 tarihli metin ve görüşme
11)Süleyman Özerdem / 24.06.2020 tarihli görüşme
12)Teoman Özerdem / 24.06.2020 tarihli görüşme
13)Süleyman Özel / 30.09.2020 tarihli metin ve görüşme
14)Mehmet Ali Kaya / 21.09.2020 tarihli metin ve görüşme
15)Bekir Bayram / 22.09.2012 tarihli metin ve görüşme
16)www.kalabalikcadde.com / Sercan Ünsal

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s